'Fosfor içeren bombalar kullandılar'
Hayata Dönüş Operasyonu'nu Bayrampaşa Cezaevi'nde yaşayan ve yapılanları 'insanlıkdışı bir vahşet' olarak tanımlayan Selim Açan, o gün yaşadıklarını, sonrasında götürüldüğü F tipi cezaevlerini, tecridi anlattı.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-12-19 18:45:05
"Dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in, 'Cezaevlerine hakim olamazsak IMF programlarını uygulayamayız' sözü, aslında her şeyi özetler. Dikkat edilirse, 19 Aralık katliamı, Türkiye tarihinin en ağır ve yıkıcı krizini oluşturan 2001 Şubat krizinin hemen öncesine denk getirildi."
19-22 Aralık 2000'de yapılan "Hayata Dönüş Operasyonu"nun üzerinden 12 yıl geçti.
Operasyonda 12 kişinin hayatını kaybettiği Bayrampaşa Cezaevi'nde olan Selim Açan ile operasyonu, F tipi cezaevlerini, tecridi, açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını konuştuk.
Şimdi eşi Oya Açan ile birlikte yurtdışında yaşayan Selim Açan, F tipi hapishanelerin yarattığı tecridi şöyle tanımladı:
"Kapatılmanın diğer biçimlerinden farklı olarak tecrit, cezalandırılmak istenen bireyin kişiliğini ezip parçalamayı, onu özellikle ruhsal bakımdan yıpratıp çökertmeyi amaçlayan insanlıkdışı bir sistem. F tiplerinde geceyi-gündüzü, mevsimlerin dönümünü bile ancak kaba çizgileriyle algılayabilirsiniz. Bunlar arasındaki geçişlerin kendine özgü çizgilerini ve güzelliklerini duyumsamak tümüyle sizin hayal gücünüze ve anılarınıza kalmıştır."
Selim Açan, 19 Aralık'ı yaşadı, ölüm orucuna girdi, F Tipi cezaevlerinde kaldı. Ve yedi yıl tutuklu kaldıktan sonra, "hukuki bir neden ve kanıt olmadığı için" tahliye edildi...
19 Aralık 2000'de neler yaşadınız?
19 Aralık'ta Bayrampaşa cezaevindeydim. Saldırı sabah saat 05:00 sularında başladı. Önlem olarak her koğuştan malta olarak tabir ettiğimiz ana koridora birer nöbetçi çıkarıyorduk. Bizim blok nöbetçisinin "Kalkın, etrafta bir anormallik var" alarmı vermesiyle havalandırmalara sis, ses ve gözyaşartıcı bombaların yağmaya başlaması, maltadan ve çatılardan makineli tüfek ve kurşun seslerinin gelmeye başlaması bir oldu.
Önceden hazırladığımız malzemelerle koğuş kapısının arkasına hemen barikat kurduk. O zaman kadınlar blokunun hemen arkasındaki C-3 koğuşunda kalıyordum. TİKB [Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği] davalarından yargılanan yedi kişi dışında, aralarında yıllar sonra Dersim-Mercan Deresi'nde toprağa düşen Cafer Cangöz ile Aydın Hanbayat'ın bulunduğu bugünkü MKP'den [Maoist Komünist Partisi] dört devrimci ve TKP/ML-TİKKO'dan [ Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist- Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu] üç devrimci olmak üzere toplam 14 kişiydik. Yoğun gaz saldırısının da etkisiyle hepimiz üst katta toplandık. Bombaların yoğunluğundan ve çıkan gazlardan göz gözü görmüyordu zaten. Bu ilk saldırı dalgası 07-07.30'a kadar sürdü.
Günün ışımasıyla birlikte sağdan soldan iş makineleri ve kompresör sesleri gelmeye başladı. F tiplerine götürüldükten sonra anladık ki, direnişe katılmayan PKK'lı tutsakları çıkarmak için onların havalandırma duvarları, bizlerin kaldıkları koğuşların da çatıları deliniyormuş. Bu deliklerden daha sonra koğuşların içine yangın çıkaran bombalar atıldı.
Saat 10:00'a doğru ikinci saldırı dalgası başladı. Atılan gazlardan yine göz gözü görmez ve nefes alamaz hale geldik. Bu arada çatılara ve üst kat maltasına yerleştirilen makineli tüfeklerle de koğuşlar ateş altına alınıyordu. Bu dalga saat 11:00'e doğru bizim oralarda hafifler gibi oldu.
