- Gerçek 1: ABD caydırıcılığı çöktü, Türkiye'nin caydırıcılığı güçlendi:
Büyük güçlerin, özellikle bölgesel politikalar oluştururken, caydırıcılık konusunda sorunlar yaşayabileceği aslında tahmin edilmişti. Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkiler, büyük güçlerin nükleer silahlar üzerinden sağladıkları caydırıcılığın sınırlarını daraltmış, dolayısıyla büyük güçlerle bölgesel güçler ve devlet dışı aktörler arasındaki ilişki, pazarlık sürecinin başka unsurlarına dayanmak durumunda kalmıştı. Ancak 1990'larda ihtiyaç duyulan bu yeni caydırıcılığın teorisi yazılırken, hiç kimse ABD'nin caydırıcılığının (hem de askeri ve ekonomik gücünün doruklarında olduğunu düşündüğü bir dönemde) bu şekilde çökebileceğini aklına getirmemişti.
ABD caydırıcılığı Orta Doğu-Suriye özelinde üç ayrı kademede farklı aktörlere karşı farklı başarısızlıklar yaşadı. İlk başarısızlık (ve belki de en büyüğü) ABD'nin hem Obama hem de Trump döneminde Pentagon üzerinden kurgulamak istediği bölgesel mimarinin (Körfez'den-Akdeniz'e uzanan bir ehlileştirilmiş güçsüz dost aktörler kuşağı) sadece kurulamaması değildi. Bu mimarinin, ABD'nin rakiplerinden birinin bölgeye gelişini, yani Rusya'nın Akdeniz'e inişini caydıramadığı bugün açık seçik meydanda ve Washington'da hissedilen ve birilerine faturası ödetilmeye çalışılan asıl başarısızlık bu. Oysa güç, kabiliyet ve caydırıcılık arasındaki psikolojik ve gerçek ilişkiyi bilenler için, her iki başkanın döneminde Washington'daki değişik kesimler tarafından yüceltilen PYD/YPG/PKK'ya dayalı bir kuşak politikasının Rusya gibi bir aktörü durduramayacağı zaten belliydi. PYD'ye dayandırılmaya çalışılan bir eksenin İran'ı ikna edemeyeceği zaten Obama döneminde Suriye sahasında görülmüştü; Trump döneminde de İsrail destekli PYD'nin bile sahada bir hiç olduğu görüldü. Zaten PYD özelindeki mesele, PYD'nin gücü değil, ABD politikaları için rahatlıkla araçlaştırılabilmesiydi diyenler bu noktada haklı; ancak hesaplayamadıkları bu araçlaştırılmanın ancak PYD'nin sahadaki ve masadaki anlamlı varlığıyla mümkün olabileceğiydi. Oysa PYD'nin sahadaki ve masadaki anlamlı varlığı, Türkiye'nin PKK karşıtı bir dizi politikası ve bunları uygulama kabiliyeti ve dirayetiyle ortadan kalktığında, ABD'nin rakip güçleri Suriye sahasında ve dolayısıyla Orta Doğu'da etkili olmaktan caydırmayı amaç edinen mimarisi tamamen çöktü.
ABD'nin caydırıcılığının çöküşünü reel politik düzeyde, Suriye'nin kuzeyinde bir zamanlar PYD koridoru kurulması hayal edilen alanın parçalı bir şekilde Rusya/Şam ve Türkiye denetiminde olmasından, psikolojik düzeyde ise ABD'de bazı kesimlerce dillendirilen "Türkiye'yi cezalandırmalıyız; çünkü ABD'yi küçük düşürdü" feryatlarından ve PYD'nin birdenbire rejim ve Rusya ile anlaşma konusunda çok hevesli oluşundan anlayabiliriz.
