1. Metot Farklılığı
İslamcıların (selefîlerin) kullanmış oldukları “Hâkimiyet Allah’ındır”, “Çözüm İslam’dadır”, “Tek yol İslam” ve “İslam şeriatının uygulanması” gibi sloganlar muhteva bakımından tahlil edildiğinde bunların, Laiklerin kullandıkları sloganlarla amaçladıkları hususlardan fazla farklı olmadığı görülür. Aynı zamanda laiklerin kullandığı “akıl”, “ilim”, “insan”, “özgürlük”, “toplum”, ve “ilerleme” gibi sloganlar incelendiğinde bunların da anlam itibariyle geleneksel İslam kültür mirasında yer aldıkları görülür. O halde laiklik ile İslamcılık arasında süregelen ve Mısır, Cezayir ile Bahreyn gibi ülkelerde birbirine düşman kardeşler arasında kanlı bir çatışmayla sonuçlanan, Suriye ve Irak’ta bir tarafı tamamen ortadan kaldıran, Tunus, Kuveyt, Yemen, Ürdün ve Arap yarımadasının diğer bazı ülkelerinde karşılıklı diyalog sonucu barışçıl bir karakter kazanan bu ihtilafların kaynağı nedir?
Bu ihtilaflardan birincisi metot farklılığından kaynaklanmaktadır. İslamcılar (el-menhecu’n-nâzil) dogmatik yöntemi kullanıyor. Bu yöntem, literaldir ve nass’tan olguya doğru hareket eder, mutlak hakikati cüz’i olguya tatbik etmek için nassın lafzından alır. Buna göre hakikat peşinen verilmiştir ve önceden gelen nassın içinde bulunmaktadır, tarihin, zamanın ve mekanın dışındadır, yoruma ihtiyaç duymayacak kadar apaçıktır ve açıklandığı için de te’vile ihtiyaç yoktur. Üzerinde düşünmeyi ve incelemeyi gerektirmez. Hepsi muhkemdir, içinde müteşâbih yoktur. Çünkü bu nass kulların fiilleriyle ilgilidir, içinde şüphe barındırmayan hükümler ortaya koyar.
Açıkçası bu yöntem, ilkesel olarak doğru olmasına rağmen olgu ve olguya uygulanış bakımından incelenmeye ve açıklanmaya ihtiyaç duymaktadır. Hakikatler yalnızca ilkelerden ve peşinen belirlenmiş öncüllerden istinbat edilmez, aksine olgudan çıkarılır ve olgunun her bir parçasından da elde edilebilir. Tümevarım, hüküm çıkarma faaliyetinin tamamlayıcısı, yöntemi ve destekleyicisidir. Te’vil veya deneysel (emprical) yöntem, tenzilin yani dogmatik yöntemin diğer bir yüzüdür. Şeriat, hikmetin kardeşidir ve kadîm filozofların dediği gibi din felsefeyle ittifak halindedir.
Nassın kendisi yalnız başına zaman, mekan, bağlam ve insan anlayışı dışında yegâne kaynak değildir. Nassın sebeb-i nüzûlü vardır. Nass, olgunun sorduğu soruya ed-Din ve’s-sekâfe ve’s-siyâse fivatani’lArabî,Kahire-1998, s. 287-317 bir cevaptır ve insan bu soruya cevaplar bulmak için ictihad eder. İnsanlar, cevaplar arasında gidip gelince vahiy bunlardan birini doğrulamak için gelir. Genellikle de Hz. Peygamberin övdüğü Hz. Ömer’in görüşü vahiy tarafından tasdik edilir. Kur’an’ın metodu budur. Dolayısıyla soru vakıa (olgu)dan gelir ve vahiy buna cevap verir. Bunun için de birçok ayet içki, kumar, ruh hakkında “sana sorarlar” lafzıyla gelirken cevaplar da “de ki:” lafzıyla başlar. İşte bu parça parça ve peyderpey inen İslam vahyinin ayırt edici bir özelliğidir ki insanlar onu sindire sindire okusunlar.