Ancak saldırının, Parti-Cephe'li arkadaşların bulunduğu arka bloklar tarafında yoğunlaştığı gelen seslerden ve gökyüzüne yükselen dumanlardan anlaşılıyordu. Sis, ses ve biber gazı bombalarından çıkan beyaz gaz bulutlarına bir süre sonra koyu siyah bulutlar da eklenince oralarda yangın çıkarıldığını anladık. Çok geçmeden aynı şey bizim başımıza geldi.
"KADINLARI YAKTILAR"
Saat 12:00'ye doğru karşımızdaki C-4 koğuşunun üst kattaki yatakhane girişine beyaz duman çıkaran kapsüllerin düştüğünü gördük. Bunların düştükleri yerde önce beyaza yakın bir alev peydahlanıyordu, sonra bu alev beton zeminde bile yayılarak büyüyordu. Fosfor içeren bir bomba kullandıkları belliydi. Öyle ki, beş dakika içinde koca koğuş alev yalazları içinde kalmıştı. Alevler o kadar güçlüydü ki, pencere camları patlamakla kalmıyor, pencere ve ranza demirleri resmen eriyordu. Koğuşta kalan arkadaşlar neyse ki alt kattaki yemekhaneye çekilmişlerdi.
Çıkarılan bu yangınlarda dikkat çeken bir noktada, bunların hep koğuşların çıkış kapıları tarafında başlamasıydı. Nitekim saat 13:30 sularında hemen arkamızdaki kadınlar koğuşundaki yangın da böyle çıkarılmış. Oradan "Yanıyorlar... Yanıyorlar..." çığlıkları gelince tahmin ettik zaten nasıl bir vahşetin sergilendiğini.
Kadın devrimcilerin yakılmalarının arkasından yine göreli bir sükunet çöktü ortalığa. Fakat iş makineleri ve kompresör sesleri gelmeye devam ediyordu. Gece Edirne'ye götürülürken öğrendik, Parti-Cephe'li arkadaşların bulundukları koğuşlar boşaltılıyormuş o saatlerde.
"İŞİMİZİ BİTİRMEYE NİYETLİYDİLER"
Saat 17:00'ye doğru bizim koğuşa yönelik yeni bir saldırı başladı. Ama bu kez öncekilere rahmet okutan yoğunlukta bir saldırıydı. Kullanılan bombaların ve harcanan kuruşunun haddi hesabı olmadığı gibi ilk kez o dalga sırasında kullandıkları yeni bir bomba türüyle karşılaştık. Beyni ve sinir sistemini adeta felç eden bir bombaydı bu.
Kokusunu aldığınız andan itibaren -ki bundan kaçınabilmek olanaksızdı- içiniz boşalıyormuş gibi bir duyguya kapılıyor kilitlenip kalıyordunuz. Bu dalga, yoğunluğunu azaltmaksızın bu kez üç üç buçuk saat sürdü. İşimizi mutlaka o gece "bitirmenin" peşindeydiler. Önümüz ve arkamız yanmaya başlamıştı. Birbirimizin üstüne binerek büzüştüğümüz halde bir iki metrelik bir alan dışında yanmayan bir nokta kalmamıştı. Hep birlikte aldığımız karar üzerine saat 21:00'e doğru "çıkmaya karar verdiğimizi" bildirdik.
Önce itfaiye hortumlarıyla yangına müdahale ettiler. Arkasından ilk olarak ciğerinden kurşun yiyen ağır yaralı bir yoldaşımızı almalarını istedik. Sonra çok özel kıyafetlerle donanmış subay ve astsubaylar hepimize teker teker alarak bizi o yıkıntıların ve henüz tam sönmemiş alevlerin arasından maltaya çıkardılar.
Malta kelimenin tam anlamıyla subay, astsubay ve asker kaynıyordu. Koridorun her iki tarafında üç sıra halinde diziliydiler. Kapının ağzında bizleri birbirimize ikişer ikişer zincirlediler. Operasyonu yerinden yöneten bir binbaşı, astsubayların komuta ettiği 5'erli asker gruplarına zimmetledi her ikiliyi. Güya "Bu adamları sağ salim toplanma noktasına götür" emri verildi ama o koridordan çıkana kadar yemediğimiz tekme, yumruk, dipçik, cop darbesi, küfür kalmadı.