Sözün özü: ABD caydırıcılığı o kadar sert biçimde sınandı ve başarısız oldu ki bugün çok sesi çıkan lobi etkisi dışında, PYD/PKK gibi sahada/masada varlığı tehlikeye girmiş bir aktörü bile tam kontrol edemiyor. Üstelik ABD'nin cezalandırmaya dayalı caydırıcılığı Ankara karşısında çoktan denenmiş ve bu bağlamda bir diğer önemli başarısızlığını, Türkiye'yi S-400 hava savunma sistemleri alımından caydıramadığında yaşamıştı. Caydırma amacından sıyrılmış cezalandırmanın ise sonuçta üreteceği üç stratejik gerçeklik olduğunu, Trump yüzünden neredeyse bir iç savaşın içerisinde bocalayan Amerikalı dostlarımıza hatırlatalım: 1. Bu tür bir cezalandırma anti-Amerikancılığı güçlendirmekle kalmayacak, Türkiye-ABD, Türkiye-İsrail arasındaki zarar-kontrol mekanizmalarını destekten yoksun bırakacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye-ABD ilişkileri normalleşmediği müddetçe bundan belki iki taraf da görece zarar görür; ama caydırıcılığı çöken taraf (ABD ve küresi) daha çok zarar görür. 2. Bu tür bir cezalandırma eğer Türkiye'yi Suriye'de anayasa yapım süreci içerisinde etkin davranmaktan caydırmayı umuyorsa, bu sürecin sonunun da S-400 hikâyesi gibi olacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Ama unutulmamalı ki Türkiye ile Rusya arasında giderek derinleşen yakınlaşmaya destek olabilecek bu tür bir cezalandırma, ancak ve ancak Irak-Suriye-Lübnan hattında ABD'nin elini daraltır. 3. ABD'nin caydırıcılığının etkisini ne Akdeniz'de dolandırdığı 6. Filo'su ne de PKK/PYD'ye akıttığı para ve silah güçlendirdi. ABD'nin bölgedeki caydırıcılığı, ancak caydırıcılığı güçlü Türkiye ile ilişkilerini normalleştirdiği ve ajandasını uyumlandırdığı sürece güçlenir. Aksi istikamette politikalar aksi sonuçlar doğurur.
- Gerçek 2: Türkiye PKK terör devleti ihtimalini yok etti
Türkiye Barış Pınarı harekâtının beşinci günü biterken ABD ile 13 maddelik bir mutabakat gerçekleştirdi. Bu mutabakatla güney sınırlarındaki 120 kilometrelik alanı, 30 km derinliğinde terörden temizleyerek sahada Re'sulayn ve Tel Abyad arasında güvenli bir alan oluşturma imkanına kavuştu. 22 Ekim Soçi görüşmelerinde ise Rusya ile 10 maddelik yeni bir mutabakat yapıldı ve bu anlaşmayla Ankara'nın sahadaki kazanımı Moskova tarafından onaylandı. Bu kazanımlar (ve tabii ki Rusya'nın Rejim'den ziyade kendi adına kazanımları) harita üzerine yansıdığında görüldü ki Irak-Akdeniz arasında PYD garnizon terör devletinin kurulma ihtimali ortadan kalkmıştır. Bir zamanlar IKBY lideri Barzani'yi bile sağduyudan yoksun kararlar alacak kadar büyüleyen, parlatılan PYD kuşak devlet projesi ihtimalinin tamamen ortadan kaldırılmasının, sadece 15 günde, Ankara'nın iki mutabakatıyla gerçekleşmesinin, PYD projesine şimdiye kadar doğrudan veya dolaylı destek veren tüm tarafları paniğe sevk ettiği de bir gerçek. ABD özelinde bu grupların halihazırdaki baskılarını Trump'ın başkanlığına karşı yürütülen kampanyaya eklemeleri, seslerinin olduğundan daha gür duyulmasına neden oluyor. Avrupalılar ise konuyu nereye ekleyeceklerini tam kestirebilmiş değiller. Zira "DEAŞ ile mücadele PYD aracılığıyla sürüyordu" deseler, dün Deyrizor'da, bugün Tel Abyad'da PYD'nin DEAŞ militanlarını pazarlık ve şantaj konusu yaptıkları hatırlatılıyor. Konuyu mülteci meselesine bağlasalar, BM'den gelen rakamlar Türkiye'nin kontrol ettiği alanlara Suriyeli mültecilerin gönüllü olarak dönmekte olduğunu gösteriyor. Sonuçta hâlet-i ruhiyeyi en güzel biçimde Jerusalem Post özetliyor: "Altı yıllık Amerikan destekli PYD mevzilenmesi altı günde iflas etti" ve Suriye'deki mücadelenin kaybedeni PYD oldu.
