İslam kuşatıcı bir düşünce, insanın sosyal, siyasi, ekonomik problemlerine çözüm içeren kapsamlı bir hayat nizamı. İnsanın yaratıcı ile ilişkisini tanzim eden itikat ve ibadet hükümlerinin yanında sosyal, siyasi, ekonomik vs. diğer insanlarla ilişkisini tanzim eden hükümler getirmiş bir din. Bu hüküm ve fikirlerin vicdan ve zihinlerde teorik düşünceler olarak kalmaması için onları hayatta var edecek tatbik ile ilgili hükümler getirmiş bir din. İşte bunlara metot hükümleri diyoruz.
Lakin sömürge eğitim sistemi öyle bir din anlayışı inşa etti ki, dinin salt teorik yönünü ibka eden fakat onu hayatta var edecek metodik yönünü imha eden bir eğitim sistemiydi bu. Elbette gerek bireysel gerek toplumsal düzlemde dinin hayatta; bir toplumda yaşayan insanların aralarındaki ilişkilerinde ve bu toplumun diğer toplumlarla -uluslararası- ilişkilerinde ahkamının tatbik edilir olabilmesi için bir metoda yani bir devlete ihtiyacı vardı ve tarihte din hep onunla ayakta kalmıştı. İşte sömürge kültürü ile aklını ve zihnini beslemiş olan düşün çevrelerinin sürekli olarak metot hükümlerine saldırmaları, onları (devlet, yönetim sistemi) yok saymaları bu yüzdendi. Bunları “yok” saymadan demokratik, kapitalist ve liberal sistemlerine uygulama alanı açamazlardı.
Sömürgenin inşa ettiği laik devletlerin eğitim politikaları çerçevesinde din, bu dinin hukuku bir neslin sonraki nesle aktardığı bir eğitim müfredatı mesailine indirgendi. Tedris edildikçe insana haz veren manevi bir doyum aracı, lakin mensuplarının pratik yaşamlarına hakim olmayan, ilişkilerini düzenlemeyen bir bilgi malzemesine dönüştü. Bu dinin hukuk sistemi/fıkıh medrese ve ilahiyat fakültelerinde okutuldu lakin onu tatbik edecek devletin gereksiz olduğu söylenip durdu. Böylece dini vicdana hapsetmenin tüm aparat fikirleri icad edilmişti. Artık Allah'ın rızasını kazanmak için illa da İslami bir devlete gerek yoktu. Hasbel kader ümmetin yaşadığı can yakıcı hadiselerden etkilenerek “ne olacak hocam bu ümmetimizin hali” formatında bir soru yönelttiğinde zihin demogoji üretmeye hazır, stabilize hale getirilmişti: “Sen iyi bir talebe ol, gerisini Allah verir”. Böylece modern ulus devletin arzuladığı “uysal yurttaşlık” konsepti içinde kıyamete kadar İslam her neslin sonrakine aktaracağı eğitim müfredatına dönüştürülmüştü. “Uysal yurttaşlık” meselesi halledildikten sonra her yerde Kur'an ya da hadis eğitiminin icra edilmesine bir mani yoktu.
Bundan dolayı Kur'an Fatiha'dan başlanıp Nas'tan çıkılarak tefsir edilir de Allah Rasulü (s.a.v.)'in henüz vahiy tamamlanmadan kurduğu devletin nasıl kurulacağına ilişkin metot bir türlü bulunamaz. Bırakın onu, bir devlet, bir iktisat tasavvuru oluşmaz. Tam aksine bu alanlarla ilgili dinin belirli bir sistem vaz etmediği söylenir durur. Üstelik katılımcıların zihninde en çok değersizleş-tiril-en bu konular olur. Dini tam da bu alanlardan tecrid etmeye çalışan laiklerle yarışır gibi canhıraş “sistem yok” vurgusu yapılır. Abdest, taharet, namaz, oruç, ahlak vb. bireysel alana ilişkin ibadetlerin erkan ve şartları Kuran ve sünnette sistematik biçimde yer almadığı halde bunlar kolaylıkla sistematize edile bilinirken siyasal ve toplumsal alana ilişkin ahkam söz konusu olunca “belli bir sistem yok” nakaratı tekrarlanır durur. Aynı şey hadisler için de geçerlidir. Nebi'nin imaret, imamet, siyaset (yönetim), servetlerin (iktisad) ve adaletin (kadâ) tevzîi içün ferman buyurduğu hadis külliyatı ders halkalarının konusu olur da bir türlü bunları bir proje olarak topluma taşıyacak siyasi kitle teşekkül etmez. Teşekkül etmediği gibi bu potansiyel kitleler seçim arifesinde istisnasız her biri laik, demokrat ve liberal tüzük, politika ve siyasetlere sahip partilerden birine, vagonların blok blok lokomotiflere bağlandığı gibi bağlanır ve böylece yöneticileri Müslüman olsa da demokratik, liberal sömürge fikir ve projeleri ümmetimizi çekip gider. On yıllar sonra gerçeği anlayıp bir makas değişikliği sırasında tekrar süslü püslü yeni bir lokomotif perona gelir ve kendi istikametinde yol almak isteyen ümmetimizi peşine takar sürükler, yıllar böyle geçer gider.
