Dolar

35,3386

Euro

36,4915

Altın

3.026,87

Bist

9.890,76

İffet, Zaman ve Başörtüsü (3)

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-04-20 14:58:16

İffet, Zaman ve Başörtüsü (3)

Modern çağın müslüman zihnine kabul ettirmeye çalıştığı en önemli kuralı, “toplumun çoğunluğu değişim istiyorsa ona uymak ya da saygı göstermekle yükümlüsün” şeklindedir. Risalet geleneğinin tam karşısında duran bu kaide, peygamberler aracılığıyla uyarılan sapkın kavimlerin dilinden dökülmüş olsa herhalde Allah’a şöyle diyeceklerdi; “Ey Allah! Biz çoğunluk olarak dilediğimiz gibi yaşadık bundan sonra da öyle yaşamak istiyoruz, tercihlerimize karışma!” Elbette Allah, kavimlerin ortak iradesini göz önünde bulundursaydı, peygamberlik sünnetini icra etmez ve elçilerini, ekseriyeti ya da tamamı yoldan çıkmış topluluklara göndermezdi. Oysa Nuh’tan (a.s) Muhammed (a.s)’a kadar gönderilen bütün peygamberler, risaletlerine tek başına başlamış ve çoğunluğun batıl üzerine birleşen iradesi karşısında bir başlarına dikilmişlerdir.
Günümüzde, müslüman halkın iradesi ile toplum sosyolojisinden bağımsız demokrasiyi aynı kategoride değerlendirme dehasını(!) gösterebilen bir takım yorumcular –özellikle liberal yazarlar- her şeyin üzerine çıkardıkları demokrasiye, bazı müslüman kadınların tercihlerini eklemlemeye ve onları İslam geleneğinin sınırlarına karşı desteklemeye başlamıştır. Bu liberaller, On beş-yirmi milyonun içindeki onbin ya da yüzbin kadının tercihini, tabiri caizse halkın ortak iradesi şeklinde yutturmaya çalışmaktadır. Onbin kadının içinden yüz kişi sesli bir şekilde konuşmaya başlayınca, liberaller zevkten dört köşe bir halle, geleneğe bağlı olan müslüman halka dönerek şu kötü sonu öngörüyor “Bakın Ortadoğu halklarının değişimden yana iradesi karşısında kimse duramıyor. Türkiye’deki başörtülü kadınlar da değişim istiyor. Artık gelenekten de, İslam ilkelerinden de dem vursanız bu kadınlar değişecek ve siz çağın dışına itileceksiniz. Ya kendiliğinizden demokrat olursunuz ya da başörtülü kadınlar sizi demokrasiyle terbiye edecek.”

Elbette çatal-kaşıktan Ayhan Işık türetmek bir şairin hakkıysa, Arap halklarının ulusalcı diktatörler karşısındaki başkaldırı zaferlerinden, Türkiye’deki başörtülü kadınların müslüman erkekler karşısındaki isyan(!) ve zaferinin kaçınılmazlığını türetmek de liberallerin hakkı olmalı. Belki bu liberallerin öngörüleri yanlış çıkınca muhafazakâr denilen medyadan uzaklaştırılmamalı fakat 11 Eylül saldırıları karşısında heyecana gelip müslümanlara selefilik ve demokrasi üzerine akıl verme ve onları hizaya çekme küstahlığını göstermiş Cengiz Çandarın da akıbeti hatırlatılmalı. Çandar, müslümanlar arasında ebedi suskunluğa bürünmeden önce ne öngörerek buyurmuştu? “Müslümanlar, bir an önce selefilikle bağlarını kesmeye başlamalı yoksa Kızılderili kabileler gibi yok olmaya mahkûm olacaklar!” İslam’la şereflenmediği için selefiliği el-kaidenin, hayâ, iffet ve kadın-erkek mahremiyeti ile sınırlarını, feodal toplum geleneği ve tarımsal kültürün ürünü zanneden bu yaşlı-genç liberallerin nasihat ve uyarılarını(!), müslüman halkın takdirine bırakıyoruz. Fakat onları kendi aralarında içselleştirmeye başlayan bazı başörtülü kadınların duruşlarından yola çıkarak tesettürlü kadınlara hatırlatmada bulunmak da müslümanların görevi olmalı.

Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler” (Tevbe 71). Allah’a ve elçilerine iman etmiş mü’minler, peygamberlerden devralınan uyarı geleneğini günümüze kadar devam ettirdiyse, bugünün müslümanları da onu yarına taşıma iradesini gösterecektir. Bu minvalde batılın kaç kişi tarafından tercih edildiğine aldırış etmeden, Allah’ın sınırlarını yoldan çıkmış ya da çıkmak üzere olan insanlar karşısında savunmak, müslümanların en önemli görev ve sıfatlarındandır. “Emr-i bil maruf ve nehyi anil münker” şeklinde özetlenebilecek bu görev, kadın-erkek tüm müslümanlar için farzdır. Elbette burada maruf ve münker, insanların delil olmaksızın ürettikleri iyi ve kötü değilAllah ve Rasulü’nün ilkeleri doğrultusunda belirlenmiş iyilik ve kötülüğün kriterleridir. Öyleyse müslümanlar bir iyiliği emrederken onun pratikte müslümanlara ne kadar faydalı olacağıyla değil bu iyiliğin Allah’ın emri olup olmadığıyla ilgilenirler. Ya da bir kötülükten sakındırdıklarında, o kötülüğün kalkması durumunda müslüman erkek veya kadınların, pratikte karşılaşacakları zorluklarla değil kötülükten hoşlanmayan Allah’ın rızasını göz önünde bulundururlar. Bu minval üzere, yukarıdaki ayeti pratiğe dökmekten sakınmak, hiçbir müslümana yakışmadığı kadar bize de yakışmayacaktır. Öyleyse üç bölümdür sürdürdüğümüz bu konuyu müslüman kadınlara hatırlatma ve ikazlarda bulunarak kapatalım;

Modernizm ve sekülerliğin öncelikli hedefi müslüman kadındır. Oysa dinin helal ve haramları, özellikle öğrenim görmüş/görmekte olan ve başörtüsü yasağına maruz kalmış müslüman kadınlara hatırlatılınca, mazlum kadınlar; yasakçılara gösterdikleri tepkinin benzerini bu sefer hatırlatmada bulunanlara karşı geliştirmektedirler. Zulüm sisteminin kendilerine çizdiği sınırdan canları doğal olarak yandığı için, artık Allah’ın emri olsun-olmasın kendilerine çizilen her sınırı zulüm olarak addediyorlar ve bu sınırı aşmayı tabii hakları olarak görüyorlar. Bu yolda savundukları iddia ise şudur; “Biz haklarımız kadar dinimizin sınırlarını da yeterince biliyoruz. O nedenle bize kimsenin, hele müslüman erkeklerin dini konularda hatırlatmada bulunmasına gerek yok.” Maalesef sınırlar dedikleri gibi korunmuyor, yorum ve tevillerle aşılıyor. Durumun en kötü yanı ise –kadını ilgilendiren- haklara kapılmanın, gözleri buğulaştırması ve kadın-erkek arasındaki sınırları karartmasıdır.

