Dolar

32,3200

Euro

35,1252

Altın

2.299,02

Bist

9.041,20

Hocalı Katliamı ve Zulmün Tanıklığı

1991'de Hocalı'da yaşanan katliamı hatırlamak, yetkilileri göreve çağırmak ve farkındalık oluşturmak amacıyla İHH’nin düzenlediği 'Hocalı ‘ya adalet' sempozyumu için İstanbul’a gelen Dürdane Agayeva Hocalının abluka altına alındığı, akabinde esir düştüğü o günleri İHH AKEDEMİDEN Mervenur Lüleci’ye ve TİMETURK yazarlarından Furkan Azeri'ye anlattı.

10 Yıl Önce Güncellendi

2015-02-27 11:35:25

Hocalı Katliamı ve Zulmün Tanıklığı

Tam 23 yıl önce Azerbaycan’ın Hocalı bölgesinde bir katliama tanıklık etmişti dünya. Binlerce insan öldürülmüş, binlercesi esir düşmüş, yerlerinden edilmiş ve eziyet görmüştü. Dürdane Agayeva da 20 yaşında Hocalılı bir genç kız olarak yaşamıştı o elim günleri. Bugün 12 yaşındaki kızı ve onu çok seven eşi ile yaşadıklarını unutmaya çalışıyor. Röportajımız için bir araya geldiğimizde tüm samimiyeti ile yaşadıklarını en başından itibaren anlatmaya başladı. Biz de sorularımızla sözlerini bölmeden dinledik. İşte Dürdane Hanım’ın dilinden Ermenilerin Hocalı mezalimi…

1972 Hocalı doğumluyum. Katliamın yaşandığı yıl 20 yaşında gencecik bir kızdım. Telekom’da çalışıyordum. 17 yaşında çalışmaya başladığım ilk zamanlar henüz hiçbir sorun yoktu ya da yeni yeni başlıyordu. Ermeni sorunu tam olarak 12 Şubat 1988’de başladı. Çatışmalar aylar geçtikçe daha da yoğunlaşıyordu. Ermeniler ilk kez 18 Eylül 1988’de Hocalıya baskın yaptılar. Hiçbir silahı, tüfeği, mühimmatı ve askeri gücü olmayan Ermeniler, ellerinde en yeni silahlarla saldırdı topraklarımıza. Hocalı halkı korkaklıklarıyla tanıdığı Ermenilerin karşısına çıktı. Evet, Ermeniler korkaklıkları ve güçsüzlükleri ile biliniyordu. Parmağından bir damla kan aksa korkan bir millettir Ermeniler. Hatta ‘kan gördü Ermeni korktu’ diye bir söz vardır bizim oralarda. 1990’a kadar bu hadiseler giderek kızışmaya başladı. Ancak Kasım 1991’de tam manasıyla savaşın kokusunu aldık. Hocalı dört bir yanından abluka altına alınmış her gece tepemize roketler atılıyordu. Bütün yollar kapatılmıştı, sadece hava yolu kullanılabiliniyordu. Hava limanına da helikopterler geliyordu ancak birkaç tane helikopteri de düşürmüşlerdi. Sonrasında helikopterlerle de gelmeye korkar oldular. O zamanlar Hocalı halkı yiyecek ekmek bulamaz hale gelmişti. Çok zor bir duruma mahkum edilmiştik. İnsanlar yiyecek bulamadıklarından bitap düşmüş, yaralılara ilaç bulunamadığından durumları daha da ağırlaşmaya başlamıştı. Bize havadan gıda ve ilaç atan helikopterlerimiz de kendi güvenliklerinden emin olamadıklarından dolayı gelemiyorlardı. Çok çaresiz günlerdi. Öyle ki, bir askerin yiyecek yemeği kuşanacak silahı olmazsa, o toprakları nasıl koruyabilsin ki?

O günler her aklıma geldiğinde çok kötü oluyorum. Çünkü o süreçte insanlar kendi evlerinde değil evlerinin altlarına inşa ettikleri sığınaklarda kalıyordu. 1992 yılının Ocak ayına geldiğimizde artık elektriklerimiz de kesilmiş ve sadece jeneratörlerle ihtiyaçlarımızı karşılıyorduk. Telekom tabi ki sadece elektrikle çalışıyordu. Elektriklerimiz kesilince firmanın çalışmaları da durdu. Öyle bir durumda iletişim faaliyetlerini yürüten bir firmayı durdurmak çok kötü olurdu. Ağdam ve diğer şehirlerle Telekom üzerinden iletişim kuruyor durum bilgisi veriyor ve yardım istiyorduk. Sonuçta jeneratörler çok işimizi görmüştü.

