Teravih namazının varlığı hakkında son günlerde yapılan tartışmalar, neyin İslâmî/dînî sayılacağı; bu konuda kimlerin yetkili olduğu sorusunu tekrar gündeme getirmiş bulunuyor. Bir şeyin dinde olup olmadığı veya dînî hükmü acaba sadece Kur’ân ve Sünnet’ten mi öğrenilir? Sahâbe neslinin bu konuda herhangi bir belirleyiciliği var mıdır? Baştan itibaren kopuksuz bir biçimde seyreden dînî gelenek bir anlam ifade eder ve dolayısıyla bir değer taşır mı?
Bu sorulara “Kur’ân ve onunla uyumlu olan Sünnet yani sadece dînî metinler belirler” cevabını verenlerin bazıları, kendilerini Protestan anlayışa yakın konumlandırıp sahabe eliyle intikal eden geleneğin de önemli olduğunu söyleyenleri “İslâm’ı Katolikleştirme”ye çalışmakla itham etmektedirler.
Bu ithamın bilimsel, ahlâkî, insânî ve dahî dînî sorumluluğu sahiplerinin omuzlarında kalsa da bize, doğruyu bulma uğrunda bazı açıklamalar yapma sorumluluğu yüklemektedir.
Dinin kaynağı elbette o dinin temel metinleridir. İslâm söz konusu olduğunda vahye dayalı olduğuna inanılan Kur’ân, bu dinin temel metnidir. Yine Kur’ân’ın emri doğrultusunda (el-Bakara 2/151; el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44) kendisini duyurup açıklayan, bıraktığı kimi bilinçli boşlukları dolduran, buyruklarını somut uygulamaya kavuşturan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünneti de ikinci kaynaktır. Buradaki “ikinci”lik önem ve işlev açısından değil sadece hiyerarşik sıralama açısından bir anlam ifade eder (en-Nisâ 4/65, 80; el-Ahzâb 33/36).
Daha açık bir ifadeyle Sünnet, Kur’ân ile son tahlilde aynı kaynaktan çıkmakta ve aynı işlevi görmektedir. Böyle olduğu içindir ki Kur’ân ve Sünnet metinlerine beraberce “nas” denmektedir.
Bir bahs-i diger olmakla birlikte şunu ifade edelim ki, “iki temel kaynak/metin” vurgusu yapanlar Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onayları anlamındaki Sünnet’inin devreye alınmasında nesnel ölçütler yerine, kendi yorumlarını destekleyecek olanları seçip almayı sonuçlayan öznel ölçütlerle hareket etmektedirler. Yani “ikinci” kaynak, her zaman değil istenildiğinde ve “iş gördüğünde” bu niteliği hâiz sayılmaktadır. Mesela teravih namazının olmadığı Buhârî’nin eserine (Buhârî, “Ezan”, 80, 81) müracaatla ispatlanmaya çalışılırken aynı eserin “Salâtü’t-Terâvîh” isimli sayfalar süren bölümü görmezden gelinmektedir.
Dinin ne olduğu konusunda sadece bu iki kaynağı esas almak fikri “etkileyici” gibi dursa da “esas alan” öznenin insan oluşu, türlü etkiler altında bulunuşu, ne kadar ufuk sahibi ve yetkin olduğunu zannederse etsin yine de kendi dar beşer algısının mahkûmu olduğu gerçeği bizi, meseleye daha başka açılardan bakmaya sevk etmektedir.
Söylediklerimi birkaç örnek ile berraklaştırayım.
Sadece Kur’ân’ı ve çıkarımlarınıza uygun olması şartıyla Sünnet’i esas alan bir hareket tarzını takip ettiğiniz zaman şöyle “dînî” hükümler koyabilirsiniz:
a. Kur’ân ribayı açık bir dille (Âlü İmrân 3/130) yasaklamaktadır. Kur’ân’ın karşı çıkıp yasakladığı riba, asıl borcun birkaç defa katlanarak artmasıyla yapılan acı bir sömürüdür. Çağdaş ekonomide oynadığı rol ile faiz, Kur’ân’daki ribadan tamamen farklıdır. İlgili âyet ‘ed’âf-ı mudâ’afe’ tabiri ile fâhiş faizi ve tefeciliği kastettiğinden, hal-i hazırdaki mutedil banka faizlerine şüpheli nazarla bakılamaz.
