Dolar

34,5709

Euro

35,9893

Altın

3.004,25

Bist

9.468,23

Ümit Aktaş: Sandığa neden gitmedim?

Yazar Ümit Aktaş Timeturk okuyucuları için yazdığı özel yazısında 7 Haziran Genel Seçimleri'nde sandığa gitmeyenlerden birisinin kendisinin olduğunu söyledi ve neden oy kullanmadığını açıkladı.

10 Yıl Önce Güncellendi

2015-06-08 15:01:36

Ümit Aktaş: Sandığa neden gitmedim?

ÜMİT AKTAŞ | TİMETURK

Bu seçimde sandığa gitmeyenlerden birisi de benim. Elbette gidenler kadar gitmeyenlerin de kendilerine özgü gerekçeleri var; ki bu gerekçelerin birçoğu belki gidenlerden daha güçlü argümanlara dayanmakta ve bu da İslamî ya da demokratik tepki veya endişelere dayanmakta. Dolayısıyla aklı başında siyasal hareketler bu tepkileri ve “sessiz” eleştirileri dikkate alarak buradan dersler çıkarmasını bilir.

Öncelikle şunu belirteyim ki AK Parti iktidarı, bir zamanlar tahayyül edemeyeceğimiz bir Türkiye manzarasını gerçekleştirdi ve Türkiye'ye oldukça önemli şeyler kazandırdı. Türkiye bu iktidar süresince aslında oldukça saçma olan birçok korku ve kaygılarından kurtularak büyük ölçüde normalleşti ama tam olarak değil. Gerçi bu sonuç, yıllar yılı süren ve birçok isimsiz kahramanın mücadelesi sayesinde gerçekleşti. Dolayısıyla AK Parti'yi iktidara getiren de aslında bu sessiz kahramanlar. Ama AK Parti süreç içerisinde bu basit gerçekliği unutarak tarihi ters tarafından okumaya başladı. Sanki kendisini iktidara getiren bu sessiz kahramanların mücadelesi değilmiş de, kendisi giderek kendisine tâbileştirmeye çalıştığı bir “sessiz kitle”yi yaratmış gibi bir havaya bürünmeye başladı. Milletin hadimliğinden efendiliğine doğru giden bir iktidar yolundan tırmandıkça, ortaya konulan icraatların diyeti olarak, sessiz ve kendisine tâbi bir kitle üzerinden politika yapmanın mümkünlüğüne dair bir zehaba kapıldı. Aslında kendisine verilen desteğin sabırla sürdürülen bir kredi olduğunun farkına varamadı.  Dolayısıyla da yapması gerekenin, seçim barajını düşürmekten siyasal partiler yasasını değiştirmeye kadar bir yığın yasayı değiştirmek olduğunu unutarak, demokratik (buna istişarî ya da katılımcı siyaset de diyebiliriz) siyaseti giderek halkın “reaya” olarak kabul edildiği geleneksel kodlara oturtmaya çalıştı. Nitekim son seçim sürecinin temel stratejisi olan başkanlık sistemi de aslında bunun yasal bir zemine kavuşturulma çabasından başka bir şey değildi. Ama ne var ki bu niyet, işte o “sessiz”(leştirilmiş) kitle tarafından doğru bir biçimde okunarak reddedildi.

Ama sorun sadece bu değildi. Özellikle son iktidar dönemi içerisinde yapılan, kendisinden ders çıkarılamayan ve dolayısıyla da sürecin bu sonuca doğru evrilmesinde temel etken olan birkaç vahim hatadan söz edeceğim:

-AK Parti'yi diğer partilerden farklı kılan temel yön, gerçek anlamda bir Türkiye partisi olması ve özellikle de siyasetin ve sosyolojinin temel fay hattı olan Kürtlerle Türkler arasındaki ayrışmayı engelleyen ve ülkeyi bu anlamda bütünleştiren bir omurga niteliğine sahip olmasıydı. Dolayısıyla da bir çözüm sürecini sürdürebilecek aslî aktör de Ak Parti'ydi. Bu konuda da, kimi itirazlar olsa da, toplumun genel bir desteğine sahipti. Ama Roboski olayında (28 Aralık 2011) takınılan “devletçi” tutum, Kürtler kadar insaf ve merhamet sahibi olan tüm insanlara da “eyvah, Ak Parti'yi de kaybettik, o da devletleşmekte ve ordunun katliamlarını desteklemekte” dedirtti. Bu, belki ilk kırılmaydı ama vicdanlarda derin bir yara açılmıştı. Sonuçta meselenin yargısal olarak üstü örtüldü ama hak ve merhamet sahibi olan vicdanlarda bu olay asla unutulmadı. Üstelik bu yara, Kobani olayları meselesinde bir kere daha kanatıldı.