Kafirler, Kur’an’ın topluca ve bir kerede nâzil olmasını arzu ediyorlardı ki vakıaya hitap etmesin ve art arda gelen sorulara cevap teşkil etmesin. Nass ve olgu aynı şeyin iki yüzüdür. İslamcılık akımının anladığı gibi olgusuz nass boşu boşuna harcanmış bir enerjidir. Aynı zamanda laiklik akımının anladığı gibi nassız olgu da parçacılığı beraberinde getirir.
Dogmatik yöntemin diğer bir kusuru da olguyu yok etmek, reddetmek, ortadan kaldırmak hatta değiştirmek için kullanılmasıdır. Buna göre hak ile batıl, iman ile küfür hidayet ile delalet, İslam ile cahiliyye arasında bir antlaşmanın olması mümkün değildir. Bu husus, Müslümanların Hindistan’da maruz kaldıkları baskılar bağlamında kaleme alınmış Mevdudi’nin kitaplarında ve hapishanede gördüğü baskı ve işkencelerin koşulları altında yazılan Seyyid Kutup’un son eserlerinde açıkça görülmektedir. Kaldı ki olgu, tamamen yanlış, yalan, iftira ve sahte değildir.
Olgu bazı yönleriyle fıtrat, sağlam duyu, iyi karakterdir. Olgu, tamamen ortadan kaldırılmaya değil tamamlanmaya, yıkıma değil ıslaha ihtiyaç duyar. Ortadan kaldırma yerine geliştirilmeye muhtaçtır. Arap yarımadasının koşullarıyla, olgusuyla, Yahudilerle, Hıristiyanlarla, Haniflerle muamelesinde ve İbrahim’in dinini tamamlama ve geliştirme bakımından İslam’ın başvurduğu metot buydu.“Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim”(5:3)
Nassı ait olduğu bağlamın dışına çıkarmak da yapılan yanlışlardan birisidir. Nass, bütünün (küllî) bir parçası (cüz)dir. Herhangi bir nass, ancak diğer nasslarla birlikte bağlamından koparılmadan anlaşılabilir. Hükümler konusundaki nasslar, bütün nassların küçük bir parçasıdır. Nassların tamamı cezâ ve mükafat vadeden emir ve yasaklar manzumesi değildir. Rahmeti, şefkati, yumuşaklığı, acımayı, iyi muameleyi ve hoş geçinmeyi teşvik eden ve kabalığı, katılığı, kötü muameleden, gıybetten, başkasına çirkin lakap takmaktan, ölü kardeşinin etini yemekten sakındıran nasslar da vardır.
Nass, bir dildir. Dil ise anlaşılmaya, te’vile ve yoruma muhtaçtır. Dilin, hakikâti-mecazı, zâhiri-müevveli, muhkemi-müteşabihi, mücmeli- mübeyyeni, mutlakı-mukayyedi vardır. Kitap konuşmaz, insanlar onu konuşturur. Bunun için de eskiden Mutezile, filozoflar ve sûfiler amaç ve gayelerini anlatmak için Kur’an’ın literal anlamının ötesine bakmışlardır. Nassın ruhu, eskilerin deyimiyle hitabın fehvâsı, nassın harfinden daha çok anlama delalet eder.
Dogmatik yöntemin, nasscı metodun, literal yorumun ve nasslara parçacı yaklaşımın bu şekilde anlaşılmasıyla İslamcılar laiklere yaklaşmış olurlar ve laikler de İslamcılardan uzaklaşmamış olurlar. Her iki grubun da nassı ve olgusu vardır. Dolayısıyla ihtilaf başlangıçtadır, sonuçta değil.
Laikler, olgudan, istatistikten, tümevarımdan, bireysel ve toplumsal tecrübelerin analizinden tarihsel olayları incelemeden başlayan deneysel yöntemi (el-menhecu’s-sâid) kullanırlar. Rakamların dili en anlaşılır dildir ve istatistik dili söz ve yazıdan daha fazla ikna etme kabiliyetine sahiptir. Tümevarım sağlam duyuya dayanır. İstatistiksel analiz için rakamları kullanır ve akl-ı selime ulaşır. Olgular bir araya getirilip aklın analizinden geçirildiğinde ortaya delilin doğruluğu ve kesinliği çıkar. Bu yöntem peşin hükümlerden başlamaz ve sonuçları peşinen nasslardan çıkarmaz, incelemeye ve araştırmaya dayanır, toplumsal yasaları olgudan elde eder, bunları rakamlarla, şekillerle, aralarındaki bağlantıyı kurarak ve pratik analizini yaparak ortaya koyar.
Doğrusu bu yöntem olguyu tasvir etmede faydalıdır ve yazı ile sözü nicelik ve rakamlara dönüştürür. Bununla birlikte istatistik eksik yapıldığında veya örneklemede isabet edilmediğinde rakamlar da hata verir. Rast gele seçilen bir örnekleme bütünü temsil etmeyebilir. İstatistik tümevarım gibi eksik olabilir çünkü bütünü saymak mümkün değildir ve istatistik bütünün bir parçasını eksene almakla yetinir. Aynı zamanda niteliksel analiz, niceliksel analiz olmadan yeterli olmaz. Bu durumdaki analiz hata yapabilir ve ortaya birçok analiz ve okuma şekilleri çıkar. Bu durumda analiz ve okumaları yönlendirmede siyasi ideolojiler ve düşünce ekolleri devreye girer. Sanki bilgi, bir nassa veya bir kaynağa ya da bazı öncül faraziyelere ihtiyaç duyuyor gibidir. Ayrıca gözlem tanımlamaya, tahlil etmeye, anlaşılmaya başvurmadan yeterli gibi görülebilir. Bunun aksini de iki buçuk asırdan beri Muhammed bin Abdulvehhab gibi nakilci ıslah ve davet önderlerinin yaptığı gibi değişim için nassı hiç yorumlamaksızın veya olguyu meydana getiren faktörler üzerinde gözlem yapmaksızın nassı vakıaya olduğu gibi uyarlama çabalarında bulunanlar yapmaktadır. İslamcıların kullanmakta olduğu dogmatik yöntem ile laiklerin kullandıkları deneysel yöntem toplumun kültürünü oluşturan iki ana akım arasındaki ihtilafların bir sebebidir.
“Tenzîl” ve “Te’vîl” yani dogma ile yorum birbirini tamamlayan bir metodun iki aksiyonu ise, her iki grup arasında millî, siyasî ve kültürel bir diyalogun gerçekleşmesi imkan dahilindedir. Bu iki metottan her birinin kendine özgü üstünlükleri vardır. Ama her ikisi de birbirini tamamlayan bir bütündür. Tenzîl, te’vîle ihtiyaç duyarken te’vîl de tenzîle muhtaçtır. Bu iki metottan her biri diğerini kendi içinde barındırır ve ona dayanır. Birinci yöntem ikinci yöntemin diğer yüzüdür. Düşünce birliğinin şartı ve birbiriyle çatışan iki grup arasındaki düşmanlığı kaldırmanın yolu, metot-yöntem birliğidir. Çünkü her ikisi de aynı vatanda bir şeyler yapmak için uğraşıyor belki de millî çıkarın sağlanması, her iki yöntemin birbirini tamamlamasından geçmektedir, birbiriyle çelişmesinde değil. Hedef ve amaç birliği yol ve yöntem çoğulluğuna müsaade eder.
Bu metotsal birlik eskilerin ortaya koyduğu gibi “metot usûlü” yoluyla gerçekleşmiştir. Bazı çağdaş düşünürler de bu yöntemi ortaya koymuşlardır. Öyle ki “usûlî metot” asl ile fer’i tümdengelim ile tümevarımı, dogmatik yöntem ile deneysel yöntemi, nass ile olguyu bir araya getirmiştir. “Asl” hüküm ve illet bakımından bilinen nasstır ve bu nassın dil, sebeb-i nüzûl, nesh ve illet bakımından incelenmesiyle bilinir. “Fer’” ise dış etken olarak etkili bir faktör olan illetin analizi, tecrübe edilmesi ve gözleme tabi tutulması yoluyla bilinir. Şayet tümdengelimle bilinen ve “asl”da mevcut olan illet, tümevarımla tanınan ve “fer’”de bulunan illetle aynı ise fer’, “asl” hakkındaki hükmün illetini alır.
