İran'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair adaylar ve rejim hakkında değerlendirmede bulunan Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, ülkedeki genel tabloya dair dikkat çeken tespitlerde bulundu.
İRAN SEÇİMLERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Komşumuz İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu yapıldı. Neticenin hayli düşündürücü olduğunu baştan ifade etmeliyiz. Adaylardan hiçbiri %50 çıtasını aşamadı. Hâl böyle olunca en çok oyu alan iki aday ikinci tura kaldı. Dikkat çekici olan, yarışta en fazla oyu alan adayın Mesud Pezeşkiyan olmasıydı. Mesud Pezeşkiyan İran'daki rejimin uygulamalarına eleştirel bir mesafeden bakan, reformcu olarak nitelendirilen bir şahıs olarak biliniyor. Adaylar arasında bu kanadı tek başına o temsil ediyor. Eski Sağlık Bakanı olarak tanınıyor. Dahası, Pezeşkiyan Âzerî Türkü ve kökeniyle iftihar ettiğini, evinde Farsça değil Türkçe konuştuğunu her fırsatta dile getirmekten imtina etmiyor.
SEÇİME ÜLKE ÇAPINDA BOYKOT
Pezeşkiyan, muhafazakârları temsil eden diğer aday, Sâid Celilî'den takriben 1 milyon daha fazla oy aldı. İlk turda üçüncü olan ve Celili gibi muhafazakârlığıyla bilinen Muhammed Bakır Kalibaf, taraftarlarına ikinci turda Celilî'yi desteklemelerini telkin ederek devre dışı kaldı. Düz bir hesapla, ikinci turda Kalibaf'a verilen 3.5 Milyon oyun kâhir ekseriyeti Celili'ye gidecek ve Celilî seçimi kazanmış olacak. Ama her şey bu kadar basit değil. Başka ihtimâller de mevcut. Bu da katılım oranlarıyla alâkalı görünüyor. İran'da seçime katılım oranı, resmî açıklamalara bakılacak olursa %40'larda kaldı. İran halkının %60'ı, belki de fazlası seçimi boykot etti. İran çok büyük bir coğrafya. Diyelim ki bu %60 arasında %10'u sâdece derin kırsalda yaşayan tecrit edilmiş bir kitledir. Kalan %50'nin bilinçli bir tepki neticesinde sandığa gitmediği ve rejime karşı duygu ve düşüncelere sâhip olduğu âşikâr. Lâkin bunlar reformcu olarak nitelendirilen Pezeşkiyan'ı da benimsemiş değiller. Ama onun ilk turda sağlamış olduğu başarıyı bir fırsat olarak değerlendirip, tamâmen pragmatik bir sâikle, ikinci turda oy kullanıp Pezeşkiyan'ı desteklerlerse reformcu Pezeşkiyan'ın seçilmesi işten bile olmayacak.
PEZEŞKİYAN'IN ADAYLIĞI VE REJİM
Eğer Pezeşkiyan seçilirse İran'da büyük bir değişim yaşanabileceğini öngörebilir miyiz? Evvelâ şu soruyu sormak gerekiyor: Ahmedînejat gibi rejime sâdık birini veto eden İran mollaları, nasıl oldu da reformcu Pezeşkiyan'a yeşil ışık yaktı? Dünya kamuoyuna, İran'daki seçimin çoğulcu demokratik değerlerle ne kadar uyumlu olduğunu göstermek istemiş olabilirler. Başka bir sâik ise, seçime katılımı arttırmak niyeti olabilir. Eğer adaylar tekmil muhafazakâr olsaydı seçimin meşrûluğu zayıflar diye düşünmüş olabilirler. Belki de bu sebeple göstermelik bir reformcu adayı da yarışa katmak istediler. Eğer bu doğruysa, Pezeşkiyan'ın reformculuğuna gölge düşer. Buradan Pezeşkiyan'ın reformculuğunun güdümlü ve taktik bir değeri olduğunu düşünmek yabana atılabilecek bir ihtimâl olmaktan çıkar. Pezeşkiyan'ın reformculuğun samîmî olsa bile, İran'ın idâre tarzı içinde ne kadar rol oynayabileceği ayrı bir tartışma konusudur. Ayetullahların, hele ki Ali Hamaney'in irâdesi karşısında, onlara mugâyir siyaset üretmek mümkün olmadığını biliyoruz. Belki de sandığa gitmemiş olan %60'ın düşüncesi de buydu.