Bu eğitim sisteminin icat ettiği “bilgin” prototipi modern uluslararası sistemin inşa ettiği konjonktürü maslahat-zaruret gereği referans kabul ederek sözde savunduğu gelenekten kopar. Modern paradigmayı referans alarak dini kuşa çeviren modernistler ile modern paradigmanın inşa ettiği konjonktürü zaruret gereği esas alanlar birbirinin kopyasına dönüşmektedirler.
Sömürgenin inşa etmek istediği din anlayışı en can yakıcı sorunlar karşısında bile "eğitimsizlik kardeşim" retoriğini tekrarlayan “cins kafalar” üretti. Heder edilen canların, namusların ve işgal edilmiş coğrafyaların korunması, ancak ilgili ahkamın tatbiki ile mümkün olabilecek iken hiç ilgisiz bir şekilde "Salahaddin gibi namaz kılabildiğimizde Kudüs kurtulacak" vb. beylik laflara kurban verildi beldelerimiz.
Irzların, canların ve malların korunması bir hüküm, namaz da bir hükümdür. Abdest, namaz hüküm zekat da bir hükümdür. Namazı kıldığınızda zekatı vermiş olmayacağınız gibi Allah ve Rasulüne savaş açmak anlamına gelen faizi ortadan kaldırmış da olmazsınız. Bir ibadet olarak dua ettiğinizde topraklarınızın işgali de son bulmaz. Rabbimiz toprakları işgalden kurtarma, canları ve namusları muhafaza etme mükellefiyetini yükleyen ilgili hükümleri bazı metot hükümlerin yerine getirilmesine bağlamıştır. Bu hükümler diğer hükümlerin güvencesi olarak yerine getirildiğinde yerine gelmiş olur. Metot (devlet) olmadığı sürece söz konusu ahkam 1,5 milyar Müslümanın vicdanlarında mahkum olmaya devam edecektir.
Metot derken neyi kastediyoruz. “Kim bir halifeye beyatsız ölürse cahiliyye ölümüyle ölür" hadisi şerifinde açıkça ifade edildiği üzere İslam halifeyi nasp etmeyi farz kılarak şerî ahkâmı vicdanlara mahkum edilecek hükümler olmaktan çıkaran metot hükümleri vaz etmiştir. Bundan dolayı sahabe farz olduğu halde Nebi'nin cenazesini, defin işlemlerini dahi geciktirmiştir.
Mescid-i Aksa'nın ya da işgal altındaki her hangi bir Müslüman toprağının kurtarılmasını dahi bireysel bir ibadet alanı ile irtibatlandıran bir din yorumu moda oldu. Ümmetimizin içinde bulunduğu durum ve şerî nasslar bir devlet kalkanını zorunlu kılarken, dua kalkanı onun yerine ikame edildi. Salya sümük ağlayarak dua eden ülema canları, malları ve kutsal toprakları muhafazadan mükellef ümeraya ma'rufu emretmediği, mevcut durumu koruyan uluslararası anlaşmalara imza atarken ümerayı münkerden nehyetmediği müddetçe duaların kabul olmayacağını bilmiyor mu? Rasul (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez"
Serada yetiştirilmiş, şurada ve burada mantar gibi karşımıza çıkan bu din anlatım dili, işgalin sonlandırılması gibi ancak İslami bir devlet organizasyonu içinde orduların seferber edilmesiyle gerçekleşebileceğini kitlelerin dikkatlerinden kaçıran bir illüzyona dönüşüyor. Bunlar, hayattan tasfiye ettikten sonra Rönesans aydınlarının din adamlarına telkin ettikleri avutucu masallara benziyor. “Kalbini temizle, Tanrı devletini armağan eder”.
Bu edebiyatı en iyi beceren dil ustalarından biri Gazze'nin vurulduğu 2008'de "Gazze'yi öyle bir imar etmeliyiz öyle bir imar etmeliyiz ki Allah düşmanları "aman bir daha yerle bir etmeyelim Müslümanlar daha görkemli bir şehir inşa ederler" desinler ve şehirlerimizi yıkmaktan imtina etsinler diyebiliyordu. Bize mantık dersleri veren bu insanlar en yakıcı sorunlarımız karşısında bile en basit mantığı yürütmekten aciz, zihinleri kötürüm eden demagoji ustaları olarak karşımıza çıkabiliyor.