b. Kur’ân “Doğrusu iman etmiş bir câriye, hoşunuza gitse bile Allah’a ortak koşan (müşrik) hür bir kadından daha hayırlıdır” (el-Bakara 2/221) buyurmaktadır. “Daha hayırlıdır” dediğine göre bu buyruk, ayetin başındaki “İman etmedikleri sürece müşrik kadınlarla evlenmeyin” nehyinden, müşriklerle evlenmenin kesinlikle yasak olduğu sonucunun değil böyle bir evliliğin çok iyi olmayacağı sonucunun çıkacağını gösterir. Dolayısıyla müşrik biriyle evlenmek haram değil mekruhtur. Konuyla ilgili diğer ayet (el-Mümtehıne 60/10) ile Hz. Peygamber’in olumsuz beyanları genel değil, özel olarak Arap müşrikleriyle ilgilidir. Kaldı ki rivayetler de senet açısından tartışmalıdır.
c. Kadınların hayız haliyle ilgili ayet (el-Bakara 2/222) sadece o dönemdeki cinsel ilişkiyi yasakladığından hayız gören kadın namaz kılıp oruç tutabilir. Hz. Âişe hadisi başta olmak üzere bunun haram olduğunu bildiren rivayetler sahih değildir.
d. Kur’ân, boşanmış bir kadının üç kurû (üç regl dönemidir ki, yaklaşık olarak üç aydır), eşi vefat etmiş bir kadının tam olarak dört ay on gün iddet beklemesi gerektiğini (el-Bakara 2/228, 234) emretmektedir. İddetin amacı, varsa hamileliği ve dolayısıyla babanın kim olduğunu tespit etmektir. Emrin verildiği zamanda bunun tespiti ancak fiziksel gelişmeler ile yani gözle mümkün olduğundan, bekleme dışında bir yol da düşünülemezdi. Fakat günümüzde gelişmiş tahlil ve dopler (ultrason) imkânlarıyla gebelik, birkaç saniyede belirlenebilmektedir. Öyleyse bu kadar uzun süre beklemeye gerek yoktur. Diğer taraftan ölüm iddeti olan dört ay on gün meselesi de, eşin arkasından yas tutma ve ağıt yakma âdeti olan Arap toplumuna özgüdür. İlgili hadisler de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Kur’ân ve Sünnet iki temel kaynak olmakla birlikte bunların nesnel bir yönteme tâbi olmaksızın insan tarafından değerlendirilmesi işte böyle “dîni” hükümlerin çıkarılmasına yol açabilmektedir. Hal böyle olunca dînî metinleri/nasları, insanın fikrî fantezilerini ve yaşadığı hayatı onaylayan noter vasfından ve günlük piyasa kaygılarının oyuncağı olmaktan kurtaracak bir başka kaynağa ihtiyaç hâsıl olmaktadır. Bu kaynak ise icma olarak bilinen sahih “gelenektir”.
Hz. Peygamber’in vefatından sonraki herhangi bir zaman diliminde o zamanda yaşayan bütün müctehidlerin şer’î amelî bir hüküm üzerindeki ittifaklarına icma denmiştir. Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Benim ümmetim hata/dalâlet üzerinde birleşmez” (bk. İbn Mâce, “Fiten”, 8); “Allah’tan ümmetimin dalâlet üzerinde birleşmemelerini niyaz ettim, o da kabul buyurdu” (Ebû Dâvûd, “Fiten”, 1) gibi hadisler yanında aklî veriler, İslam ümmetinin topyekûn hata yapmaktan korunduğunu göstermektedir.
İcma, kaynaklık gücünü hadisler yanında daha çok ümmetin kendisini belirleyici ve sabitleyici bir kaynak olarak görmesinden almaktadır. Bu özelliği de esasen sahâbe döneminde belirginleşmiştir. Söylediklerimizi biraz açacak olursak, İslam’ın temel esaslarının ve göstergelerinin (şeâir) ne olduğu, nasıl algılanması ve uygulanması gerektiği sahâbe dönemimde sabitlenmiştir. Mesela namazın nasıl kılınacağını, haccın nasıl edâ edileceğini, zekâtın nelerden ve hangi ölçülerde verileceğini, Hz. Peygamber öğretmiştir. Fakat bu öğreti, değişmez ve değiştirilemez niteliğini sahâbenin bu öğreti üzerindeki icmaından almıştır. Aynı şekilde Kur’ân’da sadece adı konan bir cezanın nasıl uygulanacağını Resûl-i Ekrem açıklamıştır. Fakat açıklanan bu şekil, değişmez ve değiştirilemez niteliğini sahâbenin bu açıklama üzerindeki ittifakıyla kazanmıştır. İcmanın esas işlevi de zaten budur. Bu işlev, az önce ifade edildiği üzere ilk nesillerle sınırlıdır. Bu ilk nesillerin eliyle korunup bizlere intikal eden gelenek “dînîlik” ölçütünü, sırf metinler üzerinden değil metne eşlik eden tatbikat üzerinden belirlememiz gerektiğini bir kez daha göstermektedir.