MODERNİST DEVRİMCİLİK
Son ihtimal ise İran'daki teokratik devlet aklının görece yumuşamaya karar vermiş olduğunu düşündürüyor. Belki de İran'da, Pezeşkiyan gibi rejime bağlı, kontrol edilebilir, düşük yoğunluklu bir reformcu ile yola devam edip rejimin meşrûiyetini tâmir etmek ve dünyadan İran'a artan baskıları hafifletmek için alınmış bir devlet karârı vardır. Takip edip göreceğiz.
İran için daha kesin olan bir şey var. Artık rejim çok ciddî bir meşrûiyet meselesi ile boğuşuyor. Aslında başta devrimler olmak üzere radikal değişim iddialarının çarptığı trajik bir duvar bu. Modernist devrimcilik, ister Fransız Devrimi, ister Sovyet ve Çin Devrimi açısından bakalım, geleneksel-dinsel kurumlara ve onu donatan zihniyete karşı amansız bir kültür savaşı başlatmıştı. Pol Pot tecrübesi tam da bunun en taşkın boyutlarını ifâde eder. Bu devrimler yeni bir insan yaratmak iddiasında olan hareketlerdi. Fransız Devrimi Homo Liminous (Aydınlanmış İnsan), Sovyet Devrimi ise Homo Sovieticus peşindeydi. Bunun, yıkım ve yapım boyutları vardı. İlki, mevcut kurum ve kadroların toptan tasfiyesine dayalı bir temizlik süreciydi. Diğeri ise eğitim üzerinden yoğun bir endoktrinasyondu. İlkini, yani yıkım işini hepsi yaptı. Diğerinde ise hiçbiri istediğini elde edemedi. Burada hayâtî olan sürecin sanâyileşme ile eşlenmiş olup olmamasıdır. Tek çıktı, geleneksel-dinsel bağların aşındığı, içinde derin bir yabancılaşmayla beraber de olsa dünyevîleşmeydi. Evet, özünde yüce ahlâkî iddialar taşıyan Homo Liminous ve Homo Sovieticus hayata geçirilemedi. Ama bunun yerine, ezik, hesapçı, fırsatçı ve egoist bireylerden oluşan dünyevîleşmiş toplumlar türedi. Tüketim kapitalizminin kültürel tutunumunu da bu kitleler sağladı. Üretimdeki çileli dünyevîleşmeyi, tüketimdeki şenlikli dünyevîleşme tâkip etti.
"ALTIN NESİLLER YETİŞTİRMEK NAFİLEYMİŞ"
İran sanayileşememiş bir toplumdu. İran devrimi, modernist devrimlerden çok farklı olarak, dinî ve geleneksel kültür kodlarının devreye sokarak gerçekleşti. İran devrimcileri, modernist devrimlerin gelenek ve dinden kopuk olmasını onların başarısızlığının esas sebebi olarak gören bir yaklaşıma sahipti. Devrime başarı kazandıracak, ona uzun vâdede tutunum sağlayacak olan ana sütunların din ve gelenek olduğunu iddia ediyorlardı. Onlar da İran modernleşmesinin “kazanımlarını” yıktılar. Mıntıka temizliği sağlandı. Gelin görün ki, ikinci safhada, yâni Şiî temelde bir Homo İslamicus'un başarılmasına dair tekmil kültürel yatırımların zamân içinde eridiği, boşluğa düştüğü ve yozlaştığı görüldü. İran toplumunun kâhir ekseriyeti, tüketim gibi çok baştan çıkarıcı paternler üzerinden derin sekülerleşmesini devam ettiriyor. Demek ki mesele, devrimin neleri esas aldığı değilmiş. Bunların târihsel-inançsal karşılıklarının olup olmaması hiç değilmiş. Onca propaganda ve endoktrinasyon gayreti, Altın Nesiller yetiştirme teşebbüsleri nafileymiş. Değerlerin yaşatılması ile değerlerin propagandist-törensel kutsanması arasında hiç beklenmedik, üstelik ters orantılı ilişkiler varmış. Kutsanan kutsal her şekilde aşınıyormuş meğer. Demek ki değerlerin yaşatılması, siyâsal yatırımların dışında çok daha incelikli yolları bulmayı icap ettiriyormuş. Sık sık sormaktan kendimi alıkoyamıyorum.. Ali Şeriâtî sağ olsaydı, kimbilir neler yazardı….