Bunun için de usulcüler kıyası aralarındaki illet benzerliğinden dolayı hakkında şer’i nass bulunmayan (fer’i) meseleyi hakkında şer’i nass bulunan (aslî) meseleye ilhak etmek şeklinde tarif etmişlerdir. Her bilgi iki asli hususa muhtaçtır: Sabit ve değişken. Filozoflar, sabitelerin çeşitlerinin dini nasslar, mantık kaideleri, mezheplere ait literatür ve kıyasî önermelere göre neler olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir.
Sosyal bir realite olan değişimin gerçekleştiği şüphe götürmeyen bir husustur. Hem İslamcıların hem de laiklerin sosyal bir realite olarak gözlemledikleri hususlar hep aynıdır. Sömürgecilik, geri kalmışlık, baskı-zulüm, böbürlenme, parçalanma, fesat, kimlik kaybı, kitlelerin olumsuz yönde sürüklenişi gibi hususların anlaşılması ve tedavi etme yollarının neler olduğu bu iki grup arasındaki ihtilafların kaynağını oluşturmaktadır. Yöntemlerin çokluğu göz önünde bulundurulduğunda yöntem konusunda ihtilaf etmek kaçınılmazdır, ama belirli bir yönteme körü körüne bağlanmak konuya zarar verir. Önemli olan sonuç ve değişimin dinamikleridir. Yöntem konusundaki farklılık doğaldır ancak bunlar arasındaki çatışma ümmetin kültürüne zarar vermektedir. Bunun için de metotların birbirini tamamlayıp bir kısmının diğer bir kısmını tashih etmesi gerekir. Sonuçta yöntem bir bakış açısıdır ve olgu yakınlaşma yoludur. Yöntem araçtır gaye değil, vesiledir sonuç değildir. Yöntem konusundaki ihtilaf, düşmanlık ve kavgayı değil birbirini tamamlamayı ve her birinin kendine göre farklı üstünlüklerin ortaya çıkarılmasını esas almalıdır. Kur’an “Herbirinize bir yol ve yöntem verdik” (5:48) demiştir.
Dolayısıyla ümmetin yöntemi nass ile olgunun tenzîl ile te’vîlin arasını birleştirmek olmalı. O halde bu ihtilaflar, bu düşmanlıklar ve çatışmaların sebebi nedir?
2- Dil Farklılığı
Nasstan olguya doğru dogmatik yöntemi kullanan İslamcılar ile olgudan nassa doğru deneysel yöntemi kullanan laikler arasındaki farklılıktan sonra birbiriyle çatışan bu iki grup arasındaki diğer ihtilaf da “dil” hususunda sahip oldukları farklılıktır. Dil, çeşitli fırkalar ve insanlar arasındaki ayrılıkların ve birleşmelerin dış adresidir. Diyalog sürecinde olanlar arasındaki buluşma ve ayrılma aracıdır. Çoğu zaman dile birbiriyle zıt olan yaygın anlamlar yüklenir, her grup kendi ayrı yöntemiyle bunu anlar ve ayrılıklar sürüp giden düşmanlıklara hatta çatışmalara kadar varır ve İslamcılar, laikleri küfürle, laiklerde İslamcıları ihanetle suçlar. Dil, bir düşünce ve düşünceyi ifade biçimidir. Çoğu kere düşüncede birlik mümkün olmaz. Ama düşüncenin mümkün olabilmesi için diyalog, dil üzerinde de bir birliğin oluşmasını talep eder.
Dil, her iki grup tarafından da kullanılan sözcüklerin toplamıdır. Cümleler, sözcüklerden oluşur ve sözcükler yakınlaşmak ve uzaklaşmak hoş görmek veya hor görmek anlamlarını yüklenirler. Sözcükler elbiseyse anlam da bedendir. Birçok defa eski bir lafızla yeni bir anlam ifade edilir veya yeni bir lafızla (sözcük) eski bir anlam anlatılır. Sözcüklerin anlamları asırlar ve nesiller boyu değişime uğrar. Dolayısıyla lafızlar hayattır, ölümdür ve diriliştir. O halde toplum hayatında birbiriyle çatışma halindeki iki grup olan İslamcılar ile laikler, arasındaki diyalog için sözcüklerin analiz edilmesi, anlam ve işaret ettikleri şeylerle ilgili bağının kurulması bir zorunluluktur.
İslamcılar geleneksel, kültürel kadîm lafızları kullanıyorlar. Bu lafızlar ilk yedi asır içerisinde doğan, oluşan gelişen ve kemâle eren ancak son yedi asır boyunca hiçbir değişime, gelişime, yenilenime uğramaksızın gelen İslamî ilimlerin kullandığı sözcüklerdir. İman, küfür, şirk gibi bu lafızları ancak Ezher kolejlerinde, ilahiyat fakültelerinde ihtisas yapmış hocalar ve din alimleri anlayabiliyor. Bu lafızlar, yeni yeni anlamlar kazandıklarından dolayı tekrar incelenmeye muhtaçtır. “Allah” dışındaki bir varlığa “iman” kötü bir şeydir, Tağutu inkar etmek “küfür” iyi bir şeydir. Allah’ın yanı sıra otoriteyi, makamı, mevkiyi, dünya zevklerini malı-mülkü ve şöhreti ona ortak koşmak “şirk” çirkin bir şeydir. İnsanlıkta toplumda ve bireyde tevhidi gerçekleştirmek iyi olabilir. Dolayısıyla bu tür kavramları anlamlarını açıkça ortaya koymadan kullanmak İslamcı söylemi laiklerin modern söylemi karşısında gelenekçileştirmektedir. İki söylem arasındaki bin yılı aşan zaman mesafesi göz önünde bulundurulduğunda diyalog mümkün olamamaktadır.
Bazen kullanılan lafızlar, kesin inanç konularıyla ilgili olup diyalog kabul etmeyecek şekilde kapalıdır. İslam ve din kavramları gibi aklı ve düşünceyi devre dışı bırakarak herhangi bir sorgu ve tartışmaya mahal bırakmadan mutlak teslimiyeti, itaat etmeyi ve iman etmeyi isteyen lafızlar bu türdendir. Mesela genellikle din kavramı dünyanın zıddı-mukabili gibi anlaşılmış ve gayb alemiyle ilgilendiği kadar bu dünyayla ilgilenmemiştir. Oysa ki, din İslamî anlamıyla dünyayı, görünen alemi, vakıayı, toplumu, insanı, maslahatı ve laiklerin kendisinden bahsettiği her şeyi kapsamaktadır. Aynı zamanda İslam kullanımdaki şekliyle peygamberlerin sonuncusu tarafından getirilen din anlamına gelir ve bunun içindir ki bu dine iman edenlere “Müslüman” adı verilmiştir.
Oysaki İslam, tabiri aklî, genel fıtrat dini anlamına da gelir. Hz. Adem’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar gelen tek din, yani beraatu asliye (tabiî fıtrat) dinidir. Bu aynı zamanda Allah’a iman edip salih amel işleyen herkesi içine alır. Ayrıca İslam’ın içeriği öyle geniştir ki, içinde Doğu dinleri olmak üzere kendi dışındaki diğer dinleri de kapsar. O halde İslam herhangi bir cemaatin, fırkanın, mezhebin dini değil tüm beşeriyetin dinidir. Laiklerin de yakınlaşmaya çalıştıkları husus budur.
Bazen de kullanılan lafızlar (sözcük-kavram) bu dünyadan daha çok âhiret alemiyle, dünya işlerinden çok âhiret işleriyle, ölmeden önce insanı ilgilendiren hususlardan daha çok öldükten sonra insanı ilgilendiren konularla ilgili olabiliyor. Bu durumda cin, melek, şeytan, mizân, havz, cennet, cehennem, a’raf gibi konular daha çok konuşulur. Bu tür konular hakkında fazlaca konuşmaya dalmak İslamcı söylemi toplum ve realiteyi ilgilendiren işlerden uzaklaştırırken laikleri de dünyanın krizde olduğu Filistinlilerin katledildiği, Çeçenlerin şehid olduğu, açların öldüğü bir ortamda gayb ile ilgili konularda konuşmanın önemini sorgulamaya sevk etmektedir ve onlar zulüm, adalet, düşmanlık ve direniş gibi hususları konuşmayı tercih etmektedirler. Kaldı ki, bu konular anlam itibariyle İslamcıların kullanmakta olduğu ve öte dünyanın sembolleriyle ifade ettikleri bazı kavramlarda vardır.
İslamcıların kullandıkları sözcükler, bazen de fıkhî ıstılahlar olup, sorgusuz-sualsiz tatbik etmeyi, tereddütsüz itaat etmeyi gerektiren farz ve vacib hükmü taşıyan şeriat (kanun-hüküm) ve farz anlamındadır, çünkü her emir vücûbiyet bildirir. Hadleri uygulamaktan kaçış yoktur. Bu söylem, bazen devlete ve insanlara karşı bir baskı ve teröre kadar varıp siyasi otoriteyi ve halkı korkutmaya kadar ulaşır. Oysa ki bu kavramlar insanın özgürlüğünü ve özgürce seçimini göz ardı etmez, fıtratı ve fıtratın kabullenmesini göz önünde bulundurur.
Vâcib (farz), ibadetlerin vaktinde yapılması gibi hususların insan tarafından gönüllüce kabul edilmesi nehiy de nefsin taşıyabileceği ve ruhu daraltmayan şeylerdir. Şeriatın tatbiki, görevlerin yerine getirilmesini istemeden önce hakları verir. İşte burada bu şekliyle kavramların anlamları büyük ölçüde laik söyleme yaklaşmış olmaktadır.
Kullanılan kavramlar, bazen da kişiye dönük olumsuz bir içe kapanma anlamlarındadır. Bu anlamlara göre dışarıdaki sorunların kaynağı içeridedir ve toplumun değişmesi bireyin değişmesiyle sağlanır. Bunun ardından İslamcı söylemde tevekkül, takva, huşu, korku, zühd, sabır, rıza, kanaat gibi geleneksel tasavvuf kültürünün kavramları yaygınlık kazanır. Bu kavramlar laik söylem üzerinde olumsuz bir etki yapmıştır ve laik söylem buna karşı tepkisel bir tavır göstererek karşıt kavramlarla çalışmaya, çaba ve gayret sarf etmeye, uğraşmaya, özgüvene, hakları talep etmeye çağırmıştır ki bunlar çağdaş sözcüklerle dile getirilen İslamî içerikli kavramlardır.
Laik söylem tepkisel olarak Batı kültüründen gelen ve anlamları İslamcıların kavramlarından fazlaca da farklılık göstermeyen modern kavramlar kullanır. Seçkin bir zümre bu kavramları kullanır ve ardında da kültür çevrelerinde yaygınlık kazanır. Bu kavramlar (dil) başta Edebiyat ve Hukuk fakülteleri olmak üzere Üniversitelerde, basın-yayında, kültürel ve siyasi çevrelerde yaygın olarak kullanılan bir dil haline gelmiştir. Bu kavramlar genç kuşağın ilgisini çeken, içeride ve dışarıda diyaloga çağıran açık kavramlardır ve nispeten de evrenselliği ve genelliği içerir.
Yine bu kavramlar, insanlığın dili, insanlığın kültürü haline gelen evrensel dilin ve evrensel kültürün bir prototipi olacak seviyede bütün kültürlerde yaygınlık kazanmıştır. Bu kavramlar, gelişmeye, üretime, planlamaya, yenileşmeye, değişime ve ıslaha işaret eden modern kavramlardır. Bu kavramlar, laiklikle İslamcılık arasındaki buluşma halkası olan modern ıslahatçı dini düşüncenin yabancısı olmadığı kavramlardır.
Islah hareketi devletin zayıfladığı gibi zayıflayınca İslamî söylem ile laik söylem arasındaki karşıtlık ve milli devletin iki ana kanadını oluşturan bu söylemler arasındaki çatışma da ortaya çıktı. Bu kavramlar, düşünmeye, ilerlemeye, incelemeye çağıran delil, burhan ve mantığa başvurmayı talep eden aklî (mantıkî) kavramlardır. Bunlar sayesinde birbirini küçümsemeden ve yok farz etmeden insanlar arasındaki diyalogun gerçekleşmesini sağlayan ortak bir dil oluşur. Kaldı ki bu kavramlar, İslamcı söylemin ilk temellerindeki öze bir çağrıdır ve Kur’an, aklı çalıştırmaya ve burhanı talep etmeye teşvik eder.
Bu kavramlar fakirlik, açlık, yoksulluk, kıtlık, baskı, sindirme, mahrum etme, marjinalleştirme, dışlama, adalet, milli gelir ve ücretlerin dağılımı, barınma, plansız yerleşim, kırsal alan, ulaşım, su gibi insanların maslahatlarından bahseden reel sosyal kavramlardır. Bu kavramlarla kastedilen anlamlar ve durumlar İslamcı söyleme ve sosyo-siyasal İslam’ın çok mu uzağındadır? Yasamanın (teşri’) temeli maslahat değil midir?
Bu kavramlar, insanın ve toplumun özgürlük ve bağımsızlık gibi arzusunu dile getiren doğal, fıtri kavramlardır. Beşeriyetin tabiatını, olgusunu ve insanın temel ihtiyaçlarını ortaya koyar. Bu kavramlar, can, akıl, din, namus ve mal emniyetini korumayı şeriatın maksatlarına yabancı mıdır? İslam şeriatı doğal, fıtri bir şeriat değil midir? Usul alimleri bu maksatları dile getiren “zaruretler mahzuratı mübah kılar”, “güç yetirilmeyen şeyleri teklif caiz değildir” “kötülüklerin ortadan kaldırılması, maslahatı sağlamaktan önce gelir” gibi ilkeler belirlememişler midir?
Sonuç olarak bu kavramlar, direnişe, imar etmeye, çalışmaya, üretmeye çağıran olumlu kavramlardır ve anlam olarak cihad, amel, sa’y, sıkı sıkı çalışma, ictihad, yeryüzünde halife olup onu imar etme gibi eski geleneksel kavramların muhtevasında mündemiçtir. Dolayısıyla İslamcılık ile laiklik arasındaki mesafe birbirinden uzak ve birbiriyle çelişkili değildir.
Aynı zamanda hem İslamcı hem de laik olup diyaloga ihtiyaç duymayan üçüncü bir dil de vardır. Bu her iki akımın da temelinde var olan toprak, halk, millet, fiil, amel, akıl, ilim, tabiat, fıtrat, gericiliğe karşı cihad, yeryüzüne yöneliş ve karar kılış gibi müşterek bir dildir. O halde neden her söylem dilin alt sınırını almıyor da üst sınırını alıyor? Ve neden aradaki mesafeyi artıran kavramları kullanıyor da diyalog ve hoşgörüyü öngören yakınlaştırıcı kavramları terk ediyor.
Diyalogun şartlarından biri tüm tarafların anlamdan bir şeye doğru adım atmak gibi lafızdan anlama intikal etmeyi mümkün kılıcı müşterek bir dilin bulunmasıdır. Doğrusu, söylem düzeyinden daha çok düşünce ve dil birliği konusundaki bir diyalog daha başarılı ve sonuç vericidir. Kadîm filozofların yaptıkları da buydu. Onlar yeni ile eskiyi birleştirmeyi geleneksel olan ile modern olanı bir araya getirmeyi sağlayan üçüncü bir söylemi oluşturmak, düşüncedeki paradoksu gidermek, kültür birliğini savunmak için kültürel mirasın bir parçası olan geleneksel anlamı ifade etmek amacıyla yaygınlaşan ve günlük kültürel hayatta kullanılır bir hal alan yeni kavramları kullanmışlardır. Makalenin tamamını okumak için tıklayın