Kur’ân’ın bir ayetini şöyle veya böyle anlayabilirsiniz; bir hadisi şu veya bu açıdan eleştirip reddedebilirsiniz. Ama âyetlerin nüzûlüne, hadislerin vurûduna şahitlik etmiş, İslâm’ı onu tebliğ edip açıklayan ilk kaynaktan bizzat duyarak-görerek-yaşayarak almış, dindeki bu konumları sebebiyle Allah tarafından övülmüş (et-Tevbe 9/100; Âlü İmrân 3/110; el-Enfâl 8/64; el-Feth 48/18) bir topluluğun görüş birliği veya en azından baskın çoğunluk tercihi karşısında sizin bu tavrınızın hiçbir değeri kalmaz. Bu, bütün haşmetiyle duran Sultanahmet Camii’nin varlığını ve cami oluşunu inkâr etmeye benzer.
Dînî hükmü belirlemenin bir yolu da, başta yukarıdaki kaynaklar olmak üzere Müslümanların geliştirdiği yöntembilim (fıkıh usûlü) tarafından belirlenen kaynak ve yöntemlere göre ictihad etmektir. İctihad bireysel olabileceği gibi kurumsal da olabilir. Yetkin âlimlerden ve uzmanlardan oluşan bir kurulun ortak aklıyla ve çabasıyla bir sonuca ulaşmak, bireysel çözümlemelere göre daha tatmin edici de bulunabilir. Kur’ân’ın istişare ve ortak çözüm bulma yönündeki emirleri (Âlü İmrân 3/159; eş-Şûrâ 42/38) yanında Hulefâ-yı Râşidîn döneminde yoğunlukla işletilen şûrâ ictihadı, günümüzde resmî ya da gayrı resmî kurullar eliyle yapılmaktadır. İslam İşbirliği Örgütü (eski adıyla İslam Konferansı Örgütü) bünyesindeki Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî, Mısır’daki Dâru’l-İftâ, Ezher bünyesindeki Mecmau’l-Buhûsi’l-İslâmiyye, Suudi Arabistan’daki Hey’etü Kibari’l-Ulemâ, ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu gibi teşekküller bunların başında gelmektedir. Diğer İslâm ülkelerinde de benzerleri bulunan söz konusu kurullar “Dinî bir konuda ilim gücü yerine devlet gücüne dayanarak insanların üstünde baskı kurmaya çalışan kurum ve kuruluşlar” değil; dînî hükmü belirleme amacıyla mübrem bir ihtiyacın ürünü olarak teşekkül eden ve toplumlarının güvenini kazanmış olan ilmî kuruluşlardır.
Hâl böyleyken böyle kurulları, DİB Din İşleri Yüksek Kurulu’nun şahsında aşağılayarak Katoliklerdeki Episkoposlar Kilisesi’ne benzetip “İslam’da dini konularda bir karar organı yoktur. Hele en yüksek karar organı hiç olmamıştır.” diye yaftalamak en hafif nitelemeyle “zulüm” olacaktır. Ne büyük çelişkidir ki, bu kurullara “Konsil” yaftalamasını yapanlar, yeri geldiğinde bunların kararlarına atıf yapmakta hatta bazen kendilerine sorulan soruları sadece bu kurulların verdiği fetva ya da mütalaalar ile cevaplandırmaktadırlar.
Dini hususunda doğruyu arayan, Allah’ın hoşnutluğunu hedefleyen kişi bilmelidir ki din tamamlanmıştır. Onun şimdiye kadar yanlış anlaşıldığını ve buna bağlı olarak yanlış uygulandığını söylemek “Bugün sizin için dininizi en mükemmel şekle getirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim” (el-Mâide 5/3) diyen Allah’a bühtanda bulunmak olur. Bu nasıl bir din ki, sahibi tamamladığını söyleyecek, ilk muhatapları anlamayacak veya yanlış anlayacak, insanlık için seçilen bu din tarih boyunca hep böyle yanlış bir biçimde algılanacak ve bugün birileri çıkacak ve yanlışı düzeltecek. Öyleyse sormak lazım: “Dinin kaynağını(mı) tartışıyoruz?”
Bu yazının sonunda nihayet şunu belirtmeliyim ki, “İstediğim tek şey, gücüm yettiğince ıslahtır, başka bir şey değil.” (Hûd 11/88).
*Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı