Dolar

34,5300

Euro

36,1685

Altın

3.011,37

Bist

9.549,89

Nişanyan Testi ve Müslümanların ‘Test’ ile İmtihanı

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-10-08 01:41:26

Nişanyan Testi ve Müslümanların ‘Test’ ile İmtihanı
"Sansasyonel ifadelere hemen tepki vermeyip bir süre çekmeceye koymak, sonra çıkartıp farklı bir zihinle tekrar okumak belki de en sağlıklı yol. Sansasyonel ifadeler fonksiyonlarıyla insandaki olağan “duyu-duygu-vicdan-akıl” dengesi üzerinde sarsıcı etkiye sahip olabiliyor. Bunun üzerine bilgi eksikliğini ve bu eksikliğin muhakeme üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkilerini de tahayyül ettiğimizde insanı bir anda pişmanlık duyabileceği bir noktaya da fırlatabilir. 

Gençler için daha zor olsa da, “pişmanlık uyandıracak” bir söz veya eylemin içinde olmaktansa “yetersiz tepki vermiş olmak” veya “aldırmamak” bile çoğu kez daha hayırlı olabilir. Bir ilişki biçiminde hak ihlali, “zulüm” kaçınılmazsa, yani durumu herhangi bir şekilde düzeltme imkânından mahrumsak ‘zalim’ konumunda olmamak, (bilinçli olarak kullanıyorum) “mutlak” anlamda daha iyidir. Sansasyonel ifadeleri sadece metin ve içerik açısından değil psikolojik, toplumsal ve iletişime yönelik etkileri açısından da anlamak ve değerlendirmek gerekiyor. 

Nereden geldiğini ve nereye gittiğini; hatta nereye gitmek (yine bilinçli olarak kullanıyorum) ‘niyetinde’ olduğunu okumaya çalışıyorum. Bu okuma, yargısız bir infaza gerekçe teşkil etmek üzere yedekte tutulacak bir niyet okuma çabası değil; istemediğim, arzu etmediğim bir duruma düşmemek için bir gayret, bir çaba veya “cehde tam teşebbüs.” Gerekirse kaldırım değiştirmek.

Sevan Nişanyan’ın yazısı bu perspektifte değerlendirilebilir. Yazının bütünündeki ve “Bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. ‘İfade özgürlüğü’ denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir.” ifadesindeki emosyonel, argo, aşağılayıcı ve oryantalist ifadeleri ayıklayarak tekrar okumak, özde ne demek istediğini daha rahat ortaya koyabilir.

Nişanyan’ın, benim de imanımın bir parçasını oluşturan Resulullah Muhammed (sav) hakkındaki “iddialarını veya bize aktardığı iddiaları” formüle edersek şu önermelerle karşılaşıyoruz: 1. “Yüzlerce yıl önce yaşamış.” 2. “Vahiy aldığını iddia etmiş.” 3. “Bu iddiasına binaen siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş.” 4. “Bir Arap Lideriymiş.” 5. “Böyle bir “lider” ile dalga geçmek nefret suçu değilmiş.” 6. “Bu, ifade özgürlüğünün basit bir testiymiş.” Nişanyan’ın ifadelerindeki önermeleri bu şekilde anladım.
Bir “şey”in yüzlerce veya binlerce yıl önce vuku bulması değerler açısından menfi bir anlam ifade etmiyor. İyinin ve kötünün Adem (as)’den beri insanın dünyasında yer aldığını biliniyor. Şahsiyetlerin, ‘ne zaman’ yaşadığının değil de ‘ne uğruna’ yaşadığının önemli olduğuna inanıyoruz.