-AK Parti'nin başlangıçta İslam ülkelerine ayrım gözetmeksizin yürüttüğü olumlu tutum, özellikle Suriye meselesi sonrasında giderek mezhepçi yaklaşımlara doğru evrilen bir biçimde bozulmaya uğrayarak, bu temel stratejiden bir kopmaya dönüşmüştür. Bu konuda başlangıçta alınan ve Suriye muhalefetini destekleyen tutum doğru olsa da, süreç içerisinde ortaya çıkan kaos, Suriye'de bu şartlarda olumlu bir sonuca gidilemeyeceğini belirginleştirdiği halde, AK Parti bu stratejisini onarmak yerine, takındığı tutumda körcesine ısrar etmiş ve sonuçta ise sadece Suriye değil, Irak da bir bataklığa gömülmüş; üstelik uzun zamandır günyüzüne çıkamayan mezhepçi eğilimler ve politikalar dirilerek bölgesel bir soruna dönüşmüştür.

-Bir başka sorun ise Taksim, Gezi Parkı olayının başlangıcındaki, temelde çevre duyarlılığına dayanan tepkinin algılanamaması ve hatta yanlış bir algı yaratılmasıdır. Oysa gösterilen duyarsızlık ve tekebbür sonucu ortaya çıkan birçok vahim olay, gelinen noktanın başlangıçta kabullenilmesiyle önlenebilirdi. Yine benzer bir duyarsızlık da İstanbul'un tarihi siluetini kirleten gökdelenler karşısında sergilenen trajikomik yaklaşımlardı. Bütün bunlar ise çevre, şehir ve toplumun arsız bir rantçılık ve kapitalizme kurban edilmesiydi. Bunlar da Ak Parti'nin başlangıçtaki çizgisinden bir kopma ve kırılma noktasını açığa çıkaran egemenlere teslim olma durumunu ortaya çıkaran işaretlerden birkaçıdır.

-17/25 Aralık 2013 tarihinde, kuşkusuz belli bir operasyon amacıyla yapılan yolsuzluk soruşturmasında, bu olaya karıştığı iddia edilen bakanların görevlerinden alınmalarına rağmen, yargıda ve mecliste “aklanması”, bu yetmezmiş gibi bu bakanların dönemin başbakanının balkon konuşmasında yanında olmaları, yine adalet ve hak gibi duyarlılıklara karşı bir aldırışsızlık olarak görüldü ve özellikle Ak Parti seçmeni (en azında bir kısmı), bu durumun Ak Parti'nin temel ilkeleri olan “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele” ilkesinden bir sapma olarak algılanmasına yol açtı.

-Elbette ki bu süreç içerisinde gerek dershanelerin kapatılması, gerekse “paralel yapılanma”ya karşı verilen mücadele kararları doğruydu. Ama bunların salt “doğru” oldukları için değil de, yolsuzlukların üstünün örtülmesi için verildiğine dair şüphe, verilen bu mücadeleyi de şaibeli hale getirdi. Öyle ki Ak Parti o güne kadar sistemi değiştirmek için verdiği mücadeleyi bırakarak, paralel yapı ile mücadeleyi esas alan bir biçimde sistemin tahkimatına yöneldi. Hatta bu yüzden darbeci subaylara karşı verilen mücadele bile tavsatılarak, neredeyse bu çevrelerle bir işbirliğine gidildi. Oysa bu paralel yapıyı, onca eleştiri ve tepkiye rağmen bu noktalara kadar taşıyan da Ak Parti'ydi ve bu durum, çoğu kez birçok kişinin haksızlıklar ve adaletsizliklere uğratılarak mağdur edilmesiyle gerçekleştirilmişti. Üstelik mağdur edilen bu insanların birçoğu da aslında Ak Partiliydi. Beri yandan bu mücadelenin bu kadar üste çıkarılması, birçok önemli sorunu ikincilleştirdiği gibi, Ak Parti iktidarının konsantrasyonunun bozulmasına da yol açtı. Ak Parti artık giderek savunma pozisyonuna geçen ve enerjisini sistemi değiştirmek ve yenilemek yerine kendisini savunmak için kendisiyle özdeşleşen devleti tahkime harcayan savunmacı bir partiye doğru evrilmeye başladı.

-Bir diğer kırılma noktası ise Soma faciası ve Ak Parti'nin burada aldığı yine aynı savunmacı refleksti. Elbette bunda “adalet” kavramından yoksunlaştırılmış olan bir “kalkınma”cılığın geldiği noktanın savunulması gibi bir refleks vardı. Özellikle Başbakanın danışmanının bir göstericiyi tekmelemesi ve bunun cezasız kalması, Ak Parti'nin artık yoksulların değil de, mütekebbirlerin yanında yer aldığına dair bir fotoğrafı alenileştirmişti.

-Bir diğer sorun ise Ak Partinin yine bu dönemde ısrarcı olduğu “başkanlık sistemi” meselesidir. Öyle ki bu yüzden aslında çok önemli ve acil bir sorun olan anayasa değişikliği rafa kaldırılarak, sistem değişikliği bile bu şartın akabine ertelenmiştir. Neticede ise Ak Parti, yıllardır yine bu çevreler tarafından eleştirilen MGK ve YÖK gibi darbe ürünü kurumları giderek savunmaya başladığı gibi; Diyanetin farklı dini anlayışlara kapalı yapısının değiştirilmesi ya da özerkleştirilmesi, ana dilde eğitim hakkının sağlanması, vatandaşlık tanımının makulleştirilmesi gibi çabalarından da vazgeçmiştir.

