Sinema nedir?
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-11-27 15:10:30
Gösteri(ş) çağında sinemaya verilen anlam, genellikle, sinemanın hakîkî imkânlarının çok azına tekabül ediyor. Akademik disiplinlerin birçoğu kendi içlerinde sinemaya da yer vermeye başladılar. Felsefe ve sosyoloji bölümlerinde sinema kuram ve felsefesi dersleri verilmeye başlandı. Sinema bölümleri, zaten uzunca bir süredir sinemayı “yönlendirmenin” akademik merkezleri hâlindeler. Son yıllarda bu “çabalara” ilahiyat fakültelerinde başlayan sinema ilgisi de eklendi.
Peki, bütün bunlar, sinemayı “anlamlandırmaya” yönelik olumlu çabalar olarak değerlendirilebilir mi? İlk bakışta, sinemaya yönelik değişik disiplinlerin ilgisi, sinema konusunda umut doğurabilecek çabaların olduğunu göstermesi açısından elbette güzel. Ancak, “akademik bilgi”nin, ister disiplinlerarası yaklaşımlarında, isterse de “akademikleştirilemeyen” bilgi türlerine yönelik yaklaşımında olsun çok temel sorunları vardır. Akademik anlayış, genellikle bir kalıba sokma ve o kalıptan yönlendirme amacı taşır. Film kuramlarının film sanatına yaptığı şey, film deneyimini bir kalıp içinde dondurarak, o deneyimi rasyonel akıl tarafından “anlaşılabilir” ve “rasyonalize edilebilir” çerçeve içine sıkıştırmaktır. Diğer bütün akademik disiplinlerin sanatla kurduğu ilişkiler benzer bir çerçeveden hareket ederler. Önce, temel özelliği “deneyim” olan sanatları, “rasyonel bilginin” kalıpları içinde saklamak için dondurucu kalıplar icat edilir. Bu kalıplar, o sanatı, sosyolojiyle, psikolojiyle, fenomenolojiyle, felsefeyle, ilahiyatla vs. anlamak için icat edilmişlerdir. Sanatın “deneyim” boyutunun bütünleştirici kapsayıcılığı, bilgi boyutunun rasyonel kısmına kadar parçalanarak yapıtaşlarına ayrıştırıl böylece. Hâlbuki film sanatı, belki de insan varlığının en ilk deneyimine tekabül eder: Bilgi, varlık, ahlâk ve zevk’in bir olduğu o ilk deneyime… Akademik / modern parçalamanın film sanatına yaptığı şey, “ilk deneyimi” parçalayarak analitik parçalar çıkarmaktır bir anlamda.
Film sanatı ile felsefe arasındaki ilişki de benzer bir ilişkidir. Film sanatı, felsefenin ve sanatın kriz noktasında ortaya çıkmış olmasıyla, hem düşünce ve sanatın krizini, hem de o krizlerin çözümünü bünyesinde barındırır. “Sinemaya felsefeyle bakmak” bu açıdan film sanatının ancak alt katmanlarını ilgilendiren bir boyutudur. Film sanatını anlamak için felsefeye başvurmak, felsefenin krizini filme taşımak demektir. İşte o zaman, insanın, tanrının, felsefenin sonunu ilan ettiğiniz gibi film sanatının da “sonunu” ilan etmeniz kaçınılmaz olur. Hâlbuki film sanatının en önemli imkânı, felsefenin ve diğer sanat biçimlerinin hepsinin “bittiği” yerde(n) başlamasıdır.
Sinemaya felsefe ile bakmak, olsa olsa, felsefenin yapamadığı / yapamayacağı nelerin film sanatıyla başarılabileceğinin tespit edilmesi olduğunda değerlidir. Akademik disiplinler, alışkanlıkları icabı, sanatların “anlaşılması” için, genellikle sistemli ve “rasyonel” düşünme biçimlerini seferber ettikleri için, bu ilişkiyi tersine çevirirler. Bu yüzden film deneyimi, felsefenin dil dizgelerinin bir tercümesine çevrilir. Kuramlar aracılığıyla o dizgeler yeni filmler için bir şablon oluştururlar. İşte “sinemanın sonu” bu demektir. Zira zaten “sonlanmış” bir düşünme biçimini film sanatını “tanımlamak” için yola çıkardığımız anda, o sanatın o kıyametten “nasibini” almasına vesile oluruz.