PYD'nin sahadaki varlığının marjinalleşmesiyle birlikte, bölgede hangi aktörler üzerinden hangi pazarlıkların süreceği ve PKK'nın bölünmesiyle ilgili sürecin hızlanıp hızlanmayacağı tartışılıyor. Bu noktada gelecekte gelişmeleri belirleyecek üç önemli ip ucuna sahibiz: 1. PYD kuzeyde belirli alanlarda Rejim/Rusya ile işbirliğine girmeyi deneyebilir ya da Rejim/Rusya PYD'yi oyalamayı tercih edebilir. Ama her hâlükârda bu işbirliğinin sınırlarında, Rusya'nın PYD'ye kestiği ceza faturası, Astana işbirliği ve PYD'nin devlet hayaline Rusya ve Şam'ın yeşil ışık yakmayacağı gerçeği duruyor. 2. PYD'nin güneyde örgütlenmesi PYD-Irak bağlantısını düşünmemize neden oluyor. Burada da Sincar, Kandil ve Suriye'deki PYD grupları arasındaki bölünme gündeme geliyor. Ancak bu düşünce grubu da Türkiye-İran, Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerinde Türkiye'nin sahip olduğu pazarlık gücünden, Türkiye'nin Irak-Suriye'de sahip olduğu caydırıcılıktan ve ABD'nin İran'a karşı caydırıcılığının da işlemiyor oluşundan bağımsız olarak düşünülmemeli. 3. Anayasa yazım sürecinde ilerlenirken Türkiye'nin caydırıcılığındaki ve pazarlık gücündeki artışın Suriye muhalefetinin elini de güçlendireceği akıldan çıkmamalı.
- Gerçek 3: Suriye'de dengeler Ankara lehine değişiyor
Türkiye'nin Suriye'deki son askeri başarısının ardından -ve bunun akabinde diplomasi alanında gelinen noktada- Orta Doğu'da var olan güç dengesi artık değişiyor. Bugünkü Suriye oyununda, Ankara'nın diplomatik-askeri hamleleri sonunda, Suriye'de kaybeden yalnızca PYD değil. Söz konusu terörist örgütün destekçileri olan ABD, Fransa ve İsrail de artık kaybedenler arasında yer alıyor. Bu arada, Trump'ın başta "küre kuşağı" olarak ilan ettiği bazı Avrupa ülkeleriyle Suudi Arabistan, BAE ve Mısır da Suriye'de oyun dışında kalanlardan. Bu durum diplomasi masasına şimdiden yansıdı bile. Bu bağlamda Türkiye, Suriye'nin siyasi geleceğinin belirlenmesinde, ABD ve Rusya'nın yanında masada üçüncü temel aktör olarak yerini çoktan garantiledi. Şimdi tüm gözler Cenevre'de yapılacak anayasa komisyonu çalışmalarına çevrildi. Bir süre sonra, sahanın masayı belirlediği bir düzlemden, masanın sahayı belirlediği bir düzleme doğru kayabiliriz. Tabii ki Suriye'deki durum hep değişken. Bu yüzden Türkiye sahadaki elini gevşetmemekte kararlı. Ama masaya da artık güçlü, bölgeyi bilen, bölgede etkin ve siyasi pazarlığı iki büyük güçle de sürdürebilen nadir aktörlerden biri olarak oturduğunun da farkında.
[Kıbrıs Bahçeşehir Üniversitesi İİSBF dekanı olan Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney aynı zamanda CEMES-Akdeniz Güvenliği Merkezi başkanıdır]