Dolar

34,5424

Euro

36,0063

Altın

3.006,41

Bist

9.549,89

Arap Fikir Baharı’nı beklerken

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-10-01 14:09:57

Arap Fikir Baharı’nı beklerken
Birleşik Devletler’e yakın bir ziyaretim esnasında gazeteciler ve entelektüellerin “Arap uyanışı sırasında Müslümanların gerçekten demokratik idealleri benimseyeceklerine dair yanlış mı yönlendirildik?” sorusuna muhatap kaldım.

Kısaca cevap hayır. Yakınlardaki İslam-karşıtı videoya yönelik şiddet içeren gösterilere katılanlar küçük bir azınlık. (Sergiledikleri) şiddet ise kabul edilemez. 2010’dan bu yana diktatörlükleri indirmek için şiddet-dışı ve disiplinli şekilde caddelere inen milyonlarca Müslümanı temsil etmiyorlar.

Buna rağmen birçok Amerikalı, Müslüman ülkelerde dökülen kan ve kargaşa nedeniyle şok oldu ve ayaklanmalar sırasında Arap halklarına fazla yardım ettiklerine inandılar. Fakat Arapların ve genel olarak Müslümanların daha eski bir hafızası ve geniş bir bakış açıları bulunur. Onların güvensizliklerini besleyen Amerika’nın ekonomik ve güvenlik çıkarlarını yerine getiren diktatörlere onlarca yıldır verdiği destektir: Irak ve Afganistan işgalleri; Ebu Garip ve Guantanamo’daki esirlere yapılan aşağılayıcı muamele; Amerika’nın İsrail’e şartsız ve sabit desteği.

Birleşik Devletler ve onun Avrupalı müttefikleri, Müslümanların neden fazlasıyla öfkeli olduğunu iyice irdelemeliler. Afganistan’dan geri çekilmek, Filistin’le ilgili Birleşmiş Milletler kararlarına ve anlaşmalarına uymak, ölümcül insansız-hava araçlarını geri çekmek ve “terörle savaşı” sonlandırmak başlamak için mükemmel noktalar.

Ancak artık Batı’yı geçmişteki sömürgeciliği ve emperyalizmi için suçlamayı bırakma zamanı da geldi. Müslüman-çoğunluk toplumlar, kurbanlar olarak tarihi rollerini terk etmeli ve milyonlarca Arap’ın caddelere dökülerek tarihin akışını değiştirdiği güçlü birer aktör olduklarını benimsemeliler.


Eskimiş “Batı’ya karşı İslam” ayrışması, yerini çok-kutuplu ilişkiler dönemine bırakıyor. Dünyanın ekonomik çekim merkezi doğuya doğru kayıyor. Çin, Hindistan ve Rusya ile Brezilya ile Güney Afrika ve Türkiye gibi yeni doğan güçlerin artan önemi, kendiliğinden daha fazla adalet ve daha fazla demokrasiyi garanti altına almıyor. Bazı Müslümanlar, Amerikan gücünün düşüşüne sevinmede çok fazla aceleciler. Onun (ABD’nin) yerine alacak olanın sosyal ve insani haklarda gerileme ile yeni uluslararası bağımlılık türlerine neden olabileceğinin farkında değilmiş görünüyorlar.

Tıpkı Latin Amerika, Afrika ve Asya’dakiler gibi Arap halkları da uzun zamandır onları tanımlayan ve yetiştiren kültürel ve dini gelenekleri yok saymayı istemiyorlar ve zaten bunu da yapamazlar. Özgürlük, adalet, eşitlik, otonomi, çoğulculuk ve yeni demokrasi ile uluslararası ilişkiler modelleri gibi değerleri takip ederken, İslami gelenekleri de kullanmalılar. İslam, Batı’daki Oryantalist düşünürlerin sıklıkla iddia ettiği gibi tekamüle bir engel değil, siyasi yaratıcılık için bereketli bir zemin olabilir.

Arap dünyası ve Müslüman-çoğunluk toplumlar, sadece siyasi ayaklanmalara değil ekonomik değişime; ruhsal, dini, kültürel ve sanatsal özgürleşmeye; kadınların salahiyetine kapı açacak eksiksiz entelektüel içsel devrime de ihtiyaç duyuyor. Kolay bir iş değil.

Bu toplumlarda siyasi ve dini otorite için bir mücadele sürüyor. Sünniler içinde; gelenekçiler, laikler, reformcular ve Sufi mistikleri arasında derin bölünmeler var. Ayrıca Sünniler ile Şiiler arasında da (bu mevcut).

An itibariyle Arap düşüncesi, laikleri İslamcılara karşı yerleştiren çorak bir ideolojik düşünce tarafından engelleniyor. Bu engel, her ikisini de etkileyen düşünsel sınırlar hakkında derinlemesine tefekkürü imkansızlaştırıyor.

