“Demokrasi yüzyılı”nda hala bu sözlerin söylenebiliyor olmasından utanç duydum.
Başbuğ’un demokrasi ve hukuk adına baştan sonra suç içerdiğine inandığım Star Tv’deki konuşmasını dinlediğimde de ülkem adına hayıflandım. Sadece sorunlu olan üslubundan dolayı değil, yaslandığı bakış açısı da kabul edilemez buldum.
İşin örtülü tehdit boyutunu şimdilik bir yana koyuyorum, ama Başbuğ’un açıklamalarını dinlediğimde bir an için kendimi geçmişin tek parti döneminde yaşıyormuşum gibi hissettim. Herkesi Türkleştirmek isteyen, bu amaç doğrultusunda inkar ve zor politikalarını savunan, “Kürt yoktur!” diyen, “Türk kanı”ndan ve “Türk ırkı”ndan olmayanları aşağı gören, onları Mahmut Esat Bozkurt’un ifadesiyle bu ülkenin biricik efendisi olan Türk ırkına mensup olanların kölesi veya hizmetçisi mertebesine layık gören o tek parti döneminin zihniyetinin yeniden hortlatılmak istendiğini gördüm. Hem de “demokrasi yüzyılı”nda... Hem de yaşanmış onca acı ve gözyaşına rağmen...
Geçmişin o inkar ve zora dayalı asimilasyon politikaları değil midir “Kürt sorunu”nu yaratan? “Kürt sorunu” olmamış olsaydı dağa çıkan PKK ne işe yarardı? PKK’dan bin kat daha teorik donanıma sahip bir DEV-SOL veya TİKKO gibi Türk orjinli örgütler niçin toplamsallaşıp siyasallaşamadılar da PKK bunu becerdi? 26 yıldır süren amansız savaşa rağmen PKK niçin bitirilemedi? Nasıl oldu da PKK bir işaretiyle milyonlarca Kürt vatandaşımızı sokaklara dökebiliyor, nasıl oluyor da bu ülkenin Kürt gençleri bir çağrı üzerine öleceklerini bile bile dağlara çıkmaktan vazgeçmiyorlar?
***
Başbuğ’un “Türk kanı” benzetmesi üzerinden esas aldığı etnik milliyetçi ve ayrımcı anlayışı gördükten sonra bir kez anladım ki bu mantıkla ne Kürt meselesi çözülebilir, ne de PKK’nın başlattığı savaş bitirilebilir...
Belki de bu sorunun bitirilmesi kimilerinin işine gelmiyordur.
Olamaz mı?
“PKK terörü”, vesayet rejiminin sürmesi için gerekli ve kullanışlı bir gerekçe ise, niçin olmasın diyenlerin sayısı artıyor.
Başbakanın bizzat kendisi PKK-Ergenekon bağlantısına değinmedi mi? Yıllarını Kürt demokratik mücadelesine adamış Kemal Burkay bunu benzer sözler söylemiyor mu?
Başbakanlık Başdanışmanı Doç. Dr. Yalçın Akdoğan’ın, PKK’nın amacı kadar kimin amacına hizmet ettiği de görülmelidir biçimindeki saptaması tam da bu süreçte büyük bir önem arz ediyor bence..
“PKK terörü”nden sonra demokrasi karşıtı cephenin nasıl ön almaya başladığına bakılırsa bu saptama üzerinde özellikle bu ülkenin Kürtlerinin düşünmeleri gerektiğini hatırlatırım.
***
“Türk kanı” nasıl bir renge sahiptir bilmem. “Yüceliğini” nerden aldığını da... Türkçülüğü de Kürtçülüğü de cahiliye pisliği olarak değerlendiren bir inanca sahibim. İnsanların içine doğdukları etnik aidiyetleriyle övünç duymalarını yanlış bulan bir anlayışa mensubum.
Damarlarımızda dolaşan o hayat iksirine bile ırkçılık bulaştıran, kanlarımızı bile Türk, Kürt, Arap diye bölümleyen anlayışlardan nefret ediyorum.
Bildiğim o ki, kutsallığı kanda veya ırkta arayanlar, bu ülkenin sahibi de efendisi de biziz anlayışında olanlar, sadece sorun üretirler, daha çok kan akmasına sebebiyet verirler.
Yeri gelmişken belirteyim...
Anayasadaki “Türk vatandaşlığı” tanımının etnikçi olmadığını her seferinde söyleyen malum çevrelerin, şimdi bu “Türk kanı” açıklamasından sonra ne diyeceklerini doğrusu merak ediyorum.
Vatandaşlığın millete veya ırka değil, sadece devlete ait bir tanımlama olduğunu bilmeyenlere, bilip de çarpıtanlara ne derseniz boş!
***
Üzüldüğüm asıl nokta, bu ülkede bir Genelkurmay Başkanının Başbakandan izin almaya dahi gerek duymadan sadece siyasete değil yargıya da müdahale edebilmesidir. Daha da üzücü olanı, bunu yapan bir bürokrata karşı ne Hükümetin, ne de yargı kurumunun hiçbir şey yapamıyor olmasıdır.
Başbuğ’un gerek üslup ve gerekse içerik bakımından hayli sorunlu bulduğum açıklamaları, Türkiye’de askeri vesayet rejiminin hala sürmekte olduğunun da bariz göstergesi niteliğinde.