Resulullah Muhammed (sav)’in Allah’tan vahiy aldığına inanmamak veya vahiy almayı bir ‘iddia’ olarak ifade etmek: “Nereye bir peygamber gönderilmişse, bu iddia ve tartışma da ortaya çıkmıştır. Resullulah Muhammed (sav)’in hayatı hakkında elimizde oldukça fazla tarihi doküman olduğu için detaylı bilgiye sahibiz. Vahiy konusunda, O’nun hakkında, muarızları tarafından dile getirilen, daha ağır suçlamalar veya tanımlamalar da yer almıştır. Ancak, vahiy olayının özellikleri de dikkate alındığında, önemli olan bu suçlamalardan ziyade, O’nun bunlara nasıl bir tepki gösterdiği. Bu saldırıların hemen hemen hiçbirini ciddiye alıp cevap vermemiş, tepkiselliğe düşmeden, duygusallığa kapılmadan, etrafındakileri de yatıştırarak, inandığı yolda aynı hızla yürümeye devam etmiştir. Vahiy olayları, mahiyetleri itibariyle özellikli, daha doğrusu peygamberlere özgüdür. Bu olaylara peygamberlerden başka muhatap olan ve şahit olan da yoktur. İnsanlar, haberi getirenin şahsiyetine ve hedeflerine; getirdiği haberin mahiyetine bakarak buna iman ediyorlar. Gayb’a inanan bir kişi böyle bir şeyin “mümkün” olduğunu kabul eden; bunu peygamber olduğuna inandığı kişi söylüyorsa buna iman eden; yani bir iç muhasebe sonucunda bu bilgiden emin olan kişidir.

Kısaca Müslümanlar, el-emin sıfatını taşıyan Muhammed (sav)’in sözlerine ve eylemlerine bakıyor, bir umut olduğunu gözlemliyor ve hissediyor, ona atılı iftiralardan uzak olduğunu görüyor ve getirdiği bilgiye iman ediyor. Seküler epistemoloji “aklı/duyuları” bilgi kaynağı olarak kabul ettiği halde bir Müslüman için bunlara ek olarak (“haber-i sadık”, yani) vahiy ve sünnet hakkındaki doğru haber de bilgidir ve bağlayıcıdır. Allah insana iki yol gösterdiğine göre, bir Müslüman için sorun, epistemolojik farklılığa toleransta değil; kullanılan argo ve aşağılayıcı dilde düğümleniyor. Haber-i sadıktan gelen bilgi Müslümanlara bu üslubu dikkate almamalarını, kışkırtılmaya yenik düşmemelerini ve Müslümanların böyle bir dile kesinlikle yanaşmamalarını öğütlüyor.

Resulullah Muhammed (sav)’in bu süreç içerisinde “siyasi, mali ve cinsel menfaat elde ettiği” iddiası, tarihe baktığımızda, en gaddar muhalifleri tarafından bile dile getirilmiş bir iddia değil. Dönemin geleneği içerisinde eriterek; “sarayda yaşamak, sınırsız bir hareme sahip olmak, malı-mülkü kendi mülkiyetine geçirmek” gibi menfaate dayalı eylemler de muhtemelen göze batmaz, çevre tarafından olağan karşılanırdı. Fakat O, karşısında oluşan cephe tarafından, bunların tam tersine “seçkin olmamak ve seçkince yaşamamakla”, “insanları eşit kabul etmesiyle”, “malının ve oğullarının çok olmamasıyla”, “kadınlara ve kölelere ‘insan’ muamelesi yapmasıyla” eleştirilmiştir. Mekke’de, O’na yapılan şu teklif klasik bir tarihi bilgidir ve konuyu aydınlatıcıdır: “Bak Muhammed! Başımıza geç ve hükümdarımız ol, hepimiz malımızın bir kısmını sana devredelim ve içimizde tartışmasız en zenginimiz sen ol, en güzel ve beğendiğin kadınları seç, onlar da senin olsun. Ama lütfen şu iddialarından vazgeç.” Daha yolun başlarında sayılabilecek bir dönemde, niyeti “siyasi, mali ve cinsel menfaat/iktidar” elde etmek olan biri için eksik olan ne var bu teklifte? O’nun cevabı yine klasik bir siyer bilgisidir. Bilenler bilmeyenlere anlatıversin. Bıraktığı ‘miras’, yaptığı evlilikler ve yönetim tarzı da her kim ise müddeinin, iddiasını dillendirmeden önce yapması gereken asgari bir çalışmadır. Şu andan itibaren de müddeiye ev ödevidir.