Film felsefesinin, film deneyimine yaptığı şey, dini deneyime ilahiyatın ve din felsefesinin yaptığı şey ile aşağı yukarı aynı şeydir: Kurulaştırıp konserve hâline getirmek! Hâlbuki film deneyiminin malzemesi, aynen dini deneyimde olduğu gibi, ele avuca sığabilecek ve dondurulup saklanabilecek bir mahiyette değildir.
Film sanatını anlamayı amaçlayan bütün düşünme biçimlerinin, öncelikle film sanatının deneyiminin “yaşanmakla” anlaşılabilecek bir şey olduğunu tespit etmeleri gerekiyor. Bir mutasavvıfın seyr u sülûk deneyimi, nasıl kelimelere döküldüğünde, o deneyimin ancak bir kısmını anlatabiliyorsa; felsefe veya film eleştirisi ile film deneyiminin ancak çok az bir kısmını açıklayabiliriz.
Peki, bu durum, film deneyiminin tamamen öznel olduğunu ve “nesnel bilgiden yoksun” bir özelliğe sahip olduğunu mu gösterir? Tam tersi; film deneyimi, öznelliğin duvarlarını yıkarak “Mutlak”a ulaşabilecek bir nesnelliğin kapılarını açar bizlere. Ancak kelimelerle düşünmeye ve düşünce ile düşünülen “şey” arasında perdeler koymaya alışmış insanoğlunun, hakîkî film deneyimi ile karşı karşıya kaldığında, tasavvufî bir seyr u süluk’ta yaşadığına benzer bir “hayret” sözkonusudur artık. Bilmek ve görmek deneyimlerinin epistemolojisine karşılık, ontolojik bir hayret’tir artık sözkonusu olan. Ancak bu hayret, modern düşüncenin inkâr ettiği bir “kesin bilgi” biçimidir aynı zamanda. Aşk hâli… Bir anlamda ilmel yakîn’den aynel yakîn’e ve belki daha da “yukarıya” geçiş…
Bilmek, görmek, olmak, varolmak, yarolmak… Her bir deneyim basamağı bir alttakini kapsayarak genişletir. En alttaki kata ait rasyonel bilme yöntemlerinin, en üste kadar çıkabilecek bir “film deneyimini” anlamak için seferber edilmesinin sorunları bununla ilgilidir.
Film sanatına felsefe ile bakmak, zaman zaman bizim kitaplarımızı tanımlamak için kullanılan cümleler oldu. Ancak şunu açıklıkla ifade etmek lazım ki, felsefenin serencamı, aynı, sanatın ve “imgenin” serencamında olduğu gibi, film sanatının hakikatinin tam olarak nerede başlayacağının tespiti için önemlidir. Burada tek yönlü bir “ilerleyişe” dikkat çekmek gerekir. “Tasavvuf felsefesi” deyimi, tasavvufi deneyimi anlayabilmek açısından, o deneyimi ancak kısıtlı bir kavramlar dizgesi olarak yansıtabiliyorsa; “film felsefesi” deyimi de, film deneyimini kısıtlı bir kavramlar dizgesine indirger. Film felsefesi, ancak, felsefenin neyi yapamadığının ve bu yapılamayan şeylerin hangilerini film sanatının başarabileceğinin tespit edilmesi bakımından anlamlıdır. Felsefe öldü, yaşasın sinema deyimi!