Yirmi yaşında genç bir kızdım. Her gece kendi işime hiç aksatmadan gittim geldim. Yani askerler kendi işlerinde, ben kendi işimdeydim. 31 Ocak 1992’de Hocalıya son helikopter geldi. İlaç ve gıda malzemelerini havadan bırakıp hızla uzaklaştı. Aslında insanların bir kısmını da alıp götürebilirdi ancak saldırı tehlikesiyle hızla uzaklaştılar.

Aynı yılın Şubat ayı daha fazla korku basmıştı Hocalıya. Hocalı tıpkı susuz kalmış bir çiçek gibi solmaya başlamıştı. Günler geçtikçe yaşadığımız sıkıntılar kat be kat artıyordu. Bir gece iş yerindeyken bir telefon geldi. Telefonu açtım, Ermeni biri arıyordu, bana, “Bekleyin, sizi öldüreceğiz” dedi ve ‘Türklerin kanını kurutacağız’ diye devam etti. Çok korkmuştum. Ama en çok korktuğum da düşmanla karşılaşmaktı. Nereden bilebilirdim gün olacak düşmanın eline esir düşeceğimi.
 

25 Şubat 1992’de bütün silahlar susmuş, etraf sessizliğe bürünmüştü. Kimse sığınma odalarına inmemiş herkes kendi evinde kalmıştı. Birden karanlık oldu, saat 11 buçuk civarıydı. Nereye düştü bilmiyorum ama birden bir top düştü ve bütün evler sarsıldı. Sonra çatışmalar başladı. O karanlıkta atılan toplar, roketler adeta bir yıldız yağmuru gibi üzerimize düşüyordu. Hepimiz sığınaklara indik. Bir iki saat kadar sığınaklarda kaldık kalmadık derken, kapımız çalındı. Gelen adam bize ‘Durmayın, çıkın buradan, Ermeniler havalimanını ele geçirdi’ dedi. Üç dört aile birlikte çıktık. Sonra bize söylendiği üzere Hocalı’nın kenarında akan Gargar çayının oradaki köprünün altında beklemeye başladık. Biz Ermenilerin saldırıları bitecek ve birkaç saat burada bekledikten sonra evlerimize geri döneceğiz umuduyla orada dururken, hava kuvvetleri komutanının haberi geldi. Kimsenin Hocalı civarında dahi beklememesini ve derhal çaydan geçerek orman tarafına doğru kaçmasını söylemişti. Malum kış mevsimiydi. Bizim oralarda da kış çok sert geçer. O soğukta buz gibi sudan geçerek karlarda yürümek… Aramızda hasta da vardı, yaralısı, yaşlısı ve çocuğu da. Hatta üç çocuklu bir kadın vardı. Çocuklarından biri ağlıyordu, ben de susturmak için kucağıma alıp sımsıkı sarmıştım. O anne o buz gibi sudan üç defa geçti döndü. Karlarla kaplı sık dikenli ağaçların arasından yürümeye çalıştık. Yollarda soğuğa dayanamayıp ölenlerimiz çok oldu.

Ermeniler peşimizden gelmiyordu. Malum hava soğuk ve yollar karla kaplı. Ayrıca zaten Ağdam’a giderken geçebileceğimiz tek bir güzergah vardı ve o yol Ermenilerin yaşadığı Asgeran’dan geçiyordu. Ermeniler sivil halkı öldürmek için işte tam o yolu kesmiş pusuda bekliyorlardı. Yolda ilerlerken birden silahlar atılmaya başladı. İnsanlarımız tıpkı bir sıra halinde yürüyen karıncalara çomak tutulmuş gibi etrafa dağılıp, koşuşturmaya başladı. Kaçışlar sırasında annemin nereye gittiğini göremedim ve kaybettim. Bazı kişiler o günden beri hala kayıp. Resmi rakamlara göre yaklaşık 200 kişinin kayıp olduğu belirtiliyor. Hatta bazı kayıpların Ermenilere ait Kelpecer’deki maden ocaklarında çalıştırıldıkları da belirlenmiştir. Ama kaç kişi olduklarına dair hiçbir bilgimiz yok. Çok meşhur bir Ermeni hapishanesi var, ismi Şuşa. Orada da binlerce esirimiz var.