En sona bizim koğuş kaldığı için ağır yaralılar dışında hepimiz arkadan zincirlenerek sevk arabalarına doldurulduk. Bizden önce düşen koğuşlardaki arkadaşlar meğer saatlerdir o halde arabalarda bekletiliyorlarmış. Üstümüzdeki giysilere bile o kadar gaz sinmişti ki, arka taraftaki muhafız erler gaz maskeleriyle oturuyorlardı. Bizler ise böğürüp duruyorduk. Operasyon sırasında aldığımız irili-ufaklı yaraların acısı yetmezmiş gibi bileklerimize sımsıkı vurulan zincirlerin verdiği acı ve uyuşukluk canımıza okuyordu.
Geçenlerde ölen, dönemin İstanbul Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Engin Hoş, bizi Bayrampaşa'dan kan revan içinde çıkardıkları gece elinde asası, maiyetiyle birlikte zafer kazanmış komutan edasıyla izliyor ve yönetiyordu işlenen insanlık suçlarını.
O halde Edirne'ye doğru yola koyulduk.
"İŞKENCE OPERASYON SONRASINDA DA SÜRDÜ"
Sonrasında nereye götürüldünüz? Tedavi olma şansınız oldu mu?
Edirne F Tipi Cezaevi'ne sanırım sabaha doğru vardık. Henüz gün aydınlanmamıştı. Açlık bir yana, acıdan ve susuzluktan kırılıyorduk. Bunlar yetmezmiş gibi aracın içinde giysilerimizden yayılan gazdan durulmuyordu. Buna rağmen en az üç dört saat de öyle bekletildik.
Sonra tek tek içeri almaya başladılar. Bu kez ortalık asker, subay, infaz koruma memuru ve sivil polis kaynıyordu. Arabadan alındıktan sonra önce bir odaya götürülüyordunuz. Burada kayıt işlemleriniz yapılıyor, parmak izi falan alınıyordu. Ardından götürüldüğümüz ikinci oda saç-sakal kesme odasıydı. Burası tam bir işkence merkezi gibi çalışıyordu.
"Siyasi tutsak olduğunuzu ve asker traşı olmayacağınızı" söylemenizle birlikte astsubaylar ve erler coplar ve kalaslarla girişiyorlar, içlerinden biri "yeter" diyene ya da yorulana kadar dövüyorlardı. Edirne girişinde burada yediğim dayaktan kaburgalarım kırılmış. Bunu günler sonra çıkarıldığım revirde öğrendim.
Üçüncü bir odada fotoğraf çekimi de yapıldıktan sonra çuval gibi yerlerde çekilerek götürülüp bir hücreye atıldım. Atıldığım hücrede inşaat pislikleri ve sıva kalıntıları bile duruyordu. Sanıyorum saatler sonra sürüne sürüne yatağa kadar gidip kendimi çuval gibi atmışım. Sayımlarda ayağa kalkmayanı dövüyorlardı. Akşam sayımında gelen ekipten buna yelteneler oldu ama sabah beni getirenlerden bir başgardiyan "Onun mazereti var, durumu müsait değil" dedi diye dokunmadılar.
DOKTORA 10 GÜN SONRA GÖTÜRDÜLER
29 Aralık'ı 30 Aralık'a bağlayan geceye kadar da ne o yataktan kalkabildim ne de doktor yüzü ya da herhangi bir tedavi gördüm. 29 Aralık akşamı sayımında yastığımda kan görmüşler. Geceye doğru ikinci müdürle gelip ancak o zaman revire çıkardılar. Revirdeki doktor, serum bağlayıp ağrılarımı kesmesi için Voltaren iğnesi yapmanın dışında, beni revire getiren ikinci müdür ve infaz koruma sorumlularına "kaburgalarımdaki kırıkların ciğerlerime batma riski olduğu için kimsenin bana vurmaması" yolunda bir uyarı yapmakla yetindi.
O kaburga kırıkları kendi kendine kaynadı. Daha doğrusu tam kaynamaya yüz tutmuşlarken Mart başında bu kez Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne sürüldüm. Sayımlarda ayağa kalkma dayatmasına uymadığımız için yediğim dayaklar sonucu beş altı kaburgam orada bir kez daha kırıldı.
Arkasından bize içirdikleri kuyu suyu nedeniyle tifoya yakalandım. Durumumun ağırlaşması üzerine bir gece apar topar Tekirdağ Devlet Hastanesi acil servisine kaldırıldım. Fakat alay komutanının "güvenlik riski var" demesi üzerine ertesi sabah taburcu edilip cezaevi revirine getirildim.
