Dolar

32,4615

Euro

34,7272

Altın

2.486,18

Bist

9.524,59

'21.Yüzyıl Kürtlerin olacak' ama keleş ile mi kalem ile mi?

İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim üyesi Dr.Bekir Tank, geçtiğimiz asrın başından bugüne Kürtlerin hikayesini, kesintiye uğrayan Kürt - Türk kardeşliğinin ve ittifakının geldiği noktayı Timetürk için yazdı.

10 Yıl Önce Güncellendi

2015-03-04 11:45:52

'21.Yüzyıl Kürtlerin olacak' ama keleş ile mi kalem ile mi?
 
DR.BEKİR TANK | TİMETÜRK

“21. Yüzyıl Kürtlerin Olacak!” Ama Keleş İle mi, Kalem İle mi?

Son zamanlarda sıkça, ‘21. yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak’ gibi temenni ve / veya iddia cümlelerine tanık oluyoruz. Bu tür sözlerin son yüzyılın en fazla zulüm gören halklarından biri olan Kürtleri heyecanlandırması ve etkilemesi doğaldır.
 
Evvela şunu bilmek gerekir: 21. yüzyıl, onu yaşayacak herkesindir. Tıpkı geçen yüzyılların o zamanları yaşayan herkes için olduğu gibi. Bu nedenle burada üzerinde durulması ve cevabı verilmesi gereken başka sorular var:  21. yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak da, peki, ya Kürtler 21. yüzyılın neyi olacaklar? Diğer bir ifade ile Kürtler, üzerinde yaşadıkları yerlerin ve kendi kaynakları hakkındaki kararların sahibi mi olacak, yoksa -bazı Arap rejimleri gibi- bu kaynakların bekçileri mi yapılacaklar? Ve diğer bir soru, Kürtler bilim çağı olan 21. yüzyıla keleş ile mi, yoksa kalem ile mi hükmedecekler?
 
Kaleşnikof, son 50 yılın gerilla ve bağımsızlık hareketlerinin sembol silahıdır. Kürtler arasındaki yaygın adıyla “keleş”, onlarca yıldır her peşmergenin mutlaka kullanmış olduğu bir silahtır.
 
Kürtlerin son yüz yılı silahla, silahların gölgesinde ve silahlı olarak geçti. Neden böyle oldu? Ve silah, Kürtler için sözün bittiği yer miydi? Bu soruların cevabını bulmak için yüz yıl öncesine, Birinci Dünya Savaşı yıllarına gitmemiz gerekir. Hatırlanacağı gibi, Kürtler, diğer bazı halklar gibi emperyalistlerin süslü vaatlerine kanmadılar ve yüzlerce yıldan beridir kader birliği yaptıkları ve aynı zamanda dindaş oldukları Türklerle olan birlikteliklerini canları ve malları pahasına sürdürdüler.
 
Savaşın sonu malum; Osmanlı yenildi. Ama Kürtler iki kez yenilmiş oldu. Savaşın galipleri yeni sınırlar çizip yeni devletler kurdurdular. Osmanlı halkları emperyalistlerin pençesine düşmemek veya onların pençesinden kurtulmak için çizilen sınırlara inat dostane ilişkilerini sürdürmek yerine, birbirilerini düşman olarak görmeyi tercih ettiler. Bu tercih o devletlerde yaşayan halkların değil, o halklara tahakküm eden rejimlerindi. Bu arada Kürtler ise daha beterine mahkûm edildiler. Selahaddin’in torunları olmaları hasebiyle zaten sabıkalı idiler. Üstüne üstlük bir de savaş esnasında işbirlikçiliğini reddetmişlerdi. Cezaları da o nispette büyük oldu; Rusya’yı da sayarsak beş ülke arasında bölüştürdüler. Öz vatanları üzerinde yeni devletlerin tebaası olarak birçok temel haklarından mahrum bırakılıp, birçok kıyım ve katliama maruz bırakıldılar. Onlar da gasp edilen haklarını geri almanın aracı olarak silaha sarıldılar. O gün bugündür şurada veya burada ellerinde silah düşmedi, düşmüyor.
 
Kürtlerin son yüz yılı kıyım, katliam, zulüm, faili meçhul ve isyanlarla doludur. Kendilerini bu yeni devletlerin kurucu iradesi olarak gören Araplar, Farslar ve Türkler ise isteyerek veya istemeyerek devletlerinin bu politikalarının bir parçası oldular.
 