Hava artık ağarmaya başladığında açılan ateşle ben de ayağımdan vurulmuştum. Kendimden geçmiş bayılmışım. Kendime geldiğimde bembeyaz karlar kızıla boyanmıştı. Her yerde şehitler vardı. O zamana kadar Ermenilerin eline düşmek, onların kurşunlarıyla vurulmak gibi şeyler aklıma hiç gelmemişti. Yerde sürünerek ilerledim. Sağ tarafımda kucağında bebeği bir kadın vardı, birden yine ateş açılmaya başlanmıştı ve o sırada ayağa kalkan kadın yüzünden vurulmuş ve kafasının yarısı dağılmıştı. Küçük çocuk anne diye haykırmaya başlamıştı ve Ermeniler onu da vurdu. Annenin-yavrusunun kanı birbirine karıştı.

Ben ilerlemeye devam ettim. Arkamda da bir karı-koca yürüyordu. Kadın 6-7 aylık hamileydi ve yeteri kadar hızlı yürüyemediği için kocasına önden devam etmesini söylemişti. Sonrasında Ermeniler o hamile kadını da öldürdü. Adam hamile eşinin vurulduğunu görünce o şok etkisiyle gülmeye sonra da ağlamaya başladı. Ben yerimden hiç kıpırdamadım. Tüm bunları sanki ben yaşamıyor, film gibi izliyordum. Yaklaşık 10-15 dakika sonra ilerledim ve erkek kardeşimi gördüm. Neden orda beklediğini sordum yaralı olduğunu, yürüyemediğini söyledi. Ayakları da donmuştu. Onu görünce kendi yaramı unuttum. Arka taraftan bir ses geldi. Düzgün bir Azeri şivesi ile durun dediler. Orada yaşayan Ermeniler Azericeyi iyi bilirlerdi. Silahlı, yüzleri maskeli dört Ermeni gelmişti. Bize ‘Size bir şey yapmayacağız, bizimle gelin’ dediler. Biz de hem yaralı hem de çaresiz olduğumuzdan onlarla gitmek durumunda kaldık. Silahımız da yoktu ki, düşman eline düşmeden kendimizi vuralım. O sıra beş yaşında bir çocukla birlikte beş kişiydik. Dört-beş kilometre yürüyerek devam ettik. Asgeran şehrine girmemizle birlikte, Ermeni kadınlar bizlere küfretmeye, taş atmaya başladılar.

Bizi emniyet müdürlüğünün bodrum katına götürdüler. Oraya indiğimizde Hocalı’dan o kadar çok kişi vardı ki; kadınlar, kızlar, çocuklar… Sonradan öğrendim ki, ormanın içinden doğru kaçmaya çalışan Hocalı halkı çevredeki Ermeni köylerinden kişilerin ellerine düşmüş ve paraları, altınları neleri varsa onları vererek serbest bırakılmışlardı. Ancak bizim kaldığımız yer çok korkutucuydu. Bütün Ermeni askerleri oradaydı. Belki 80-90 esir erkek vardı. 50-60 kadar da kadın vardı. Erkekleri ve kadınları farklı yerlerde tutuyorlardı. Kadınları aldıkları yerde camı olmayan bir pencere vardı. Yer tamamen betondu ve bileklerimize kadar su ile doluydu. Ayakta durmamıza izin vermiyor, yere o buz gibi suyun içine oturmamızı söylüyorlardı.