O’nu “bir Arap Lideri” olarak nitelendirmek yanlış değil; bir Müslüman’ın anlam dünyası ve epistemolojisi açısından eksik ve yetersizdir. Aslında bunun O’na, “Resulullah Muhammed” yerine “Abdullah oğlu Muhammed” demekten farklı bir tarafı da yok. Tarihe bakalım, Süheyl bin Amr, Hudeybiye’de antlaşma metninin başına Resullullah’ın yazdırmak istediği “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” ibaresine itiraz etmiş ve yerine sadece “Allah ismiyle”; imza kısmına da “Resulullah Muhammed” yazılmasına karşı çıkmış ve “Abdullah oğlu Muhammed” yazdırmıştı. Kısaca, “senin resul olduğuna inansam masanın bu tarafında değil senin yanında olurdum” diye kendi açısından gerekçelendirmişti. Barış teklifi karşı taraftan gelmiş, oradaki sahabe istisnasız bir şekilde bu itiraza yüksek sesle karşılık vermişti. Resulullah (sav) ısrar etse istediği ifadeleri büyük ihtimalle metne koydurabilir, psikolojik bir ‘üstünlük’ elde edebilirdi. Öyle yapmadı, gerekçeleri makul buldu ve Süheyl’in istediği gibi yazdırdı. Anlayabildiğimiz kadarıyla O’nun hedefi ‘mevzi’ kazanmak değil insanlar arasındaki iletişim zemininin kaybedilmemesiydi. Öyle zannediyoruz ki burada iletişim açısından önemli bir nokta var: muhatabın kendi epistemolojisi içerisinde ulaştığı sonuç bizim için “eksik fakat yanlış değil” ise “yanlış” hükmünde olmamalıdır veya olmayabilir. İletişimde toleransın daha kapsamlı olan epistemolojiden, yani İslami bakış açısından gelmesi bu tip konulara da çözüm üretecektir. 
O’nun Peygamberliğini kabul etmeyenlerin peygamber sıfatını dile getirmeden, en çok kullandığı tabirle “dini lider” veya “din kurucusu” olarak bahsedebileceği yerde “Arap Lider” olarak dile getirmesini de, bir başka cenahtan ‘Arap’ vurgusunda bir ‘crescendo’, oryantalist bir ‘zihin sürçmesi’ olarak not ediyoruz. Bir Müslümanın buna vereceği en net cevap: “Hem Arabın yüzü, hem Şam’ın şekeri” hatırlatmasını yaparak; O’nu, Resulullah (sav) olarak anmaya devam etmektir.

Böyle tanımlanan bir liderle “dalga geçmenin” nefret suçu oluşturup-oluşturmaması: Bir takım düşmanları Resullulah (sav)’a (“esselamu aleyke” yerine) karışıklığa getirerek, aralarında kıkırdaşarak, kendilerince alaya alarak “ölüm senin üzerine olsun” anlamında “essamu aleyke” diye selam verirlerdi. O da onlara sakin bir şekilde (“sizin de üzerinize olsun” anlamında) “ve aleyke” derdi, o kadar. Buna şahit olup sert tepki veren ve o kişileri azarlayan eşi Aişe (ra)’yi de böyle yapmaması konusunda uyarmıştı.

“Dalga geçmek” bizatihi kötüdür. Anlayabildiğimiz kadarıyla istisnası da yoktur. Bunu kötü olarak değerlendirmek ve kaçınmak Müslümanların dinlerinden bir cüz; birçok geleneğin de benzer biçimde kabul ettiği bir fiildir. “Dalga geçilmek,” muhatapların psişik bir travmaya uğratılıp duygusal olarak alt-üst edilebildiği; oluşan duygusal tepkinin aklı, duyuları ve vicdanı bir anda sekteye uğrattığı veya devre dışı bırakabildiği, hatta uzun süre veya sürekli olarak o şekilde tutabildiği bir durumdur. Bazen insanlara çaresizliği de yaşatır. Kul hakkına yapılan aleni ve çirkin bir saldırıdır. Bu nedenle bir Müslümanın kendisiyle dalga geçilmesi durumunda bile muhatabı ile dalga geçmeye hakkı yoktur. Çünkü dalga geçmek onun Kitabında yoktur. Dalga geçmek bir ‘davranış biçimi’ sayılmadığı gibi cezalandırma olarak da kabul edilmez. Bu noktaya bir başka açıdan bakarsak, iftiraya verilecek adilane cevap iftira atana iftira atmak değildir. Onun karşılığı başka bir şeydir, bazen de yoktur. Hayatta her olgunun bir simetriğini aramak; Varlığı ve hayatı anlamakta dogmatik bir yönteme saplanıp kalmak, çıkmaza girmek anlamına da gelebilir. Kendisinde hayat olduğu bildirilen kısasta bile uygulamadan vazgeçmenin daha erdemli olduğu herkesin bildiği bir öğüt değil mi? 

