1980 yılında İsmail Kıllıoğlu Bey anlatmıştı: "Bir arkadaşım var. Askerliğini yedek subay olarak bir kurmay subayın yanında yapıyor. Kurmay subayın 'Türkiye'de Dinci Hareketler' isimli bir çalışması var. Subay, bu çalışmasında şu değerlendirmede bulunuyor: "Komünistleri anlıyor ve çözebiliyoruz. Ülkücüleri anlıyor ve çözebiliyoruz. Fakat dincilerin örgütlenme ve haberleşme yapısını hiç anlamıyor ve çözemiyoruz. Bir hadise oluyor, Erzurum'daki dinci ile İstanbul'daki dinci aynı anda aynı tepkiyi veriyor; bu haberleşmeyi anında nasıl sağlıyorlar, bir türlü çözemiyoruz."
Hadiselere sadece zahirî sebep-sonuç ilişkisi penceresinden, yani materyalist açıdan bakan, dinî aklîliği veya rasyonaliteyi bilemeyen, Din'e ya Hıristiyanca veya materyalist bilim açısından yaklaşan insan, İslâm'ı da, Müslüman'ı da, Müslümanların davranışlarındaki maksadı, sebep ve faktörleri de anlayamaz; anlayamayınca herhangi bir hadiseye Erzurum'daki "dinci" ile İstanbul'daki "dinci"nin aynı anda aynı tepkiyi vermesinde bir örgüt yapısı ve örgüt haberleşmesi arar; ortada böyle bir şey olmadığı için aradığını bulamaz; bulamayınca uydurur. İşte, Fethullah Gülen Hocaefendi ve bütün faaliyetleriyle "cemaat", bu anlayamamanın, daha da kötüsü, yanlış anlamanın ve uydurmanın kurbanıdır.
Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır (as) kıssası, bize Hocaefendi'yi, "cemaat"i ve "cemaat" etrafındaki spekülasyonları anlamamıza ışık tutuyor. Bu kıssada insanlık tarihindeki bütün hadiselerin manâsını, hadiselerdeki hikmetleri, Kader-insan iradesi münasebetini, hiçbir hadisenin başka hadiselerden bağımsız tekil bir hadise olmadığını, konjonktür dediğimiz şeyin aslında Kader-insan iradesi münasebetleri temelinde hadiseler bileşkesi olarak Kader'in örgüsünden ibaret bulunduğunu ve manânın madde üzerindeki hakimiyetini okuruz.
Söz konusu kıssa, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın bir yolculuğunu anlatır. Hz. Musa, insanlık âleminin zahirinde, Hz. Hızır ise bâtınında vazifelidir. Hadiseleri anlamak, zahir ile bâtını birlikte görmeyi gerektirdiği için, Cenab-ı Allah (cc) bâtında yaptırdığı bu yolculukla Hz. Musa'ya bir bakıma seyr u sülûkünü veya miracını tamamlatır. Bu yolculukta Hz. Hızır, bindikleri gemiyi sağlam gemileri gasbeden kraldan kurtarmak için deler; büyüdüğünde şerli olacak, anne-babasını da yoldan çıkaracak diye bir çocuğu öldürür; yıkılmakta olan bir duvarı doğrultur ve karşılığında ücret almaz. Yapılan bu üç işten birincisi sahibinin izni olmadan yapıldığı için, ikincisi ise mutlak manâda Şeriat'ın zâhir hükümlerine terstir; bu bakımdan Hz. Musa itiraz eder. Önce hemen belirtelim ki, Hz. Hızır, yaptıklarını zâhir veya maddî âlemde yapmamıştır; öyle yapmış olsaydı, Hz. Musa itirazlarında elbette haklı olurdu. Çünkü, meselâ gelecekte şerli biri olacak diye masum bir çocuk öldürülmez. Hz. Hızır, yaptıklarını bâtın, manâ veya sırf Kader âleminde yapmıştır; onları maddi âlemde icra eden ise başkaları olabilir. Yani bir başkası keyfî olarak gemiyi delmiştir veya gemi bir kayaya vurarak delinmiştir. Çocuk zahirde başka bir sebeple ölmüştür. Hz. Hızır, sırf Kader'in elidir, hadiselerdeki manâyı ve asıl hikmeti temsil eder. Onun sırf Kader, bâtın veya manâ âleminde yaptığını, maddî âlemde bir başkası bir başka sebeple icra eder. Kader, hem aslî hem zahirî sebeple neticeye bir bakar; yani sebep ve netice için iki ayrı kader yoktur. Masum çocuk bir sebeple ölür veya onu bir başkası bizzat iradesiyle öldürür; oysa onun ölümüne hükmeden Kader'dir. Fakat Kader hükmünü verirken, onu icra edecek iradeyi de elbette nazara alır. Dolayısıyla kimse yaptığından Kader'i sorumlu tutamaz.
Hocaefendi, bir bakıma manânın, Kader'in elini temsil eder. Manâ hükmünü verdiği zaman, (donmuş) nazik suyun demiri parçaladığı gibi, madde onun önünde duramaz. Her şeye maddî açıdan bakanlar da ortada örgüt arar, "ordu" arar; bulamayınca da uydururlar ve kendilerini mahkûm edecek hata üstüne hata yaparlar; Bahçeli ve diğerleri gibi.