O günlerde Tekirdağ'daki cezaevi doktorunun insan gibi insan olması sayesinde tedavime revirde devam edildi. Nisan başında yapılan duruşmada da sağlık nedenleriyle değil, yedi yılı aşkın bir süre tutuklu kalmamı gerektirecek hukuki bir neden ve kanıt olmadığı için tahliye edildim.
"VÜCUDUMDA HALA KURŞUN PARÇASI VAR"
Açlık grevi, 19 Aralık operasyonu ve sonrasında yapılanlar sizde kalıcı etkiler bıraktı mı?
Yaşadığım sağlık sorunlarının hangisi yaptığım açlık grevlerinin, 19 Aralık ve sonrasında yaşadıklarımın doğrudan sonucu hangileri ya da ne kadarı daha önceki cezaevleri ve polis işkencelerinin sonucu, ayırt edemem kuşkusuz.
Yalnız 19 Aralık ve sonrasında yapılanların doğrudan sonucu olduğundan emin olduğum iki şey var: Bunlardan biri, bel hizasındaki omurgalardan birindeki kaymayla üç kaburgamdaki kırıkların yanlış kaynamış olmasından kaynaklanan bel ve sırt ağrıları; ikincisi ise, 19 Aralık günü yediğim kurşun ve şarapnel yaralanmalarının izleri.
O gün öğlen saatlerinde ara mazgaldan açılan bir ateş sonucu duvardan seken bir kurşun parçası sağ omzumdan girdi, sonraları sırtımın sol tarafına doğru ilerleyen bu parça hala vücudumda duruyor. Kemik kırıkları gibi o da soğuk havalarda bazen sancı yapıyor. Akşamki son saldırı dalgasında atılan bir el bombasından sıçrayan bir parça ise sağ kalçama saplanmıştı. Yıllar sonra yurtdışında çıkardılar onu da, anı olarak hala saklıyorum.
Bunlar dışında mide ve böbrek sorunlarım devam ediyor. İlk olarak Bayrampaşa'da başgösteren Behçet hastalığı ve onun yol açtığı ağız yaraları var. Bir kez de kalp krizi geçirdim, tıkanan bir damarıma stent taktılar.
"CEZAEVLERİNDE YATANLARI UNUTAMAZSINIZ"
Tüm bu olanlar sizi nasıl değiştirdi?
Cezaevlerinde uzunca bir süre kalmışsanız ve geçmişinizden adeta kaçarcasına uzaklaşmaya çalıştığınız derin bir yabancılaşma çukuruna yuvarlanmamışsanız eğer, iki çelişik duygu peşinizi bırakmaz:
Bir taraftan, daha önceleri görüş alanınıza bile girmeyen, her gün görseniz bile başınızı çevirip bakmadığınız şeyler bile gözünüze farklı görünmeye başlar. İnsanlar, nesneler, doğa...
Gözünüze bir başka görünür. Görüntülerin arkasındaki anlam ve derinlikleri yakalar, eskiden sıradan, küçük ve önemsiz görünen şeyler bile size farklı duygular yaşatmaya başlar.
Ama hemen buna bitişik bir biçimde de her sevinciniz gölgelidir. Mutluluğunuza hep bir parça da hüzün eşlik eder. Ne zaman hoşunuza giden bir şey yapsanız, yaşasanız, yeseniz, görseniz, gezseniz, içeride, bunlardan uzak ve bunların özlemi içinde olanları düşünürsünüz.Ağzınız acır, efkarlanırsınız. Bu zaman zaman bir suçluluk duygusu halini alır. Sanki onlardan bir şeyleri çalıyor gibi bir utanca kapılırsınız.
Artık cezaevinin dışındasınızdır ama cezaevleri ve oralarda yatan herkes bir biçimde hep sizinledir. Oralara tekrar geri dönme korkusunu yaşayanların taşıdıkları cinsten bir pranga olarak değil, çoğu zaman sizi daha fazla motive edip sorumluluklarınızı hatırlatan, bilincinizi ve hesap sorma isteğinizi bileyip diri tutan bir dinamizm etkeni olarak cezaevlerinde yatanları unutamazsınız!