Çatışmacı bir tarihten ve gelenekten gelen Seküler-Batı içerisinde nefret suçuna yaklaşım; daha ziyade muhatap olan bireyi fiziksel bütünlüğüne yönelik saldırı, tehdit ve tacizden korumaya odaklanır. Denklemin diğer tarafında aynı açılardan bireyin “ifade özgürlüğü” yer alır. Bu yaklaşım, (din olarak zikredilse de) kutsal olarak kabul edilen şahsiyetleri, sembolleri ve bunların bağlılarını doğrudan dikkate almamakta; tanıma, iki ucunu yukarıda belirttiğimiz gibi kendi paradigması içerisinden bakmaktadır. ‘Bireyi’ aşırı yüceltirken, ‘kutsalı’ görmezden gelen bu yaklaşım seküler paradigma ile tam bir çakışma ve harmoni içerisindedir. İslam’ın bu iki noktaya yaklaşımı, insan zihninde ve vicdanında ortadan kaldırmaya çalıştığı şirk sembollerini dahi, fiziki ve sözlü saldırılardan, hakaretten, alaycılıktan ve “dalga geçmekten” uzak tutarak, bunları, makul zeminde ve soğukkanlılıkla masaya yatırmak ve insanı zihinsel olarak gönüllü bir şekilde bu muhakemeye dahil etmek yönündedir. Bunu yaparken bir yandan yanlışlamaya çalıştığı müşriki zihinsel bir travmadan korumakta; diğer yandan istenmeyen davranışa girebilecek potansiyele sahip inanan insanın da, “alay etmek, dalga geçmek” gibi bir yanlışa sapmasını engelleyerek, onu da korumaktadır. Aslında burada korunan her kim olursa olsun insan ve insan fıtratıdır. 

İster inanarak veya inanmayarak kendi görüşleri şeklinde, isterse nakil babında olsun; Nişanyan’ın bunları test olarak gündeme getirmesi: Müslümanların, fanatik Seküler-Batı tarafından test edilme kalkışmasına ilave olarak pilot bir test yerine geçmekte, ilave bir yük getirmektedir. Müslümanlar için bu ilave yüke de sabır göstermek dışında bir seçenekleri yoktur. İnançları konusunda insanları test etmenin, insanları sınamanın bir anlamda ‘tanrıcılık’ oynamaktan, onlara ilahlık taslamaktan ne farkı vardır ki? Bütün olan bitene rağmen test edenlerin bunu idrak etmelerini ummaktan başka yapacak bir şey yok.
İslam’ı hedef tahtasına koyan Hegemonik Batı, kendi çatırdama sesinin perdelemek amacıyla bu tip kışkırtmaları arttırarak gündeme getirecek gibidir. Amaç, Müslümanların özgüvenleriyle oynamak, onları duygusal patlamalara mahkûm etmek, İslam’ın önünü kesmek ve Müslümanların seslerini duyulmaz hale getirmektir. Müslümanların bu dünyaya söyleyecek çok sözü vardır. Başka bir ifadeyle, yeryüzünde söz söyleyebilecek konumda olan tek ümmet Müslümanlardır. O’nun hayatını ve uygulamalarını daha yakından öğrenip çözümleyerek anlamaya gayret etmek ve hayata geçirmek; Asr Suresini sürekli gündemimizde ve hayatımızın içinde tutmak; ilkelerimizi kesinlikle duygularımıza ve maslahata feda etmemek en sağlıklı ve tek meşru yol olacaktır. Bu yolun hem Müslümanları, hem insanlığı, hem de insan fıtratını birlikte gözeten, gözetmekle yükümlü olan bir yol olduğu akıllarda daima tutulmalıdır.

Prof.Dr Cihangir İslam
[email protected]

Haber Ara