Aramızda Azeri erkeklerle evlenmiş dört-beş Ermeni kadın da vardı. İşin en can yakan kısmı da tam burada hissediliyor zaten, bizim ekmeğimizi yiyen, toprağımızda yaşayan bu kadınlar o gün bizi fişlemeleri için ne biliyorlarsa anlatmışlar. Öyle ki, orada tutulan tüm kişilerin isimlerinin yazılı olduğu bir liste vardı. İsimlerin karşısında kim ne iş yapar o bile yazılıydı.

kapak-ulku-6Muharebe ve savaş kadına uygun değildir. Erkekler savaşır, kadınlara, çocuklara dokunulmaz. Şimdilerde Suriye’de yaşanılanları televizyonlardan izliyoruz. Suriye’deki kadınları ve çocukları gördüğümde yüreğim paramparça oluyor. Savaş kadına ve çocuklara uygun değil. Biz kadınları o buz gibi sulu odada oturttular. Ellerindeki coplarla kadın, çocuk ayırt etmeksizin neremize rast gelirlerse vuruyorlardı. Netice de çocukta olsa düşmandı karşısındaki ve ne yapsalar mubahtı. Çoğu kadına ve kıza tecavüz etmişlerdi.

Ardından, 26’sını 27’sine bağlayan gece bizim bütün kadınları ve çocukları takas yöntemiyle serbest bıraktılar. Ama neyle takas edildiklerini bilmiyorum. Geride sadece ben kalmıştım. Ben de erkek kardeşim orda olduğundan dolayı onu orda bırakıp gitmek istemiyordum. Benim babam birkaç sene önce vefat etmişti. Erkek kardeşim benim için hem evlat hem de baba gibiydi. Babamın kokusunu ondan alıyordum. Kadınları almaya geldiklerinde karanlıktı, ellerinde el feneriyle bulunduğumuz yerin kapısını açtılar ve kadınları teker teker çıkarttılar. Güneş doğmaya başlayıp oda biraz biraz aydınlandığında bir de baktım ki, oda da bir tek ben kalmışım. Ermeniler bana telekomcu diyorlar, Azeri askerlerle işbirliği yaptığımı ve dolayısıyla benim de savaşçı olduğumu söylüyorlardı.

Ermeniler bize Azeri kadını demiyorlardı Türk kadını diyorlardı. Benim orda tek kalmış olduğumu gördüklerinde başladı benim azabım. Her türlü eziyete maruz kaldım. Her gün dövülüyordum. O günlere dönmek istemem. İnsan dayak yemekle ölmez, takatten düşer. Benim başıma öyle bir vurmuşlardı ki, gözlerime beyaz bir perde inmiş bir müddet hiçbir şey görmez olmuştum. Kafamdaki şişlikler bezelere dönüşmüş durumda. Şimdilerde bile dokunulduğunda hissedilebiliyor.

Birinci gün beni beş altı asker ellerindeki coplarla, sandalye kenarlarıyla, tekmelerle çok kötü dövdüler. Öyle ki vurdukları yerlerimi hissedemez olmuştum. Ayakta duramaz hale gelmiştim. Bir gün Ermenilerden biri bana ‘Ağdam’dan atılan roket benim oğlumu öldürdü’ dedi ve saçımdan tutarak çıkardığı bıçakla kafamı kesmeye kalkıştı. Biri oradan fırladı ve ‘yapma sakın, o bize lazım’ dedi. Benim yanımda Ermenice konuşmuyorlardı, Azerice konuşmayı tercih ediyorlardı ki söylediklerini anlayayım ve daha çok korkayım. Beni yine o soğuk ve su dolu odaya koydular. Evden çıkarken uzun çizmelerimi giymiştim. Yaralı ayağım şişmeye başlamıştı ve çizmeler artık sıkar duruma gelmişti. Ermenilerden biri bıçakla üzerime yürüdü ve ayağımı tuttu. O anda ayağımı keseceğini düşündüm. Elindeki bıçakla çizmemi kesti ve ayağımdan çıkarttı, ardından tam yaramın üzerine tekme atmaya, çiğnemeye başladı. Çığlıklar attım, ‘Ay Allah, ay Allah’ diye bağırdım. Bana bağırma sen savaşçısın, dayanıklısındır dediler. Onların yanında asla konuşmuyordum. Sadece iki kelime ile cümle kuruyordum, biri ‘yok’ diğeri ‘bilmiyorum’. Sekiz gün boyunca sadece bu iki söz ile cevap verdim. Bana çok şey soruyorlardı. Hava kuvvetleri komutanının ölüp ölmediğine dair benden bilgi almaya çalışıyorlardı.

