'Bu dünyada hiçbir şey görülmez, sadece seyredilir'
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, İsrail'in soykırım saldırılarının bir ayı geride bırakmasına rağmen tüm şiddetiyle devam ettiğini, ancak ilk günlerdeki ilgi ve hassasiyetin yavaş yavaş kaybolmaya başladığına dikkat çekti.

Oluşturma Tarihi: 2023-11-06 23:47:27

Güncelleme Tarihi: 2023-11-07 00:07:27

Prof. Dr. Öğün, İsrail'in Gazze'yi bir ayı aşkın süredir havadan, denizden ve karadan bombalar yağdırarak soykırım saldırılarını sürdürmesine rağmen geçen süre içerisinde ilk hassasiyetlerin kaybolmaya başladığını, ilgi ve tepkilerin yerini yavaş yavaş seyretmeye bıraktığına dikkat çekti.

Öğün, halihazırda olanları değerlendirdiği "Kamuoyu nerede?" başlıklı yazısında, "Bu dünyada hiçbir şey görülmez, sadece seyredilir" şeklinde ifade etti.

KÖRLEŞME NASIL BAŞLADI?

Bilmem dikkatinizi çekiyor mu? Gazze haberleri yavaş yavaş sönümleniyor. Evvelâ ikinci sıraya düştü. Giderek altyazılara dönüşüyor. Gazze'deki korkunç katliam bittiği için değil. Tam aksine katliamlar bütün hızı ve şiddeti ile devam ediyor. İsrail'in duracağı yok. Hizbullah'tan gelen haberler “kasapları” rahatlattı. Meselenin seyrini değiştirmesi beklenen Hizbullah, en azından şimdilik savaşa dahil olmayacağını beyân etti ve HAMAS'ı hayâl kırıklığına uğrattı. Artık kasapların önünde hiçbir mâni kalmadı. II.Umûmî Harp sonrasında yaşanan en büyük soykırım insanlığın gözü önünde amacına doğru ilerliyor. Af edersiniz, insanlığın gözü önünde dedim; düzeltiyorum; görme kabiliyetini kaybetmiş insanlık demem icap ederdi. Her şeyin, eski zamanlarda mukâyese edildiğinde, asrî teknolojinin de himmetiyle çok daha görülebilir olduğu bir dünyada yaşanan bu körleşme ne kadar da tuhaf? Aslında şaşırmamak gerekir. Diyalektik icâbı, ışık görmeyi sağlar; ama fazlası da kör eder. Evet mesele bu. Fikri takipsizlikle seyreden bu körleşmenin üzerinde durmak gerekiyor. Başlayalım...

1970'lerin Türkiye'sinde sağ ve sol militanların derneklerindeki duvarlarını birbirlerine benzeyen posterler süslerdi. İdeallerindeki Türkiye'yi resmeden, her halinden acemi ressamların elinden çıktığı belli olan posterlerdi bunlar. Solcularınkinde, ellerinde orak çekiç tutan gürbüz işçiler resmedilirdi. Sahnenin arka plânında, münbit tarlaların bittiği noktalarda mutlaka tüten bacalarıyla fabrikalar olurdu. Sağcılarınkinde ise işçilerin yerine, milli ve mânevî hislerle donanmış gürbüz “Türkler” boy gösterirdi. Fabrikalar ve tarlalar oralarda da resmedilirdi. Fark, fabrika bacalarına câmî minârelerinin de dâhil olmasıydı. Evet, müşterek payda, münbit tarlalar ve fabrikalardı.

Bu hasretler ve beklentiler aslında o günlerin; II.Umûmî Harp sonrası kurulan dünyânın ahkâmı ile mütenâsipti. Kalkınmak, sanayileşmek, büyümek ve nihayetinde refaha ermek adına, ekonomiden siyâsete dev merkezî yapıların hüküm sürdüğü bir dünyaydı bu. Tek mesele bunun nasıl başarılacağı ile alakalıydı. Kapitalist yol mu, sosyalist yol mu? Bu bölünme, gençleri birbirine kırdıracak kadar büyüyen, ölümcül neticeleri olan bir kavgaya dönüşüyordu. Bugünden bakıldığında ilkinin baskın ve hegemonik, diğerinin ise onun devlet yoğunluklu bir çeşitlemesi olduğu çok berrak görülebiliyor. Hâsılı bir kayıkçı kavgası kadar cesâmeti olan bir ayrışma, cepheleşmelere, iç savaşlara, kan dâvâlarına dönüşüyordu.