Başörtüsü yasağından sonra seküler, liberal, ulusalcı ve sosyalist kadınların toplum içindeki varoluş yani yokoluş! mücadelesine imrenme, başörtülü kadının görüş alanının daralmasına ve İslam’ın sınırlarını artık müslüman erkeklerin geleneği şeklinde algılamalarına neden olmaktadır. Yani İslam reddedilemediği için, ona önce gelenek etiketi yapıştırılmaktadır. O etiket de reddedilemezse bu sefer gelenek etiketi üzerine ataerkil etiketi vurulmaktadır. Bu hususta müslüman kadınlara yapılacak hatırlatma şu olacaktır; Biz bu oyunun tamamını Türkiye’de yüzyıldır, Batı’da iki yüzyıldır görmekteyiz. Türkiye’de bu oyunu önce jön-türkler, ardından ittihatçılar, sonra ilk-el cumhuriyetçileri, laikler, Kemalistler, lümpen solcular ve ulusalcılar oynadı. Bu akımların hiçbiri İslam’ı açıktan reddedemediği için ona önce “feodal toplumun geleneği” damgasını vurdular ve ardından eleştiri getirmeye başladılar. Halk geleneğine sahip çıkınca bu sefer üzerine ataerkillik giydirip onu bu etiket üzerinden inkâr etmeye çalıştılar. Özellikle jön-türk darbesinden sonra 1921’e kadar Osmanlıca olarak piyasaya sürülmüş Demet, Kadınlar Alemi, Kadınlar Dünyası, Mehasin, Hanımlar Alemi gibi dergilerin ortak noktası ittihatçıların ürünü olmaları, gelenek adı altında İslam’ın kadın-erkek sınırlarını eleştirmeleri ve kadın hakları ile kadın-erkek eşitliği kavramını geliştirme çabaları içinde olmalarıdır. Hâsılı kelam, “kadın hakları” konusunu gündeme getirmeye başlayan günümüz müslüman kadınları yeni bir şey yapmadıkları gibi, arsız ve hayâdan yoksun toplulukların yüzyıl önce çığır açtıkları kötülüklerin peşinden sürüklenmekten başka bir şey yapmadıkları için Allah’tan sakınmaları gerekir.

Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kadınların başını örtmesi kesin bir emir olmasına rağmen, günümüz Batı dünyasında artık baş hariç vücudu örten giysiler bile reddedilmekte ve çıplaklık alabildiğince teşvik edilmektedir. Batı sanıldığı gibi bu noktaya bin yıl önce gelmedi. Önce Aydınlanma çağı, ardından Fransız devrimiyle başlayan kadın-erkek eşitliği ve kadınların özgürlüğü sloganları, Sanayi Devrimi’nin doğurduğu işgücünü ucuz yoldan kapatmak için kadının çalışma özgürlüğüne yapılan vurgular ve 1848 Avrupa Devrimleri ile başlayan sosyalist dünya görüşünün emekçi kadın söylemi; bilimin pozitivizm üzerinden dine karşı saldırılarında zirve yaptı. Modern çağın başlaması, din-dışılığı sosyal yaşamın her alanına yayarken din de ev dışındaki hayattan kapalı alanlara doğru itildi. Erkek gibi sosyal hayatın her alanına girmeye başlayan Batı kadını, modern hayatla birlikte gelişen laiklik gereği örtüsüyle toplum içinde tutunamadı.
Dinin sosyal hayattan çekilmesi ve kadının, sekülerliğin özgürlük vurgusu üzerinden sosyalleşmesi, doğal olarak dinin emri olan örtünün de ortadan kaldırılmasını da beraberinde getirdi. Gerçekte Yahudi olsun hristiyan olsun örtünmeyen bütün kadınlar, modern çağın dini olan laikliği hayat tarzı haline getirmiş kadınlardır. Bundan dolayı, Batı’nın ya da Batı’ya adapte olmuş Yahudilerin ortak ve tek dini, din-dışı hayat tarzı sunan sekülerliktir. Buradan günümüz müslüman kadınlarına yapacağımız hatırlatma şudur; İslam’ı gelenek adı altında eleştirip, “kadın hakları” söylemini geliştirmeye devam edeceklerse varacakları son nokta, Batı kadının konumu olacaktır. Eğer bu yolun sonuna başörtülerini çıkarmadan varmayı düşünüyorlarsa, bu örtü ile Allah’ın emrettiği örtü arasında yakından bir benzerliğin bulunmadığını görmeleri gerekir.