Esasında bu zevat kendi yurtları, evleri, edebiyat parçaladıkları mekanları yanıp tutuştuğunda, tabiri caizse ateş bacayı sardığında asla dinleyici kitlelerine, “bu ateş içinizde Ömer gibi namaz kılanlar çıkınca sönecek” demez, derhal itfaiyeyi arar. Yani fiili sonuç doğuracak sorunu çözecek türden davranış sergiler, ilgili kurumdan hizmet talebinde bulunur. Yangında 110'u, asayiş sorununda 155'i, hastalık durumunda 112'yi arar da ümmetin meselesinde topu taca atar gibi kah duaya kah namaza kah ahlaka bağlar meseleyi. Bu bıktırıcı ve usandırıcı din edebiyatı tam da sömürgenin istediği din anlatım dilidir. Zira kendisini hayatta var edecek metotdan yoksun ve bir yığın demagojilerle bezenmiş din, kıyamete kadar da anlatılsa hiçbir şey değişmeyecektir. Sadece geniş kitleler üzerinde mevsimlik bir heyecan yaratıcı, yaldızlı bir din edebiyatı geliştirilmiş olacak ve yeni yakıcı sorunlar ve kriz dönemleri için Müslümanları avutucu ve çaresizliğe boğacak ve onları fasit bir daireye hapsedecektir.
Halbuki Rasul (s.a.v.) henüz davetinin ilk yıllarında bile bu dinin, tevhid kelimesinin siyasi bir mesaj taşıdığını hatta Arap ve Acem (Arap olmayan) yani bütün insanların mülküne, topraklarına hükmetmeyi amaçladığını açıkça izhar ediyordu. Davetini, söylemlerini biraz yumuşatması ve değiştirmesi talepleri ile geldiklerinde onlara şunu söyledi: "Ey amca! Ben onları bir kelimeye çağırıyorum. Bir kelime ki onunla Araplar, onlara boyun eğecek, Acemler, onlara cizye verecekler." Allah Rasulü (s.a.v.) kelimenin tam anlamıyla siyasi bir kimlik sergiliyordu. Buradan şunu anlıyoruz ki, İslam'ın teorik olan hüküm ve çözümlerini pratikte uygulayacak bir devletin (metot) olmadığı zamanlarda onu toplumda hissedilebilir kılacak şey toplumsal ve küresel çapta sorunlara ilişkin çözümlerini şerî naslara bina eden, İslami fikir ve düşünceler üzerine inşa olunmuş siyasi bir kitledir.
Sömürge eğitim sisteminin zihinlerimize zerk ettiği gibi Rasul (s.a.v.) öylece kürsüsünden sürekli insanlara ahlak dersleri veren ders halkalarında insanlara bilgi yükleyen bir Rasul değildir. O kelimenin tam anlamıyla siyasi bir kitlenin lideri idi. O'nun siyasi kimliği/vizyonu sadece içinde yaşadığı çağa değil geleceğe dahi uzanıyordu. Hicret yolculuğunda izini bulan Süraka'ya, “Ey Sürâka! Sen Kisrâ'nın bileziklerini koluna takınacağın, kemerini kuşanacağın ve tacını giyeceğin zaman nasılsın?!” dedi. Sürâka: “Krallar kralı Kisrâ b. Hürmüz´ün mü?!” diye hayretle sorunca, Rasul (s.a.v.) “Evet!” buyuruyordu. Böylece Fars beldelerinin fetholunup Kisrâ'nın servetinin ashabına ganimet kılınacağını, Allah'tan başka koruyucu kimsesi olmadığı bir durumda haber veriyordu. Lakin bütün bunların üstesinden gelebilecek devlete giden yolda, iki yıl öncesinde Musab b. Umeyr'i Medine'ye gönderiyordu. İşte bu onun siyasi bir kitle organize ettiğini göstermektedir. Biz ise henüz on dokuz yaşında bir devletin anahtarlarını, kendisini stratejik planın parçası olarak Medine'ye gönderen Nebi'ye teslim eden büyük devlet adamı Musab'ı ilk öğretmen derekesine indirerek bu boğucu eğitim fetişizmine onu da ve İslami inkılabı gerçekleştiren büyük eylemini de kurban veriyorduk.
İşte sömürge eğitimi bunu yaptı. Bu sayede ümmete tarih boyunca hayat veren dini metinleri, nassları koyu bireyselliğe mahkum etti, başta Allah Rasulü (s.a.v.) olmak üzere tarih yapmış kahramanları kadükleştirdi. Bir devlet kurmuş, devlet kurmak için İslam akidesini esas alarak fikri ve siyasi bir kitle oluşturmuş bir Nebi'nin en büyük sünnetini bizlere unutturdu.
“Ümmetimin fesad zamanında kim benim sünnetime sarılırsa ona yüz şehid sevabı vardır.”
Sömürge kültürü ve stabilize zihinler
10 Yıl Önce Güncellendi
2015-06-22 17:35:44
SON VİDEO HABER
Haber Ara