"GEVŞEME VE DAĞILMANIN ÖZGÜRLEŞME OLARAK ALGILANMASI"

Sonra dünya sıkı bir patinaj çekti. 1970'lerde merkez kapitalist toplumlarda başlayan bu patinaja, merhale merhale tekmil dünyalar; bu arada biz de dahil olduk. Merkezî korunaklı yapılar gevşemeye ve dağılmaya başladı. Münevveran bunu küreselleşme, küresel özgürleşme olarak selâmladı ve nimetlerini saya saya bitiremedi. Her şeyin üretim değerine göre hesaplandığı 20. asır çözülüyordu. Küreselleşmeye özgü gevşeme ve dağılmaların özgürleşme olarak algılanması, üretim toplumlarına has boğuculuklardı. Üretim toplumuydu bu; sıkı bir disipline ve örgütlülüğe sahipti. Modern sosyolocya her ne kadar geleneksel sanayi öncesi toplulukları boğucu gemeinschaft'lar olarak târif ediyorsa da, esas boğucu olan modern toplumlar, gesellschaft'lardı. Uğruna muazzam bedeller ödenmişti. Onu başarmış toplumlar yorgundu. Ona özenip de ulaşamayanlar ise hayâl kırıklığı, moral bozukluğu içindeydiler. Bu baskı ve disiplin sistemlerinin çözülmeye başlaması, gevşemesi özgürleşme algısı; daha doğrusu yanılsaması doğurdu. Buna, finansal şişmelerin sağladığı geniş bir borçlandırma üzerinden yaşanan tüketim ilişkileri eşlik etti.

SANSASYONELLİK VE ŞOV EGZANTRİZMİ

Gevşeme ve rahatlamaların arkasından değer aşınmasının yaşandığını gördük. Lümpenleşmeydi bu. Tezâhürü de, cin akıllarla yakalanan fırsatçılıktı. Yani çalışmadan da olabiliyordu. Orta sınıflar kendi hiyerarşisi içinde bundan nasibini lâyıkı veçhile aldı. Taşkınlık yaygınlaştı. Entelektüel dâirede bir adap ve usûl kaybı yaşandı. Burjuva dünyânın entelektüel kanadındaki entelektüel faaliyetler giderek, derin ve mes'uliyetli düşünmek geleneklerini kaybetti. Sartre'ın yerini Zizek, felsefî düşünmenin yerini felsefe yapmak aldı. (Zizek'in evlere şenlik, nal ve mıh hesaplarıyla örülü Gazze değerlendirmesini okuyun. Ne demek istediğim sıcağı sıcağına anlaşılır). Mesele artık sansasyonel düşünmek ve onu mümkün mertebe show business‘teki dolaşıma sokmaktı. Kimler, kimler yazar (auther) oldu? Burada çileli entelektüel birikim oluşturmaya galebe çalan egzantrizm tutkusudur. Arkasını önünü düşünmeden, tesirli bir dil üzerinden en çarpıcı olanı yazmak ve söylemektir bu. Retorik artık entelektüel dünyayı tamamlayan değil, bizzat var eden bir unsurdur. Prof. Dr. Taşansu Türker dostumun çok haklı olarak işâret ettiği üzere günümüz münevverânının kâhir ekseriyeti, kamusal aydın olmak vasfını çoktan kaybetmiş durumdadır. Orta-orta sınıfların bir kısmı entelektüel orta sınıfların ürünlerini, kalan kâhir ekseriyet ise AVM'lerdeki ürünleri yağmalamakla meşgûldür. Alt orta sınıflar ise sınıfsal mobilizasyonların tüketim üzerinden yaşandığının fevkalâde şuuru üzerinden kurduğu düşlerle kendisini avutmaktadır.

"BU DÜNYADA HİÇBİR ŞEY GÖRÜLMEZ, SADECE SEYREDİLİR"

Tüketim kapitalizminin, üretim kapitalizminin ödülü değil, çürümesine işaret ettiğini defâatle yazdım. İnsanlığı her ikisi de helâk etti. Küreselleşmenin üstyapısını inşâ eden postmodernizm gevşeme, rahatlama ve gevreksi hâlleri güzelleyip helâk oluşumuzu görülmez kıldı. Bireylerin olgunlaşma iddialarından vazgeçtiği, çocukluğun dâim muhafazasını savunan, dokunulmazlığı özgürlük zanneden, zamânı ve olguları fasılasız anlara bölen ve aralarındaki her nev'i ilişkiyi koparan, bu sûretle de mes'uliyet duygusunu yok eden bir durumdur bu. Bu dünya perdesizdir. Mahremiyet barındırmaz. Açık Toplum güzellemeleriyle herşey ortaya dökülmüştür. Herşey gösterilerek sağlanır esas görülmezlik. Bu dünyada hiçbir şey görülmez aslında. Sâdece seyredilir. Seyretmek, gözün en pasif eylemidir. Körleşmek seyrini, seyirci bir insanlık ile tamamlıyor.

Sanayi kapitalizmi çöküyor. Katı bir târihsel formdu o. Marx'ın o mâhut ifâdesinde olduğu üzere “Katı olan her şey buharlaşıyor”. Ama bu hemen olmuyor. Evvelâ sıvılaşılıyor. Tüketimdir onu sıvılaştıran. Artık o da arkasında çöller ve geniş çaplı bir bedevîleşme bırakarak buharlaşıyor. Ama hiçbir buharlaşma da ebedî değildir. Tekrar, katılaşmak üzere yerküreye düşer. Rwanda, Srebrenitza ve nihâyet Gazze'dir o zehirli kimyaları taşıyan kara bulutların acı bir yağışa dönüştüğü yerler..

Bu hikâye çocuklar için değildir. Onlar dinlemez; sâdece sıkılırlar…