Dolar

32,5938

Euro

34,7271

Altın

2.497,23

Bist

9.524,59

'Henüz öyle aydınlar sahneye çıkmış değil'

“Şartlar Türkiye’yi Salih Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye zorluyor, onun teklif ettiği dünya görüşünü tartışmaya zorluyor, onun teklif ettiği kadro ahlakını konuşmaya, benimsemeye zorluyor, onun teklif ettiği Başyücelik Devletinin aydın kitlesi tarafından hızla ve samimi bir şekilde tartışılmasına zorluyor.”

10 Yıl Önce Güncellendi

2014-10-02 15:42:21

'Henüz öyle aydınlar sahneye çıkmış değil'


Fazıl Duygun: Gerek Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan, gerek Başbakan Davutoğlu’nun “Yeni Türkiye’yi, gerçek Büyük Doğu’yu kuracağız, ve Ankara Selçuklunun yeni başkenti” söylemlerinden yola çıkarak, AK Parti bağlamında yeni Türkiye’yi ve AK Parti’nin ne yapmak istediğini değerlendirebilir misiniz?


Cumali Dalkılıç: Yaşadığımız süreç aslında, bundan sonrası için konuşulacak olan devreye gebe bir devir. Türkiye’de siyaset konuşulurken, İslami bir dünya görüşüne nisbetle konuşulmadığı için, konuşulanlar da aslında sosyoloji ağırlıklı bir siyasetten ibaret kalıyor. İdeolojik bir zeminden, ideolojik nispetlerden mahrum bir siyaset. Bugüne kadar konuşulan politikalar ağırlıklı olarak sosyolojik veriler ışığında hareketi belirleyen siyaset oluyor. Duygusal ağırlıklı, kitle psikolojisinin hükmettiği bir siyaset söz konusu… O yüzden Ak Parti'nin kendisi de, dünya görüşünden mahrum, akıp gelen sosyolojik hadiselerle yoğrulmuş, kitlelerin belirlediği duygu ve düşünceleriyle şekillenmiş bir yapı. Bu yapı, daha önce olduğu gibi, yine başka bir sosyolojik evrede daha farklı renkleri içine katarak sonradan gelen tesirlerin rengine kapılabilecek türden bir yapı. Değişken bir yapı. Çünkü belirleyici olan her zaman kitle olmuş. Demokrasi de bu anlamda kolay konuşuluyor bu memlekette. Tamamen şekli…

Demokrasi hani halk iradesidir ya, halkın belirlediği yön, duygu ve düşünce alışkanlıkları üst tabakayı, aydın kitlesini veya hükümetleri konuşturuyor, onlara da zaten bu kolay geliyor; bir ölçüde avantaj olarak görüyorlar. Her ne kadar Kemalist dönemin jargon farklılığından ötürü “halk düşmanı” nitelemesi yapılıyor olsa da, aradaki mesafe, devreler boyunca Kemalist yapının kendi kendini bitirmesine yol açtı. Kemalizmin bir dünya görüşü olduğu vehmi istediği kadar pompalanadursun, halk yine kendi bildiği duygu ve düşünceyi korudu, nötr kaldı siyasi gelişmelere. Şimdi tabanın belirlediği belli başlı sosyolojik ivmeler, sosyolojik yönelimler, eğilimler, üstteki yapıyı dönüştürmeye başladı son 15 yılda. Hatta tersinden 28 Şubat’la beraber. Zaten 28 Şubat’ın operasyonel unsurlarının bilinçli-bilinçsiz hedeflerinden biri de şuydu; tabanda İslâm’dan umudu kesici bir operasyon yapmak. O dönemler ve hemen önceki devrede İslam adı siyasetle birlikte telaffuz edildiğinde en "parlak fikir" şuydu: İslam'ı hayata geçirmek…

Nasıl olacaksa? Öyle psikolojik bir operasyondu ki bu, yukarıda İslami motif ve söylemlerle öne çıkan siyasi bir yapı oluşmasın, halk bu tür bir yapıdan umudunu kessin. Halkın her sandığa gittiğinde Menderes döneminden bu yana, tek parti döneminden bu yana umut ettiği hep oydu. Merhum Menderes'in, "siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz" sözünü bilirsiniz. Serbest Fırkanın kapatılmasının bir sebebi buydu değil mi? Serbest Fırka kapatılmasaydı, belki halk bu fırkayı o denli bir palazlandıracaktı ki, desteğiyle, potansiyeliyle CHP'yi etkisizleştirecekti. Serbest Fırka'nın kadrosunda zamanın Türkiye’sinden her kim olursa olsun, bu pek farketmeyecekti. Şimdiki yapının da dönüşebilecek bir yapı olduğu açık…