Üstelik geçtiğimiz yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması ama yine de bir parti başkanı gibi hareket etmesi, daha önceki Özal ve Demirel örnekleri ortada iken bunların dikkate alınmaması, benzeri bir biçimde Ak Partiyi zayıflatan bir etken oluşturmuştur. Bu şartlar içerisinde girilen seçim sürecinde Erdoğan'ın bir “yarı başkan” olarak ama bu konuda hiçbir yasal düzenleme yapılmadığı halde ve devlet imkânlarını kullanarak sahaya inmesi, olumsuz bir etki uyandırmıştır. Bu seçimde Ak Parti, aslında hiçbir toplumsal karşılığı olmayan başkanlık sistemini temel seçim stratejisi haline getirirken, öte yandan ise HDP'yi barajın altına itmek gibi aslında hatalı ve centilmence olmayan bir stratejiye dayanmış, ama her iki strateji de seçmen tarafından tepki ile karşılanarak, kayıplarının en önemli nedenini oluşturmuştur. Oysa centilmence davranıp barajı düşürmüş olsaydı, HDP özellikle doğu illerindeki seçmenden bu kadar tepki oyu alamayacak ve oy oranını bu kadar yükseltemeyecekti.

Bu süreç içerisinde giderek sağcılaşan ve devletin Kemalist mevzilerine yerleşen AK Parti, yeri geldiğinde Atatürk'ten, yeri geldiğinde ise Menderes'ten itibaren çizilen muğlak bir Milli İrade kavramı ile daha çok sağcı ve devletçi bir parti hüviyetine bürünmüştür. Yayınladıkları bildirilerle Ak Partiye kayıtsız şartsız destek veren İslamcı cemaatler ise, AK Parti'nin toplum üzerinde olumsuz etkiler yapan bu yönlerine dikkat çeken, bunların düzeltilmesini isteyen eleştirel bir tutum almamış ve en azından bu yönde de bir bildiri yayınlamamış; bu ise parti yönetenleri nezdinde her şeyin yolunda gittiği gibi bir izlenim uyandırarak gidişatı daha da pekiştirmiştir.

Beri yandan halkın isteklerini artık dikkate almayan ve yapılan hizmetleri bir diyet mevzusuna dönüştüren bir iktidar kibri, ve yine adayların belirlenmesinde izlenen büsbütün merkezcil (dolayısıyla otoriter ve vesayetçi) tutum gibi daha birçok etken üzerinde ise durmaya gerek bile yok.

Kısacası, daha bir seçim öncesine kadar bir ölçüde de olsa eleştirileri dikkate alan, kendisi kadar sistemi de değiştirmeye çalışan bir “hareket”, oldukça önemli bir seçim sürecindeki stratejisini giderek kendi iktidarını güvencelemekten öte bir anlam ifade etmeyen bir başkanlık sistemi savunusuna dayandırınca, seçmen nezdinde, “ötekiler gelir” korkusundan öte bir sandığa gitme gerekçesi de kalmamış olmaktaydı. Bu da, çok da kaybedecek bir şeyi olmayanlar açısından bir korku değeri ifade etmediği gibi, bir heyecan da uyandırmayan bir etkendi. Çünkü oraya bir şey yapmak için değil, bir şeyi engellemek ya da yaptırmamak için gitmekteydiler. Kısacası bu da, sandığa gitmeme tavrındaki “protest” yön kadar olumlu bir anlam taşımamaktaydı. Unutulmamalı ki her oy değerlidir ve kimse kimsenin bir oy deposu değildir. Kaldı ki hiçbir icraat, bir diyet ödeme mevzusuna da gerekçe kılınamaz; hele hele böylesi bir telmihin bizzat kendisi bile, ciddi bir tepkiyi hak etmektedir.

Sonuçta ise ortaya çıkan durum, sadece bir uyarıdır; kesin bir yenilgi değil. Tabir caizse seçmen AK Parti'nin sakallarını kesmiştir, kolunu değil. Gelinen bu noktada, tüm bu sorunlar bir kez daha gözden geçirilmeli ve politikalar yeniden revize edilmelidir.

Beri yandan ortaya çıkan tablo doğru okunur ve değerlendirilirse, belki daha olumlu bir dönemi de başlatabilir. Şöyle ki, Türkiye'nin şu andaki en önemli sorunu çözüm sürecidir. Dolayısıyla seçmen bir anlamda Ak Parti'nin bu süreci doğrudan HDP ile yürütmesine de karar vermiştir. Dolayısıyla AK Parti sonucunun ne olacağı belirsiz bir erken seçim düşüncesini kesinlikle bir yana bırakarak HDP ile bir koalisyon yapabilir ve gerek çözüm sürecini, gerekse başkanlık sisteminden sarfı nazar eden bir anayasa değişikliğini bu yolla daha rahat bir biçimde gerçekleştirebilir. Unutulmamalı ki önemli olan krizleri bir soruna değil, fırsatlara dönüştürebilmektir.

Haber Ara