Türkiye’nin liberal ve demokrat-sosyalist kesimi arasında kullanışlı bir klişe olan “hangi çağda yaşıyoruz?” cümlesi, fitneye sebep olan günahlara sert tepki gösteren müslümanların tavrına karşı kullanılmaktadır. Topluma maddi zarar vermeyen ama onu ifsada sürükleyen her günaha hak olarak sahip çıkan bu güruh, kendi cinsine meyleden sapkın ruhlu yaratıkların sapıklıklarını da savunmakta ve özellikle başörtülü müslümanların bu savunu içinde yer almalarını istemektedirler. Onlara göre bu çağda günah kavramı çağdışıdır. Artık bireyin özgür tercihlerinin revaçta olduğu bir çağda yaşanmaktadır. Başkalarına zarar vermediği sürece her tercihe saygı gösterilmelidir. Elbette müslümanlar bu haz savunucularının kadîm atalarını yakından tanıyor ve onların dünya tarihinin gelmiş geçmiş en demokrat topluluğu olan Lut kavminin mertebesine ulaşmaları için henüz yolun başında olduklarını görüyorlar. Bu yokedilmiş kavmin -Lut (a.s) ve kızları hariç- tamamı kimseye zarar vermeden, aynı sapkınlık üzerinde birleşmiş ve aynı tercihi yapmış bir topluluktu. Sadece Lut’un (a.s) uyarısına karşı çıkmışlar ve “tercihlerimize karışırsan seni buradan süreriz” demişlerdi. Oysa Allah tarihin bu ilk demokrat kavmini kırıp geçirmiş ve onlara ne yer ne de gök ağlamıştı.

Bugün, Sodom kavminin sapkınlıkları sürdürülmeye çalışılmakta ve bu hususta bazı başörtülü kadınlardan destek istenmektedir. Bizim bu destek çağrısı karşısında tereddüde düşen kadınlara uyarımız şu olacaktır: Allah’ın günahlar, haramlar ve sapkınlıklar karşısındaki hiddeti değişmezdir. Yani O’nun 4500 yıl önce işlenen çirkinliği, failleri ile birlikte yok etmiş azabına neden olan hiddeti, herhangi bir çağda ortaya çıkacak sapkınlık karşısında da aynı sertlikte olup değişmezdir. Günümüz modern toplulukların helaka uğramaması Allah’ın takdiridir ama O, 4500 yıl geçtikten sonra Lut kavminin akıbetine üzülecek ve tecelli eden kudretine pişman olacak değildir. Yani Allah’ın hangi çağ ve toplumda olursa olsun, söz konusu sapkınlık karşısındaki gazabında bir değişiklik yoktur. O zaman bazı müslüman kadınlar, Allah’ın hiddeti ve azabına neden olan sapkınlıklara “hak ve özgürlük” adı altında destek vermekten ateşten sakınır gibi çekinmeleri gerekir. Çünkü destekleri, bu hiddetin altında kalır. Ki Allah’la münazara edebilecek bir makam-ı İbrahim’e sahip değillerse, bu sapkınlıkla ilgili tek bir kelime dahi etmekten hayâ etmeli ve korkmalılar!