Benim gün mefhumum birbirine karışmıştı. Yine bir gün oturmuştum, biri geldi bana vurdu, bu adam sadece eziyet vermekten hoşlanıyordu. Her gün farklı biri gelip hakaretler ve eziyet ederdi. Bunların arasında Türkiye’den gelen Ermeniler de vardı. Elbette Ermeniler Ruslardan 366. Alayın, Fransa’dan, İran’dan ve İsrail’den destek alarak bunları yapıyorlardı. Yoksa Ermeniler tek başına böyle işler yapacak ne güce ne de cesarete sahipti. Bizzat kendim İranlı savaşçılarla, Arap savaşçılarla karşılaştım. Ermeniler kendileri söylüyorlardı, ‘Bakın Müslüman Müslüman’a nasıl bomba yağdırıyor’. Onlarda sadece Rus silahları değil İsrail’e ait silahlar da gördüm. Yine birkaç askerin birlikte beni dövdüğü bir gün komaya girmişim, nabzımın atmadığını düşünerek beni ölmüş sanıp dışarıda çöplerin üzerine atmışlar. Tam olarak kaç saat bilmiyorum ama onların dediğine göre en az 12 saat orada kalmışım. Gözlerimi açmak istedim, açamadım. Kendi tükürüğümle temizleyerek açtım gözlerimi. O da belki bir saatte parmağımı kaldırıp gözüme götürebilmişimdir. Gözlerimi açtığımda her yer çöp, cam parçaları ben çırılçıplak dışarıda öylece yatıyorum. Hiçbir yerimi hissedemiyordum. Bağırdım, ‘kimse yok mu?’ diye çok bağırdım. Yaşlı bir adam geldi ve bana küfür etmeye başladı. O zaman saçlarım çok uzundu belime kadar, annem saçlarımı örmüştü. Adam saçlarımdan tutup beni çöplerin üzerinden sürüyerek çekerken bütün vücudumu cam parçaları kese kese beni içeri götürdü. Her yerim kan içinde kalmıştı. Beni odaya attığında sanki ölüydüm, sadece gözüm görüyor kulaklarım işitiyordu. O yaşlı adam kıyafetlerimi sulu sulu ıslak vaziyette üzerime attı ve ‘al giyin’ dedi. 2-3 saatte ancak giyindim o kıyafetleri. Sabaha yakın bütün vücudum titremeye başladı.

Bugün bile kış olduğunda kar görünce beni bir korku basar, soğuk suya elim değdiği zaman tüylerim diken diken olur. Kışa, kara ve soğuğa tahammül edemiyorum. Eşim her zaman ayaklarımın buz gibi olduğunu söyler. Bugün hala daha ayaklarım buz gibi, ısıtamıyorum. Aradan 23 sene geçti ama içimdeki o yara kurumadı. Yaşadıklarımın izleri mezara kadar benimle gidecek.

Karol isimli Ermeni bir adam vardı. Beni üzerimdeki kıyafetlerimle buz gibi su doldurulmuş bir küvetin içine soktu. Üç dört saat beni o suda bekletti. Titriyordum, donuyordum. Soğuktan bedenimi hissedemez oldum. Beni küvetten çıkartıp dövdü ve sonra yeniden küvete soktu. Adam sürekli olarak şarap içiyordu, ayık durmuyordu. Eziyet etmekten zevk alıyordu. Suratıma bıçak batırıyor, üzerimde sigara söndürüyordu. Eziyetten artık boğazlarım kurumuştu, biraz su vermesini istedim. Ateşim varmış gibi hissediyordum. Ne olursunuz bana bir yudum su verin diye yalvardım. Suyu getirip üzerime döktü ve ‘al suyun’ dedi. Onca dayaktan sonra bana ayağa kalkıp yürümemi söyledi. Yapamadım, zar zor köpekler gibi yerde sürüne sürüne arabaya gittim. Beni yine kaldığım odaya geri götürdü.

O hapishanede sekiz gün kaldım. Yedinci günde beni çağırdılar ve Azeri tarafının beni talep ettiğini söylediler. Azerilerin elindeki yüksek rütbeli bir Ermeni askeri varmış onun karşılığında beni geri almaya çalışıyorlardı. Esir takası işlerini ismi Vladik olan bir adam yürütüyordu. Bana baktı ve seni incittiler mi diye alaycı bir tavırla sordu. Yüzüm gözüm kan revan içinde, ayağım yarasından dolayı şişmiş hatta kararmaya başlamıştı. O yaranın iyileşmesi tam bir sene sürdü. Vladik bana seni serbest bırakacağız dedi. Aslında beni bırakmak istemediklerini de söyledi. Hatta içlerinde biri benim için ‘bunu Erivan’a götürelim, böbrekleri ve ciğeri iyi para eder, bunun organları bize çok lazım olur ’ dedi. Zaten pek çok esiri de bu şekilde öldürmüşlerdi.