Kürtler, su ve petrol gibi iki büyük kaynağın başındadır. Hele hele su gittikçe daha bir önem arz edecektir. Emperyalistler bugüne kadar olduğu gibi, bundan böyle de bu kaynaklar üzerinde mutlak söz sahibi olmak istiyorlar. Bunun birkaç yolu var; işgal etmek, imha etmek veya istikrarsızlaştırmak gibi. Her halükarda karşılarına evvela Kürtler çıkmaktadır. Emperyalistler, Kürtlerin haddizatında sahibi bulundukları bu kaynaklar hakkında söz sahibi olmalarını asla istemiyorlar. Ama bu kaynaklar üzerindeki hâkimiyetlerini bundan böyle devam ettirmenin yolunun her halükarda Kürtlerden geçtiğini de biliyorlar. Bu hâkimiyetlerini devam ettirmek için ya Kürtlere bir devlet vermek veya önü açık bir devlet vaadiyle onları petrol kuyularına bekçi yapmanın ve ihtiyaç duydukça bir Araplara, bir Farslara ve bir Türklere saldırtmanın hesaplarını yapıyorlar. Bunun da yolu Kürtleri keleşten ayırmamak ve kalemden de uzak tutmak gerekiyor. Bu nedenledir ki, Kürtlere, “21. yüzyıl sizin olacak, ama bunun da yolu keleşten geçmektedir” diye fısıldıyorlar. Kürtler bu tuzağa düşecekler mi? Bunun için bir şey söylemek için henüz erken.
 
Fakat birkaç yıldan beridir özlemini duyduğumuz barışı gerçekleştirme yolunda alınan mesafe bu ve benzer tuzakları boşa çıkarabileceğimizi göstermesi açısından önemlidir. Bu cümleden olarak Abdullah Öcalan’ın barıştan yana duruşu da emperyalistlerin suratına beklemedikleri bir şamar gibi indi. AK Parti – HDP’nin 28 Şubat 2015’te ortak bir çağrı ile silahlara veda etme yönünde irade beyanları da inşallah yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır. Haksız yere hala hapis yatmakta olan mahkûmlarla yıllarını dağlarda geçiren insanların demokratik siyasete uyum sağlamaları elbette kolay olmayacaktır. Başta AK Parti olmak üzere bütün siyasi partilere düşen, adil bir rekabet zemini oluşturmaktır.
 
Evet, dün bizden daha güçlü olanlar bizim de zaaflarımızdan yararlanarak aramıza sınırlar çizdiler. Kurdurdukları rejimlerle bizi birbirimize kırdırdılar, ama ayıramadılar.
 
Gerçi cumhuriyetin kurulmasından sonra yüzlerce yıllık Kürt-Türk ittifakı-kardeşliği bir fetret dönemine girdi ve rejim bilinen zulümleri gerçekleştirdi. Ama halklar olarak birbirimize düşman olmadık. Çünkü sahip olduğumuz ulvi değerler buna engel oldu. Ancak bugüne kadarki birlikteliğimizin insanca, dostça ve kardeşçe olmadığı da diğer bir gerçektir. Şimdi hemen hemen bütün eksiklik, hata ve suçlarımızın farkındayız artık. Öyleyse yapılacak şey de belli…
 
Yeri gelmişken başka bir gerçeğe de kısaca değinmekte yarar var: Ayrı devlet olmak düşüncesinde olan Kürtler ile Kürtleri temel haklarından mahrum eden Türklerin zihniyeti aynı noktada birleşiyor. Oysa, aklı başında olan her Kürt bilir ki, Diyarbekir’i elde tutmanın yolu İstanbul, Mersin, Erzurum’dan ve dolayısıyla Türkiye’den ve Türkiye’ye sahip olmaktan geçer. Ve yine aklı başında olan her Türk de bilir ki, Diyarbekir’i elde tutmanın yolu, kendisi için istediğini Kürtler için de istemekten, yani haklarını gözetmekten geçer!
 
21. yüzyılda daha müreffeh, daha barışçıl ve kısaca daha insanca yaşamak istiyorsak, bunu keleşle değil, kalemle elde edebiliriz ancak. Keleş (silah) hiçbir zaman kaleme dönüştürülemez, ama kalem ihtiyaç duyulduğu an bir silahtır. Bir Fars atasözü de kalemin önemini çok güzel ifade etmiştir:
 
“Kalem miguyed men şah-e cihanem. Kalemkeş ra bi hedefiş miresanem.”  Yani; “kalem der ki, ben dünyanın şahıyım ve beni kullananı hedefine ulaştırırım.”
 
Silah, ancak sözün bittiği yerde el atılan bir araçtır. Oysa bizim sözümüz daha bitmedi ki. Hatta konuştuğumuzu dahi söyleyemeyiz. Çünkü başımıza darbe vurup hafızamızı ve muhakememizi geçici olarak yitirmemize yol açanlar, birbirimizle konuşmamıza fırsat vermediler. Ne zaman elimizi tetikten çekip konuşmaya yeltendiysek, silahla donattılar ve silahı dayattılar.
 
Birbirimizi suçlamayı bırakıp birbirimizle konuşmaya ve dertleşmeye ne dersiniz? Çünkü dikkat ederseniz, konuştukça birbirimize ısınıyor ve silahlardan soğuyoruz. Silahları susturunca feryatlarımızın da yerini her dildeki nağmeler alıyor.
 
Öyleyse daha yakından ve daha fazla konuşalım. Göz göze, yüz yüze ve kalp kalbe konuşalım. Çünkü konuştukça parmaklarımız tetikten ve ellerimiz keleşten çekilecek. Biz de yeniden kaleme ve kalemin yazdıklarına döneceğiz. Çünkü kalem aydınlıktır, bizi de aydınlığa çıkarabilir! 

 

Haber Ara