Sorunuzdaki ifadeyle "tüm bu olanların" üzerimdeki tek etkisi bu değil kuşkusuz ama en önemli ve en derin etkinin bu olduğunu söyleyebilirim.
"TECRİT İNSANLIKDIŞI BİR SİSTEM"
Tecridin sizin için anlamı nedir? Cezaevlerindeki koğuş sistemiyle, F Tipi hapishaneleri karşılaştırır mısınız?
Burada öncelikle iki noktanın altı kalınca çizilmeli. Birincisi, farklı tipteki cezaevi sistemleri arasında yapılacak karşılaştırma, bunlardan birinin "tercih edilmesi" olarak görülmemeli, böyle çarpık bir algıya yol açmamalıdır. Çünkü cezaevinin "tercih edileni" olmaz!
Özellikle de muhalif düşünce ve eylemlerinden dolayı cezalandırılmak istenen komünistler ve devrimcilerin böyle bir tercihi olamaz!..
Büsbütün insanlıkdışı tutsaklık koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmek ve direniş ayrı bir konudur. Bu her şeyden önce doğal insani bir tutum, hatta reflekstir. Ancak bunun cezaevi modelleri arasında bir tercih boyutunu kazanıp birine karşı diğerini benimsemeye dönüşmesi tümüyle farklı bir şeydir. Ciddi bir bilinç çarpılması anlamına gelir.
İkinci olarak, ne kadar insanlıkdışı özellikler taşırsa taşısın hiçbir cezaevi ve cezalandırma biçimi, ne yaptığının ve neden yaptığının bilincine sahip bir iradeyi teslim alamaz!
Tersine o irade, 12 Eylül'ün İstanbul cezaevlerinde ya da 2000'ler sonrası F tiplerinde olduğu gibi, karşısındakileri geriletip o sistemi çözecek direniş biçim ve yöntemlerini mutlaka bulur ve geliştirir.
Özellikle F tipleri konusunda meselenin bu yanı yeterince vurgulanıp öne çıkarılmadığı için, tecrit sisteminin teşhiri adına yapılanlar, tam da rejimin bu saldırıyla amaçladığı gibi toplumda genel bir "F tipleri korkusu"nun doğup yayılmasına istemeden çanak tutan bir rol oynadı.
Kapatılmanın diğer biçimlerinden farklı olarak tecrit, cezalandırılmak istenen bireyin kişiliğini ezip parçalamayı, onu özellikle ruhsal bakımdan yıpratıp çökertmeyi amaçlayan insanlıkdışı bir sistem.
F tiplerinin mimarisinden kurum içi günlük rutin uygulamalara kadar bu sistemde her şey, sosyal bir varlık olarak insanı, insani olan ne varsa ona yabancılaştırma üzerine kurulu.
Örneğin tekli hücrelerden birine kapatılmışsanız, günde iki kez sayım almaya, ziyarete ya da revire çıkarmaya ya da "arama" adı altında sık sık taciz edip dayak atmaya gelen görevliler dışında aylarca insan yüzü göremeyebilirsiniz.
Aynı tutsaklık koşullarını paylaştığınız yoldaşlarınız ve arkadaşlarınızla iletişiminiz hücreden hücreye, bloktan bloğa bağırarak konuşmakla sınırlı kalır. Bir de geliştirdiğiniz bazı yöntemlerle notlaşabilirsiniz.
F tiplerinde mekan öyle dar, sizi çevreleyen duvarlar öylesine yüksektir ki mesafe duygunuz zamanla körelir. Hücrenizin "eni" yoktur zaten. Kapıdan hemen girişteki tuvalet bölümünün çıkıntısı, ikisi de betona sabitlenmiş yatak ve ayakucundaki iki gözlü metal bir elbise dolabından geriye boşluk kalmaz.
"Boy"u ise adımlarınızı biraz küçük atarsanız maksimum beş adımdır. Dolabın bitimine denk gelen pencereniz tam açılmaz. O yüzden eğer havalandırmaya da çıkarılmıyorsanız gökyüzünü o pencereden bakarak göremezsiniz. Pencerenin tam açılamayışı dışında "havalandırma" duvarlarının yüksekliği engel olur buna.
"Havalandırma" denilen o kuyuya çıktığınızda bile gökyüzünü görebilmek için başınızı iyice geriye atıp adeta sırtınıza değdirmeniz gerekir.