Dil itibariyle, dönüşüm geçirmekte olduğu, kullandığı dilden anlaşılıyor. Çünkü kadrosu oturmuş olan bir yapı değil. Nitelikli kadro olsa, dilini kurabilmiş, siyasi dilini oluşturabilmiş, giderek dünya görüşünün adını koyabilecek bir yapı olurdu. Kadrosu ve dünya görüşü olan bir yapı olmadığı için bazen “ideolojilerle işimiz olmaz” türünden, saçma laflar duyuyoruz. Oysa dünyada ideoloji davası, dünya görüşü tartışması hala sürüyor. Yeni hayat tarzının ne olacağı sorusu ortada dururken, yeni bir dünya görüşü, ideoloji konuşulmaz olur mu? Hayat tarzı ideoloji olmaksızın konuşulmaz. Dünya görüşü eşittir hayat tarzı. Günümüz dünyasında böyle… Hemen her şey imajlar üzerinden yürütülüyor, aşılanıyor. İdeolojiler, ideoloji dili, onun eşya ve hadiseleri yorum gücü belirler hayat tarzını, duygu, düşünce alışkanlıklarını. Fikir-ahlak beraberliği, “kendisinden doğduğu fikri ileri doğru zuhur ettirir” diyor ya Kumandan Mirzabeyoğlu, Bunun adı ahlak, diyor. Tam bu noktada ahlak, aksiyonla aynı manada idrak edilmeli… Bilinen manada ahlakı telkin eden tavır, aksiyonun ta kendisidir.

Fazıl Duygun: Peki şunu sorayım, AKP biliyorsunuz, 2002’de iktidara geldi. O günkü AK Parti, Irak işgalinde müthiş bir Amerikan taraftarlığı yaptı. Şimdiki Cumhurbaşkanı, o günün başbakanı Tayip Erdoğan tezkere içinde çok çalıştı. O günden bu güne baktığımızda şu anda Türkiye, Amerika’ya posta koymaya çalıştığı görülüyor.. Gerçi bugün Erdoğan gene askeri operasyona varız vs. dedi ama, genel kanı şu; 2003’deki AKP den bugünkü AKP’ye özellikle kongreden sonra ve kongre döneminde özellik Erdoğan cumhurbaşkanı, Davutoğlu başbakan olduktan sonraki AK Parti arasında bir fark var mı, varsa bunun izahı nedir?...

Cumali Dalkılıç: Bahsettiğimiz yapısal kriz hem iç hem dış politikada sözkonusu… İnsanımız "posta"yı gördüğü gibi "kolpa"dan da "çakar". Aksiyona davet ediyor. o da çapınca yapıyor veya mış gibisi oluyor. öyle ya verilen royun derhal işe-aksiyona çevrilme beklentisi var. Bu millet eski dönemlerin milleti değil… Beklentiler yükseltildiği nisbette teamülleri de zorluyor haliyle. Ancek tavan tabanın duygu ve düşünce tavrını tam olarak dengeleyemiyor. Milletin giydirmek istediği "gömlek" kat kat büyük geliyor; tabandaki duyarlılığı, insicamı sağlayacak hüviyette kadro henüz oluşmuş değil tam anlamıyla. Yani tabanın enerjisini şekillendirecek mekanizma, motor şahsiyetler olmuyor, inkişaf etmiyor, olan da yarım yamalak işlerle beliriyor. Haliyle bütün tezatlarıyla birlikte dönüşüm bunalımı yaşanıyor. Karakter sahibi olması zaruri ve hayati bir memleket davası var önümüzde. Siyaset… Neye ve kime göre?…

Hangi akılla? İşte mevcut dünya düzeni güdücülerine ve gönüllülerine ve buna karşı olan memnuniyetsiz geniş yığınlara sorulan en büyük "siyasi" suali budur İBDA'nın… CHP de MHP de yaşıyor kendi dönüşüm bunalımını… Bir türlü cesurca, delikanlı gibi nefs muhasebesine girişecek adam yok, kadro yok. CHP’de kendi içinde bir tür nefs muhasebesi yaşıyor. Mesela Bekaroğlu’nu MYK’ya katmaları bunun bir işareti olarak görülebilir. Çünkü ortada sosyolojik bir dayatma var anlatabiliyor muyum? CHP bugün “din düşmanı, halk düşmanı” imajından kurtulmak istiyor. CHP fena bir isim değil aslında; Cumhuriyet Halk Partisi…