Batılılaşmış laik elitler, tüm demokrasi ve insan hakları konuşmalarında, sıklıkla öncül sömürge gündemlerini ihtiva ediyor ve temsil ettiklerini iddia ettikleri insanlardan da derin şekilde uzaklar. Eğer (uzak değilseler) –tıpkı soldaki taban hareketleri gibi– etkileri en iyi şekilde marjinal kalıyor. Bazıları diktatörlerle işbirliği yaptılar, kayırmayı kabul ettiler ya da resmi yozlaşmadan çıkar sağladılar. Diğerleri ordunun iç çevrelerine yakın durdu. (Mısır, Tunus, Suriye ve Irak’taki gibi). Din ve siyasetin örtüşmesine karşı durarak, İslami hafıza ve geleneklerden kopuk ve tutarsız bir demokratikleşme vizyonunu öne sürdüler.

Türkiye’nin iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi örneği ilginç olsa da, tüm Orta Doğu’ya bir referans olmayabilir. Türkiye’nin özgün bir tarihi var ve onun mücadeleleri Arap dünyasınınki gibi değil. Seçim başarılarını kutladıkları zaman dahi Arap İslamcıları, tarihlerinin çok daha hassas bir dönemine giriyor olabilirler. Muhalif güçler olduklarında sahip oldukları İslami güvenilirliği kaybedebilirler ya da siyasi programları terk edene dek değişmeye ve intibaka mecbur kalabilirler. Kazanmak, kaybetmenin başlangıcı olabilir.

Bu arada İslam’ın harfi yorumuna sahip Selefi ve Vehhabi gruplar, son 5 yıldır daha görünür ve siyasi hale geldiler. Onlarca yıldır siyasi katılımı reddeden (demokrasiyi küfürle eş tutan) bu gruplar, yavaşça siyasete dahil oluyor.

Bu grupların bazıları (selefi cihatçılar) şiddetli radikalizme döndüler. Suudi Arabistan ve (Amerikan müttefikleri) Katar-Bahreyn gibi Körfez petrolü monarşilerindeki İslami kurumlarca desteklenen diğerleri, maneviyatı istismar eden dini, anti-demokratik popülizmi destekledikleri, (başta Amerika olmak üzere) Batı’yı şeytanlaştırdıkları ve etkin şekilde demokratik reform mücadelesinin altını oydukları ana akım siyasete girdiler. Suudi ve Amerikan hükümetlerinin desteklediği Taliban’ın 1980’lerde Rus hakimiyetine karşı asli güç haline geldiği Afganistan modelinin kendini tekrarlama tehlikesi mevcut.

Orta Doğu’da ekonomik önceliklerin derin/yoğun yeniden-yapılandırılması olmadan gerçek bir demokrasi mümkün değil. Bu yozlaşmayla mücadele, ordunun imtiyazlarını sınırlandırılması, her şeyin üstünde, diğer ülkelerle ekonomik ilişkiler ile Müslüman ülkelerdeki aşikar refah ve gelir dengesizliğinin yeniden ele alınmasıyla mümkün olabilir. Dinamik sivil bir toplum başarı için ön şarttır. Özgür ve eleştirel düşünce meselesi, okullar ve üniversiteler inşa eden eğitim politikaları şeklini almalıdır. Zamanı geçmiş müfredatlar yenilenmeli, kadınlar araştırmaya, çalışmaya ve mali olarak bağımsızlığa teşvik edilmelidir.

Arap dünyası, aleni feragat ve sessizliğinin ardından rehavetini silkeledi. Fakat ayaklanmalar henüz bir devrime ulaşmadı. Arap dünyası tarihi şeytanlarıyla yüzleşmeli, hastalıkları ile ikilemlerinin üstesinden gelmelidir. Bunları yüklendiğinde, uyanış gerçek şekilde başlamış olacak. Onlarca yıldır diktatörlüklere karşı durarak ödedikleri ağır bedel ile İslamcılar meşruiyete sahip. Fas, Mısır ve Tunus’ta göstericiler ve sanal-aktivistlerin neden olduğu erk değişimlerine intibak ederek seçim kazanımları edindiler. Buna rağmen çelişkili beklentiler ile karşı karşıyalar: demokratik süreçlere, ekonomik politikalara ve İsrail’le olan ilişkilere dair yabancı baskısıyla yüzleşirken İslami kimliklerine sadık kalmak zorundalar.

Geçen hafta Birleşmiş Milletler’de mutlak şekilde ifade özgürlüğünü savunan Başkan Obama’nın sözlerini güçlü şekilde boşa çıkarmaya çalışan Mısır’ın yeni Devlet Başkanı Muhammed Mursi kadar bu çelişkilerin somutlaştığı kimse yoktur. Fakat saldırgan bir konuşmada sınırları zorlamak bir çözüm değildir. Bizim daha fazla yasaya ihtiyacımız yok. Müslümanların duymak istemediği konuları tartışmaya hevesli alimlere ve entelektüellere ihtiyacımız var: başarısızlıkları, kurbanı oynama eğilimleri, eylemleri için sorumluk alma. Ancak bu türden bir liderlik, dini popülizm ve kitlelerinin duygusal körlük dalgasını durdurabilir.

Tarık Ramazan Oxford Üniversitesi’nde çağdaş İslam araştırmalarında profesördür. Kısa süre önce yayınlanan “İslam ve Arap Baharı” adlı kitabın da yazarıdır.

The New York Times'ta yayınlanan bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.

Haber Ara