F tiplerinde geceyi-gündüzü, mevsimlerin dönümünü bile ancak kaba çizgileriyle algılayabilirsiniz. Bunlar arasındaki geçişlerin kendine özgü çizgilerini ve güzelliklerini duyumsamak tümüyle sizin hayal gücünüze ve anılarınıza kalmıştır.
Benzer bir körleşmeyi koku duyunuz yaşar. F tiplerinde çiçeğin, toprağın, yağmurun kokusuna bile hasret kalırsınız. Bunlarla ilişkilerinizi tümden keserler çünkü. O kalın betonları delerek başını uzatan yaban otlarına dahi tahammül gösterilmez.
Birbirleriyle kıyaslanacak olursa "koğuş sistemi" olarak adlandırılan sistem, tecrit sistemine göre elbette daha insanidir. Sınırlı sayıdaki insan arasında da olsa orada en azından sosyal bir ilişki zemini vardır.
Birlikte üretim, paylaşma, dayanışma, yardımlaşma, yerine göre tartışma, çekişme, öte yandan haklarınıza ve kişiliğinize yönelik keyfi tutum ve saldırılara omuz omuza karşı koyma olanaklarına sahipsinizdir.
Yalnız şurası da unutulmasın ki, bu göreli insanilik, koğuş sisteminin yapısından çok devrimci siyasi tutsakların 12 Eylül'den beri yıllara yayılan ve ağır bedeller ödedikleri mücadelelerin sonucudur.
Yoksa direnişin olmadığı, gereken mücadelenin verilmediği nice cezaevinde, üstelik ağzına kadar doldurulmuş koğuşlarda kalmanın bile görece insani koşulları kendiliğinden beraberinde getirmediğine dair yaşanmış çok sayıda örnek var.
"TÜM TOPLUMA KARŞI BİR SALDIRIYDI"
Açlık grevine başlama sebepleriniz neydi?
Direnişin nedeni, faşizmin F tipi saldırısıydı. Saldırının ilk ağızdaki hedefinde, cezaevlerindeki komünist ve devrimci tutsaklar olarak bizler vardık belki ama bu gerçekte tüm topluma, özellikle de emekçi sınıflarla gündemdeki yeni neoliberal saldırı paketlerine karşı koyma potansiyelini taşıyan tüm muhalefet dinamiklerine yöneltilmiş geniş kapsamlı bir saldırıydı.
Sadece bizlerin değil, tüm toplumun yaşamı hücreleştirilmek isteniyordu.
Bizlerin şahsında sistem karşıtı mevcut ve potansiyel bütün muhalefet dinamikleri korkutulup sindirilmek, işçi sınıfı ve emekçi kitleler başta olmak üzere tüm topluma gözdağı verilmesi amaçlanıyordu. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in, "Cezaevlerine hakim olamazsak IMF programlarını uygulayamayız" sözü, aslında her şeyi özetler.
Dikkat edilirse, 19 Aralık katliamı, Türkiye tarihinin en ağır ve yıkıcı krizini oluşturan 2001 Şubat krizinin hemen öncesine denk getirildi.
Zaten F tiplerinin yasal dayanağını oluşturan Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 1991 yılında çıktığı halde bu uygulamanın yıllar sonra gündeme getirilmesinin nedeni de aradaki bu ilişkide saklıdır.
"UYARI, ULUCANLAR KATLİAMIYLA BAŞLADI"
Bizler, komünist ve devrimci siyasi tutsaklar olarak kapitalizme, burjuvazinin egemenliğine ve faşizme meydan okumuştuk. Bu tercihimiz, düşünce ve eylemlerimizden dolayı tutsak alınıp zindanlara tıkılmıştık.
O hücrelere götürüldüğümüz takdirde bizi daha nelerin beklediğini, başımıza nelerin gelebileceğini 12 Eylül ve sonrasında edindiğimiz pratik deneyimler dışında dünyadaki benzer uygulamaların sonuçlarından da iyi biliyorduk. Dolayısıyla hem siyasal kimliğimiz ve karakterimizden dolayı hem de insan olarak yaşamımızın hücreleştirilmesine karşı çıkıp bizi biz olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir saldırıya karşı direnmemizden daha doğal ne olabilirdi?
19 Aralık katliamının provasının yapıldığı 26 Eylül 1999'daki Ulucanlar katliamını izleyen bir yıl boyunca kamuoyunu uyarmak için elden gelen çaba harcandı. Bunların saldırıyı geciktirici bir rolü oldu olmasına ama onu önleyecek boyutlara da bir türlü ulaşmadı.