Yani devletin partisi, halkın partisi, Cumhuriyet’le halkı barıştırabilecek bir parti olabilecekken, yukarıdaki yoz, yobaz zihniyet zaman içinde halkla bütünleşeceği yerde halktan koptu. Halk düşmanı tipler çıkmaya başladı içinden. Necip Fazıl Nihat Erim hükümetini örnek verir mesela, tamamen halk düşmanı güdücülüğünde…

Mirzabeyoğlu da benzer bir şey söyler; “CHP komünist bir parti değildir ama komünistlere fidelik etmiş bir partidir” der. Nüanslar var halbuki… Şimdi, algı olarak şu çıkıyor, halkın gözünde; “Bunlar olsa olsa komünist gibi parti veya komünist partisi, Allahsız parti..” gibi. Halkın ağzına Allahsız nitelemesi kolay yapışır. Nitekim öyle oldu, CHP sosyolojik dinamikleri kuşanıp dönüşemediği için, yeni yıllara, gelişen zaman ve mekan şartlarına hazırlıklı olamadı, apıştı kaldı. Gele gele 80’lere geldi, 80’lerde kitleselleşme davası sürecinde yalnız kaldı. 80'lerin ilk devresi kapatılan partilerin tamamı halktan umudunu kesmiş, halkın da onlardan yıldığı süreçti. Halk bu arada, tıpkı “Arab baharı”nda Arap halklarının, (Sayın Mirzabeyoğlu'nun hatırlattığı; “Halk talimi”…), bizde 60’larda, 70’lerde, 80’lerde devre devre büyük bir halk talimi yaşadı; siyaset düşünmeye başladık. Eski nesiller bu seviyeyi yakalayamamış olsa da. Necip Fazıl’ın ve Mirzabeyoğlu’nun; bütün dinamikleriyle, bir dünya görüşü dili kurmasıyla beraber, Müslümanlar da siyaset düşünmeye başladı. Yani muhakemesini belirlemeye başladı. Bunu da Üstad belirledi zaten. Sayın Mirzabeyoğlu anlatıyor ya, “Muhakeme usulü getirmiştir, eşya ve hadiselere bakışta” diye. İslam siyaseti, yani İslam'ın dünya çapında siyaseti oluşturulmuş durumdaydı. İdeolocya Örgüsü bu amaçla yazılıyor zaten, fasikül fasikül. Yine dünyada dünya görüşü tartışmalarının sürdüğü bir dönem. Şimdi o süreçte "İslamcı düşünce" dediğimiz şey doğuyor, gelen nesillerin adlandırışıyla. Aslında İslamcı düşünce diye bir şey yok, öyle bir niteleme yok, öyle bir keyfiyet yok. Bu tür adlandırmalar yetişen nesillerin dilinin olmamasından. Aslında dil kurulmuş, Büyük Doğu-İBDA adı…

Sayın Mirzabeyoğlu'nun belirttiği gibi; “Büyük Doğu bir şablon değildir, bir muhakemedir, bir mihrak anlayıştır.” Oradan anlayışını kurarak, gelişen hadiseler karşısında "şuur süzgeci" oluşturma davası olmalı siyaset. Şimdi bu gerçeklikten kopuk bir hadise değil şu an yaşadığımız süreç. Ak parti dediğimiz siyasi rüzgar diyelim, aslında dört köşeli ya da birkaç köşeli bir yapı değil. Sosyolojik bir rüzgarın etkisiyle yoğruluyor bu yapı, yani yine bir tür halk ihtilali, "halk talimi" sözkonusu anlatabiliyor muyum? Sosyolojik dinamikler, dönüşümler sözkonusu. Ancak bu çok hızlı olduğu için, kitlesel baskı yoğun olduğu için, fikir esaslı değil, duygusal anlamda çok yoğun olduğu için, yukarısı bunu, düşünce yetmezliği nedeniyle, tam anlamıyla tercüme edemiyor, dolayısıyla kalıba dökemiyor, kadrolaştıramıyor. Yoksa çok ciddi bir halk desteği var. Bu "dava" sadece hitabetle anlamlandırılamaz. “Yeni Türkiye veya Selçuklu’nun başkenti” vs. tamam bunlar duygusal anlamda güzel sözler… Ama, bunun ete kemiğe bürünmüş halini görmek için henüz erken. Dış politikadaki açmazlar da bunu ispatlar durumda. Zaten hükümetin içindekilerin önde gelenlerinin bile kendi itiraflarıdır aynı zamanda, "adam" sıkıntısı, kadro olma sıkıntısı.