Hangi çağda yaşıyoruz? Bu soru, mü’minlere değil liberal ve evrimcilere yaraşır! Müslüman insan, çağın dışına itilmekten korkan insan değil, her dönemde kendi ilkeleri doğrultusunda çağ oluşturmaya çalışan insandır! Eğer İbrahim’in (a.s) karısı Hacer, 4500 yıl öncesinden günümüze gelseydi aynı Hacer olurdu! Çünkü o, haklarının peşinde değil Allah’ın ve İbrahim’in (a.s) emirlerinin doğrultusunda hareket eden bir kadındı. Saf itaat, O’nu susuz bir çöle sürükledi ve O, bu çölde hakları için değil çocuğu için koşturdu. Bir köle ve bir çöl! Bu kadını sadece Allah gördü ve O, insanlar gibi görmedi. Binlerce yıldır Allah’ın en samimi kulları, bu köle kadının adımlarını takip eder durur. Binlerce yıldır mü’minler, hacerül esvedin önünde sıra bekler analarının kara alnını öpmek için! Yine İmran Kızı Meryem, miladın sıfırıncı noktasından günümüze gelseydi onun tavırlarında bir değişiklik olmazdı. O ki, gelmiş ve geçecek tüm kadınlardan üstündür. Çünkü saf iffetini, hayatı boyunca sapasağlam korumuştur. Çünkü bu iffete, her ortamda hakkını savunarak değil saf suskunlukla erişmiştir. Ve Allah hakkını savunmasın diye Meryem’i sustururken, onun mutlak itaati karşısında hakkını savunması için Meryem oğlu İsa’yı konuşturmuştur! İşte bunlar, Allah’ın iffet ve takvalarından dolayı övdüğü ve gelecek nesiller arasında iyi bir nam bıraktığı kadınlardır.

Günümüzün “eşitlik ve özgürlük” klişesiyle, kadını alçaltan feminist kadınları, Hacer ve Meryem (r.a) ‘in durumuna şahit olabilseydi, onların haklarını savunmak adına kendilerini yoldan çıkarmaya çalışacak ve Allah’a akıl verme pervasızlığını göstereceklerdi. Oysa İslam, bu feministlerin, eşitlik ve özgürlüklerle kıtlığa mahkûm olmuş akıllarıyla anlaşılıp çağdaş kadının mantığı üzerine oturtulacak bir din değildir. Hoşa gitmese de şu hakikati müslüman kadınların bilmesi gerekir; Velileri olan müslüman erkekler dururken, hangi konuda olursa olsun müslüman kadınlar; erkekler karşısında kendilerini savundukça ve onlarla konuştukça, iffet ve takvalarından uzaklaşırlar. Bugün kendileri de kabul edecektir ki en takvalı ve iffetine en çok sahip çıkan kadın, erkeklerle en az iletişim halinde olan müslüman kadındır. Eğer müslüman kadın iffetine zerre halel gelmeden erkeklerle iletişim kurabileceğini savunuyorsa, bu iddianın erkek ve kadın fıtratına aykırı olduğunu söylememiz gerekir.

Kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği, bu modern çağda, kadını önce bir başına bırakır, ardından onu sosyal yaşamın her alanına iter. Tek başına kalan kadın, artık ihtiyacını kendisi karşılamaya ve haklarını kendisi savunmaya başlar. İlkin takva elbisesi ile topluma karışır, henüz iffetini korumaktadır ama bir müddet sonra zorunlu olarak karşı cinsle iletişim kuracaktır. Utana utana olan yürüyüş, tavır ve konuşmaları; bir müddet sonra perde kalkacağı için normale(!) döner. Bu kadının, erkeklerle iletişimi arttıkça kadın-erkek arasındaki sınırlarla birlikte, takva elbisesi de gün geçtikçe incelir ve sonunda başörtüsü dışında bu elbiseden eser kalmaz. Çünkü kadın, hemcinsleriyle görüştüğü gibi artık rahat bir şekilde sıkılmadan erkekler konuşabilme yeteneğine kavuşmuş ve onlarla iletişim kurabilme gururunu yaşamaya başlamıştır.

Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona –Musa’ya- geldi”. (Kasas,25)
Üç bölüm halinde sunduğumuz mevzu, bu ayette sunulan hakikati anlatmaktan başka bir şey değildir. Allah; “derken kadın yürüyerek ona geldi” diyebilirdi ama O’nun katında makbul olan kadın, zorunlu bir ihtiyaç için erkeklerle herhangi bir şekilde değil utana utana iletişim kuran kadındır.
SON VİDEO HABER

Para transferine (EFT) fahiş zam!

Haber Ara