Devrimci tutsaklar olarak bizlerin içerde kullanabileceğimiz direniş biçimleri belli ve sınırlı. Hele saldırı artık fiilen de gerçekleşmiş, 28 yoldaşınız vahşice katledilmiş, yüzlercesi yaralanmış, götürüldüğünüz hücrelerde her gün yeni dayatma ve saldırılarla karşılaşmaya devam ediyorsanız, kullanabileceğiniz en son ve en üst biçimlere başvurmaktan başka bir yolunuz kalmamış demektir.
Onun için, içerdeki tutsakları, "ölüme yatmaktan başka bir yol yok muydu, niye bunları tercih etmediniz?" diye sorgulamaya ve eleştirmeye kalkışanların, önce, bizlerin o noktaya gelmemesi için kendilerinin çok daha geniş hareket alanına sahip oldukları dışarıda neyi ne kadar yaptıklarının hesabını vermeleri gerekir.
"BEŞ KEZ MİDE KANAMASI GEÇİRİNCE AÇLIK GREVİ YAPMAM YASAKLANDI"
Hangi dönemlerde cezaevindeydiniz, ne kadar süreyle açlık grevi yaptınız?
12 Mart, 12 Eylül ve 1994 sonrası olmak üzere değişik dönemlerde toplam 15 yılı aşkın bir süre cezaevlerinde kaldım. İlk açlık grevimi, 1983 sonunda yakalandığımda 42 gün kaldığım İstanbul Siyasi Şube'de yaptım. Arkasından 1984 ölüm orucu geldi.
TİKB ve Devrimci Sol davasından tutsakların 12 Eylül faşizminin tek tip elbise saldırısına karşı giriştikleri o tarihsel direniş sırasında önce 48 gün kesintisiz, ardından iki kez de 10'ar günlük destek açlık grevi yaptım.
1991 yılında tahliye olana kadar katıldığım açlık grevlerinin sayısını ben de unuttum. Kimi 30'lu günleri bulan, kimi 20'li günlerde biten, bazıları direniş bazılarıysa bir haftalık ya da üç günlük destek ya da protesto amaçlı grevlerdi bunlar. Bunların toplamı 300 günü bulur herhalde.
1994 Haziran'ındaki son yakalanmamdan sonra, birlikte tutsak düştüğümüz yoldaşlarımla birlikte Şube'de 10 günü aşan bir açlık grevimiz daha oldu.
Arkasından 1995'te protesto amaçlı yağtığımız bir açlık grevinde beşinci kez mide kanaması geçirmem ve hastanelik olmam üzerine yoldaşlarım açlık grevlerine katılmamı yasakladılar.
Buna rağmen, 19 Aralık sonrası götürüldüğümüz Edirne F tipinde yeni bir denemede daha bulundum. Fakat 30 Aralık gecesi bir kez daha mide kanaması geçirdiğim ayrıca kaburgalarımdaki kırıklar nedeniyle ağzımdan kan gelmeye başladığı için apar topar kaldırıldığım revirde tedaviyi kabul ettim.
"O SALDIRIYA BAŞKA TÜRLÜ KARŞI ÇIKILMAZDI"
Açlık grevi eylemi hakkında şimdi ne düşünüyorsunuz? 67 gün süren son açlık grevlerini nasıl değerlendirirsiniz?
Faşizmin F tipi saldırısına karşı direniş kapsamında yapılan ölüm oruçlarını soruyorsanız eğer, başlangıç ve sonuç aşamalarında zamanlama konusunda sergilenen sorumsuz tutumlar dışında ve eylemin sürdürülüşü sırasında da yapılan bütün vahim hatalara karşın bu direniş öz olarak tümüyle haklı, meşru ve tarihsel bir direniştir derim.
19 Aralık'ın provası ve habercisi özelliğini taşıyan Ulucanlar Katliamı'nın hemen arkasından F tipi saldırısına karşı nasıl bir direniş çizgisi izlenmesi gerektiğine dair cezaevlerindeki tartışmalar sırasında, "Ölüm orucunu da içeren bir kapsam ve kararlılıkta net bir devrimci direniş stratejisi belirlenmediği takdirde, hücre tipi saldırısının püskürtülmesi şurada dursun geciktirilmesinin dahi mümkün olamayacağı" görüşündeydik.