Fazıl Duygun: Yusuf Kaplan’ın Cumhurbaşlığı seçimlerinden sonra “Tayip Erdoğan’a 20 Önerim” diye bir yazısı vardı, ordaki öneriler aslında BD-İBDA’nın, temel tezlerini oluşturan, ana düşüncelerini oluşturan, bir iktidar ortaya çıkarıp şekil vermesinin başka türlü bir izah diyebilir miyiz?

Cumali Dalkılıç: Tabi tabi, bu bir dayatma zaten. Mesela Davutoğlu’nun Başbakan seçilmesiyle birlikte yaptığı 9 maddelik bir konuşma vardı. İlk maddesi “özgüven”di. Kişilik sahibi olmak, kompleks hastalığından kurtulmak gibi ifadeleri vardı. “Başyücelik Devleti”nde ilk dava “Şahsiyetcilik” dir. İnsanımıza kendi şahsiyetini idrak etme davasını telkin eden ilk şahsiyet, "mihrak şahsiyet" Necib Fazıl'dır. Yani siyasette biz, biz derken bu halk, Müslüman Anadolu halkı, Anadolu çocukları rol almaya, ilk etapta şahsiyetini idrak ederek başlayacaktı. Bu lafta bir şey değil, gelişen hadiseler bunu dayatıyor zaten. Müslüman Anadolu çocuğu artık dünya siyasetinde rolünü oynamalı. Peki bu nasıl olacak? Yoğun batıcı hayat tarzının, batı fikir ve yaşayışının, batı kültür ve ahlakının “saldırılarının” tırnak içinde ifade ediyorum, -çünkü bu kimi zaman çok "zarif" de olabiliyor- püskürtülmesiyle olacak. Her ne kadar ruhen benimsenmese de bu “saldırılar” etkili oluyor. Anadolu ruhu sürekli bu darbeyi alıyor, mıncıklanıyor. Anadolu insanının mahrem dünyası kirletiliyor, zehirleniyor.

Fazıl Duygun: Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, daha ilginç bir şey dedi, “Hep birlikte gerçek Büyük Doğu’yu yeniden kuracağız”. Salih Mirzabeyoğlu’nun çıkışının sebebi, gerçek Büyük Doğu’yu kurmak lazımın bir ifadesidir. Yine Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun 3 sene önce yayınlanmış, “Ölüm Odası B-7 Tarih” isimli kitabında sürekli Selçuklu’ya vurgu yapar, onu gündeme getirir. Şimdi Ahmet Davutoğlu başbakan olduktan sonra bir konuşması var, “Ankara Selçuklu’nun yeni başkenti olacak” diyor ve, yeni başbakanlık binası için Ak Saray diye Selçuklu’ya gönderme yapıyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun sürekli tekrarladığı Selçuklu Ahmet Davutoğlu’nun zihinde. Şöyle bakınca bu “tesiri” görmemek mümkün değil. İsterse istismar amaçlı olsun…

Cumali Dalkılıç: Ak Parti istismarı mümkün olmayan bir durumla karşı karşıya. Şartlar öyle bir zorluyor ki, bu şartlarda “ya herru ya merru” dışında çözüm görünmüyor. bu açıkça seziliyor ancak ifadeye getirilemiyor. "Dil"in olmazsa, idealin olmazsa, bir dünya görüşün ve onun kadrosu olmazsa dünya seni yiyecek. Anlata biliyor muyum? Hani o çift başlı kartal, Selçuklu’nun sembolü. Geçmişten geleceğe doğru çift yön. Mazi ve istikbal, halde, halihazırda idrak edilecek gerçeklik…

Bu sembol Başyüceliğin sembolü aynı zamanda. Başyücelik’te teklif edilen dünya görüşü öyle rafine bir şey ki, yani siyaset, kültür, ahlak, eğitim, ekonomi kısaca her şeye kendi edebiyatıyla aktarılması gereken bir idrak zemini, bir muhakeme usulü yenilemesi getiriyor. Yeni zaman ve mekan şartları itibariyle. Bunu sistem diliyle henüz siyasette dolaşıma sokabilmiş değiliz. Zaten halk efkarında bunun karşılığı var. Bize düşen buydu. Yani siyasette bugün, Başyüceliği açılmış, yorumlanmış, güncellenmiş, günümüz diliyle aktarılabilir duruma getirip, konuşmak, aktüelleştirmek gerekiyordu. Ki bir şey konuşuldukça, ifadeye geldikçe kafada pişer, olgunlaşır, zamanla pratiğine geçilir. Bu da bir süreç işi…