Deleuze’nin sinema üzerine yazdığı iki ciltlik kitabı, belki de dünyada film sanatını bu yönüyle anlamaya çalışan en değerli kitaptır. Deleuze, film sanatına ait olan “imge” biçimlerinin, felsefenin kavramlarıyla ilişkisi / ilişkisizliği üzerinde durur bu kitaplarında. Ve “kavramlarla” yapılamayan nelerin film imgeleriyle başarılabileceğini anlamaya çalışır… Eğer film sanatı üzerine düşünmek istiyorsak, Deleuze’nin kaldığı yerden başlamak ve Deleuze’nin sağlam bir eleştirisini yapmak gerekir. Zira Deleuze, Yusuf Kaplan’ın ortaya koyduğu zincirin bir versiyonu olarak ortaya koymaya çalıştığımız – bilmek, görmek, olmak, varolmak, yarolmak – bilgi ve deneyim zincirinin “oluş” kısmında bırakır okuyucusunu. Film sanatının oluş’tan varoluş’a ve oradan da yaroluş’a nasıl geçebileceği / geçtiği üzerine pek bir şey söylemez.
Eğer film deneyimi, tasavvufî / dini deneyimin bir analogu ise şayet, bu konuda köklü bir geleneği olan bizim gibi ülkelerdeki düşünürlerin, Deleuze’nin üzerine koyacakları çok şey vardır. Bu yaklaşımımız, genellikle tanımlandığı şekliyle bir film felsefesi yapmak değildir. Film felsefesinin ve genel olarak felsefe ve sanatın diğer tüm dallarının neleri “yapamayacağı” üzerinden hareket ederek, film sanatının kendine has bir “seyr u süluk şemasını” çıkarabilmektir.
Filmlerin, bir felsefenin “çıktısı” olarak değerlendirilmesinin sorunlarının, film seyr u süluk’u penceresinden anlaşılması için birkaç örnek vermek faydalı olabilir. Dünya sinemasında çeşitli dünya görüşleri ve felsefelerinin bir tercümesi olarak film yapan yönetmenler vardır. Rohmer’in çok konuşan “varoluşçu” filmleri, Godard ve Fransız yeni dalga yönetmenlerinin birçok filmi, Haneke’nin, Tarr’ın, Trier’in vs… Aslında dünya sinemasında birçok yönetmen, film deneyimini, felsefelerinin bir alegorisi / tercümesi / göstergesi olarak “inşa ederler”. Bu yüzden film sanatının bittiğini söyleyen dünyanın önemli film eleştirmen ya da düşünürleri haksızdırlar. Zira film sanatı, “hakîkî imkânları bakımından” Tarkovsky gibi bir avuç yönetmen dışında henüz başlamamış bile sayılabilir! Felsefenin bir “göstergesi” olan filmlerin kaldığı yer, film sanatının imkân katlarının ikincisidir genellikle. Ve o katta, diğer sanat ve düşünce biçimlerinin bir taklidi olarak sinema sözkonusudur. Film sanatının kendisine ait imkân katları henüz başlamamıştır bile! Kimi yönetmenler, bir üstteki üçüncü kata ( temâşâ katına) çıkarak alttaki katı kapsayabilmişlerdir elbette. Ancak Tarkovsky’nin ve onun gibi sadece birkaç yönetmenin girebildiği daha üstteki iki kata girebilen ve salt bir düşünce aracı olarak değil, seyr u süluk’un bir bineği olarak görülebilecek bir sinema anlayışı, felsefeden film sanatına giden yolun tersyüz edilmesiyle “kurulabilecek” bir şeydir.
Unutmamak gerekir ki, modern akademik uzmanlaşmalar, rasyonel kafeslerden ibarettirler. Bu bakımdan rasyonalist ilahiyatın dine yaptığı şeyin anlaşılması, film felsefesinin film sanatına yapabileceği “kötülüklerin” anlaşılabilmesi için elzemdir. Film üzerine düşünmek, bütün yolların kavşak noktasında bulunmak ve bütün o yolların ortaya çıkardığı krizin farkında olmayı gerektirir. Felsefenin / düşüncenin krizini, sanatın ve imgenin kıyametini fark etmeden, film sanatının neleri yapabilip neleri yapamayacağı üzerine çok az bilgi sahibi olabiliriz. Son tahlilde film sanatı üzerine düşünmek, zihinde film yaparak düşünmektir biraz da. O yüzden, felsefenin kavramlarına indirgenemeyen bir “aşk” yönü vardır.
SON VİDEO HABER
Haber Ara