Sonrasında, pratikte yaşayarak tanık olduğumuz ve bazılarını o görkemli direnişe ve tarihe karşı işlenmiş ağır bir suç olarak değerlendirdiğimiz bütün yanlışlara ve daha başka eleştirilerimize karşın bugün hala aynı görüşteyim.
Odağında cezaevleri olmakla birlikte sadece cezaevlerine yönelik olmayan o kapsam ve derinlikte bir saldırının karşısına başka türlü çıkılamazdı çünkü. O koşullarda ölümü baştan göze alan bir kararlılık şarttı ve baştan bu kararlılıkla hareket etmeyen bir devrimcilik de olamazdı!
Kürt yurtsever tutsakların gerçekleştirdikleri 67 günlük son açlık grevi direnişine gelince, bu her şeyden önce rejimin Kürt ulusal direnişini geriletip tasfiyeyi amaçlayan çokyönlü saldırılarına cezaevleri cephesinden verilen devrimci bir yanıttı.
Özellikle de KCK operasyonlarıyla doldurulan cezaevlerinin, Kürtleri korkutup sindireceği yerde rejimin başına bela olacak yeni bir cephe işlevini göreceğini göstermesi yönüyle anlamlı ve önemliydi.
Kürt ulusal hareketine bugüne kadar uzak ve mesafeli yaklaşmış kimi kesimleri dahi sarsarak ilerleyen bu anlamlı ve devrimci eylem, tam da yaptırım gücünün büyüdüğü, dışarıda da kitlesel dinamikleri harekete geçirerek AKP [Adalet ve kalkınma Partisi] hükümetini ve burjuvaziyi daha fazla sıkıştırmaya başladığı kritik bir kesitte, önüne koyduğu üç temel talepten özellikle de anadilde savunma hakkı ve Abdullah Öcalan üzerindeki tecritin kırılması konularında sonuç alma şansı belirgin bir biçimde artmışken yanlış bir kararla ve yanlış bir yöntemle erken bitirildi.
Fazla da "ince" sayılamayacak sosyal şoven bir yaklaşımla her fırsatta bu hareketin gerçek ya da icat edilmiş zayıf yönlerini, yanlışlarını, kusurlarını öne çıkarmayı siyaseten marifet sayan çevreler, salt bu sonuçtan hareketle, bu eylemin nasıl "başarısız" olduğunu ispatlama yarışına çıkmış durumdalar.
Buna karşın, ezilen bir ulusun başkaldırısı olarak Kürt ulusal mücadelesinin tarihsel bakımdan haklılığı yanında 30 yıla yakın bir süredir pes etmeyen toplumsallaşmış militan bir demokratikleşme dinamiği olarak hak ettiği saygı ve desteği göstermeyi onun her yaptığında bir keramet bulmakla karıştıran yandaşlık eğilimi ise tam tersi bir çaba içinde. O da bir "başarı" hatta "zafer" rüzgarı estirmeye çalışıyor. Bunların her ikisi de yanlış.
Bu noktada, açlık grevi ile ölüm oruçları arasındaki farklar üzerine felsefe yaparak "eylemin ölümler olmadan bitmiş olmasını" başlı başına bir "kazanım" olarak saymak, her şeyden önce bu direnişin kendisine bir hakarettir.
Önüne koyduğu taleplerle birlikte seçilen biçimin kendisi, ölmenin elbette ki şart olmadığı ama ölüm olasılığını da baştan kabullenip göze alanların seçebilecekleri bir biçimdir ve bazıları eylemlerini baştan "ölüm orucu" olarak tanımlayan Kürt yurtsever tutsaklar da yola zaten bu kararlılıkla koyulmuşlardır.
Başka bir anlatımla, "kimsenin ölmemesini" başlı başına bir amaç ve hedef olarak belirleyen dönüşümsüz-kitlesel bir açlık grevine ya baştan hiç girilmemeli ya da talepler ona göre yani sembolik bir eylemle de gündemleştirilip ulaşılabilecek sınırlar içinde tutulmalı.
Ancak diğer yandan bu eylemin hiç umulmadık kesimleri bile etkileyip Kürt sorununda yeni bir kitlesel seferberlik dinamiğine dönüşmesi, AKP kadroları ve tabanı içinde bile sarsıntı yaratması başta olmak üzere doğurduğu sonuçlara büsbütün göz kapatmak da doğru değil. (Bianet)
SON VİDEO HABER
Haber Ara