Eski Yunan'da stoacılar için "düşünen kafa"ların yeri sütun (sütun, yunancada stoa demekmiş) araları, bir başka akımınki yürüyerek konuşma-etüd, Araplar "meşşai" diyor bunlara… Eflatun da "akademya"yı kurarak kurumsallaştırmış davasını… İçselleştirme etüdlerinde tasarruf edilen mekan… İlk pratik mekan… Siyasette açıkca konuşulmayan bir şeyi bazı çıkıntılarla, diyelim böyle sembolik ifadelerle Ak Saray gibi… Bir özleyişin daha çok edebi ifadesi…

Mek'an tamam diyelim peki ya kadro? Yılların yılgınlığını azmanlaşmış yapılarla aşmak? Bu birgün yuvarlanacağın uçurum kendi ayağının altına kendin inşa etmek gibi bir tezatı andırıyor. Zaten kadro bir fikrin şekillenmiş hali olarak düşünülürse yeni zaman ve şartlarda, mekanı teşhir edecek bir organdır aynı zamanda. Kadro olmadığı için şekil konuşulmuyor. Şimdi noluyor? Bir takım resimlerle, tasvirlerle birlikte sembolik ifadeler konuşuluyor, gündeme getiriliyor. Tabi buradan dört başı mamur bir dünya görüşünün tartışmasını çıkarmak pek mümkün olmuyor. Konuşulduğu andan itibaren yakıt göstergesindeki azalma lambası gibi gözler alarm veriyor. Sürekli "dost meclisi"nde konuşulan bir şey Başyücelik Devleti. Yani bunu konuşabilecek “aydın” henüz sahneye çıkmış değil. Bunda son 30 yıldır 80’li yılların ortasından bu yana belki de daha öncesinden içinden gelmiş, kenarından geçmiş, şurasından bir şeyler kapmış, aşina olmuş insanların "siyasi şuur" noksanlığından belki kendini ifade etmek için çıkması gereken platformlarda görünmemesi, propaganda yetersizliği, idrak sığlığı...

Bunun muhasebesini yapmadan, Büyük Doğu idealinden bahsetmek pek mümkün değil. Nerede kaldı halk pratiğinde Büyükdoğu? Her kesimden insanı ikna edici, ona gerçek vatanında konuşulacak, yaşanacak, yaşanmaya değer hayatı sunacak bir imaj, bunun estetik idrakını sunacak pratikler… Alıştırmalar, atıştırmalar… İnsanımız diyor ki , ya tam olacaksın ya hiç. Anadolu halkı, yaşayışta ve iananışta pazarlıksız karakterdedir. Bu karakteri aşınmaya, yozlaşmaya terketmeden Sayın Mirzabeyoğlu'nun fikir davasını yücelttiği eserine verdiği isimle, "kültür davamız"ı insanımızın sırtlaması gerekiyor. Anadolu sosyolojisi artık diyor ki, yapacaksan adam gibi yap şu işi, pazarlıklı yapma diyor. Halk bunu istiyor, bir an önce gerçekleşsin istiyor. Bu yoğun baskı fena halde bir şoka uğratıyor üst yapıyı, yönetici yapıyı. Tırnak içinde söylüyorum, kimisi yetersiz, liyakat şartlarından yoksun ve ekserisi dalkavuk. Kimisi için belki konuşulabilir. Halk enerjisini yumruk halinde bir fikre bağlayıp sıçratmak. potansiyelden kinetiğe geçirmek… Hala başörtüsü tartışılıyor, yuh artık!..

Fazıl Duygun: Şimdi gazeteci Şükrü Sak, Baran dergisine verdiği bir röportajda diyor ki; “Mirzabeyoğlu’nun çıkışı, Türkiye’nin Batı, Amerika ve İsrail’e verdiği en büyük cevabdır…” diyor. Siz bu sürecin açılımını yapabilir misiniz? Mirzabeyoğlu’nun çıkışı Batı’ya ABD’ye ve Siyonizme gerçekten milli bir cevab mıdır?... Arkasından mahkeme kararı tarafından tutuklama kararı çıkarılması?... Bunu değerlendirebilir misiniz?...