Sonra elime bir kalem kağıt verdiler ve mektup yazmamı söylediler. ‘Sağ sağlim yaşıyorum, kimseden darp görmedim, iyiyim.’ şeklinde zar zor bir mektup yazıp imzaladım. Sonra Vladik isimli Ermeniye ondan bir şey istediğimi söyledim. Bu sırada o bacak bacak üzerine atmış oturur vaziyette ben de dizlerimin üzerine çökmüş şekilde yerde oturuyordum. Onlar Müslümanın karşılarında çökmesini isterlerdi. ‘Sizden bir ricam var’ dedim, o da ‘evet dinliyorum’ dedi. ‘Benim burada bir kardeşim var, onu bana verebilir misiniz?’. Bunun üzerine pis pis güldü ve ‘o savaşçı, onu veremeyiz’ dedi. Erkek esirleri de öldüresiye dövüyorlardı. Hatta bir keresinde benim gözlerimin önünde benim kardeşimde dahil pek çok esiri dövmüşlerdi. Dövüp dövüp sonrasında kollarından bacaklarından tutup dışarı atıyorlardı. Çok kötü zulmediyorlardı.

Hocalı KatliamıKardeşimi bana vermeleri için Vladik’in önünde diz çöküp, ayaklarından öptüm. Sonra kardeşimi getirdiler, ama yüzü gözü tanınmaz haldeydi; dudakları parçalanmıştı, dişleri görünüyordu. Kardeşimi ancak kıyafetlerinden tanıyabilmiştim. Sonra bana ‘sadece bir şartla sana kardeşini veririm’ dedi. Sonra ahlaksız bir teklifte bulundu. Ben orda bütün her şeyimi yitirdim. Kadınlığımı, gençliğimi, genç kızlığımı… (Gözyaşları içinde sözlerine devam ediyor) Tek kelimeyle mahvolmuştum. Biz Müslümanız, bizim için en önemli şeydir namus. Ben kardeşimi getirmiştim ama her şeyimi de yitirmiştim.

Biz Azerbaycan’da düğünde gelinin eline kına yakarız. Ben evlenirken elime kına yaktırmadım. Çünkü benim durumum ona müsait değildi (ağlıyor). Ben ne düğün gördüm ne gelinlik giydim. Bir kadının düşman ellerinde tecavüze uğraması çok acı bir zulüm. Yürekten diyorum ki, düşmanımın kadınının bile başına gelmesin böyle bir şey. Orada yaşadıklarımızı düşmanımın evlatları dahi yaşamasın.

Kardeşimin bana ilk sorusu, ‘sana zarar verdiler mi?’ oldu. Biliyorum ki, o da bu süreçte benim için çok endişelenmişti. ‘Yok’ dedim ona, ‘bana kimse bir şey yapmadı, çok iyiyim’. Ama yüzümün gözümün halini görüyordu. Üstümün başımın nasıl paramparça edildiğini de görüyordu.

Bizi bıraktıkları gibi annemi sordum. Annem ‘sağ mı?’ dedim. Sağ ama yaralı olduğunu söylediler. Yaralıları herhangi bir bombalama durumuna karşın Ağdam’da bir trenin vagonlarına doldurmuş, orada tıbbi destek vermişler. Benim annem de ordaydı. Annemin yanına gitmiş ‘biz geldik’ demiştim. Annem ne beni ne de kardeşimi tanıyabildi. Yüzüme baktı ve ‘benim çocuklarımı gördünüz mü, onları da esaretten bıraktılar?’ diye sordu. Annemi omuzlarından tutup silkeleyerek, ‘Anne biziz işte, geldik bak buradayız’ dememle annem fenalaştı ve kendini kaybetti…

Bu olayın üzerinden 23 yıl geçti ama suçlular, katiller hala hiçbir ceza almadılar. Keza faillerden biri bugün Ermenistan başbakanı Serkisyan.

KAYNAK: İHH akademi / Mervenur Lüleci



Haber Ara