Cumali Dalkılıç: Mirzabeyoğlu'nun tarih muhasebemizde ifade ettiği; “Şartlar Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorluyor…” diye bir ifade var ya bunu şu şekilde de okumakta bir mahsur olmasa gerek... Şartlar Türkiye’yi Salih Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye zorluyor, onun teklif ettiği dünya görüşünü tartışmaya zorluyor, onun teklif ettiği kadro ahlakını konuşmaya, benimsemeye zorluyor, onun teklif ettiği Başyücelik Devleti'nin aydın kitlesi tarafından hızla ve samimi bir şekilde tartışılmasına zorluyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun “çıkışını” konuşmak demek, hadiseyi belli bir şahsa, topluluğa bağlamadan şöyle ifade edebirim sanırım. O'na göstericek teveccüh öncelikle ahlaki bir sorumluluk. "Mağdur" olduğundan veya yaşadığı zulümden değil… "Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederim" diyerek yaşadığı zulüm ve işkenceyi hiçleştiriyor. Korkunç bir fedailik bu, kelimeler yetersiz! O, gerçek bir dava adamı örneğini ortaya koyarak tüm dünyanın saygısını hakediyor. İşte bu tam bir Anadoluluk, Anadoluculuktur. Anadolu insanı, bizim insanımız tarih boyu bunu yaşamış, zulüm göreni daima anlamış, ağırlamış, onun için ağlamıştır da!… Şu kadar yıllık hapis hayatını düşünelim; bu irade, en gaddar cellatlarda bile saygı uyandırır. 16 yılın tamamını korkunç işkencelerle yaşamış olmasına ve tecride rağmen insanımız istisnasız O'nu sahiplenecekti. Gördüğü zulüm, her kesimi rahatsız ediyor, duyarsız görünmekten korkutuyordu. Memleketinin aydınını susturan olağandışı, olağan üstü dik duruş…

Anladığım kadarıyla onun duruşu birçok aydının duruşunu bozuyor; "itibarsızlaştırma" hedefiyken, uzaktan yakından herkesimden aydın iddialısını müthiş rahatsız ediyordu. Aksiyoncu kimliği, bütün çapıyla aydın kimliğini itibarsızlaştıracak şiddette çok ince bir noktadan silahsız, duldasız muhatabının nefsaniyet putunun alnına dokunmadan yıkıyordu. Bu halden haberdar olan için şikayet duygusuna kapılıp mevzuu olmayacaktı da O'nun durumu nasıl konuşulacaktı? Merhamet dilememiş, aksine aydınına adalet sistemini silkelemeyi, sorgulamayı, buradan ve bir çok açıdan dünya görüşü haysiyetini yoklamaya davet etmiş. Asla edebiyatında olmamış, iş ve aksiyon üzere çile doldurmuş, kendi ifadesiyle "bomboş bir devirde boş zaman geçirmemiş" Bu bütün siyasi kombinasyonları ve operasyonları aşan, etkisizleştiren en büyük teslim alıcı hamledir, aksiyondur. Bundan sonra aranan sebeblerse doğrusu spekülasyona açık hususlar olmaktan kurtulamayacak gibi…

Bunun açıklamasını da sorumlularına bırakalım. Salih Mirzabeyoğlu’nun davasının konuşulup, tartışılıp, gündem olup, benimsenebileceği bir süreçte olmamız gerekirken, aydın potansiyeli taşıyan insanlardan uzaklaştırılması gerekiyordu. Aydınımızın ilk anlaması ve derhal telafi etmesi gereken en büyük, en acı kaybımız O'nun davasını anlamamış olmaktır. Şu kadar zaman sonra Mirzabeyoğlu’nun dimdik çıkışı, müesses nizâmın Başbakan’ı tarafından aranıp bu çıkışı memnuniyetle ve saygın karşılaması, tabii ki siyasi tavır değerindedir. Bunu "Türkiye'nin Batı'ya verdiği en sert cevab olarak" görmekte sakınca yok. "Şartların tarihi misyonu üstlenmeye, Mirzabeyoğlu'nun çıkışa zorlayarak" yeni bir aşamaya geçmesi… Mirzabeyoğlu'nun dünyanın başına gelmiş en büyük "değer" olduğunu yaşayanlar görecek ve anlayacaktır.

Cumali Dalkılıç, Baran ve Aylık dergilerinin eski editörü ve yayın kurulu üyesi gazeteci

Haber Ara