Dünyadaki sermayenin ortaya çıkışına ve hareketliliğine işaret eden İsmet Özel, Kafka'nın “biz Yahudiler zeytin gibiyiz ezildikçe yağımızı veririz” sözüne dikkat çekti.
MERKEZ VE MUHİT
Kapitalizmi paranın merkezde oluşuyla değil, paranın bizatihi merkez oluşuyla izah edebiliriz. Modern çağla birlikte para Antik Çağda kavranılan tabiatın yerini aldı. Sokrates öncesi filozofların en karanlık olanı Heraklit “Tabiat gizlenmeği sever” demişti. Tabiatın Antik Çağda yaptığı iddia edilen işi modern çağda para yapıyor: Kendini gizliyor. Öyle günlere geldik ki, birikmiş sermaye sözünü ettiğimiz gizlenmenin en netameli hususiyeti durumuna yükseldi. Buna mukabil denetim altında tutulan ülkelerde kişi ve kurumların el koyduğu sermaye miktarı mahduttur. En büyük sermaye güdümüne aldığı ülkelerin nereye kadar büyüyeceğini tespit etmiştir. Gelişmiş ülkelerde birikmiş sermayenin ulaştığı devasa miktar karşısında güdülen ülkelerde birikmiş yekûna sermaye dememiz bile mübalağa olacaktır.
ÇİN'İ SATIN ALAN SERMAYE
Yirmi birinci Hıristiyan yüzyılında birikmiş sermayenin acelesi yoktur. Sermaye ne kadar çok biriktiyse işini o kadar toptan görür. İşinin ayrıntılara uzanan kısmını dokuz kişiye bir gazoz ilkesiyle ancak hareket edebilen kölelere gördürür. Şirketlerin bütçelerinin devlet bütçelerini geride bıraktıklarına yirminci yüzyılın sonlarında şahit olduk. Bugün yeni bir satın alma çağıdır. Büyük sermaye mamul veya ham madde değil, mıntıka satın alıyor. Meselâ, dünün “yoksul” ülkesi Çin bugün Türkiye Cumhuriyetine elektronik malzeme satıyor. Bu arada hiç kimse Çin'in tüm ülke olarak ABD'nin resmi federal gücü tarafından değil, beynelmilel bir firma tarafından satın alındığına dikkat etmiyor.
Bir piyasadan söz edebilmemiz için bir tarafta satmayı kabullenenin ve diğer tarafta da satın almak isteyenin yer alması gerekir. Bu son cümle dile geldiği kadar sade ve anlaşılır değildir. Öncelikle “satmayı kabullenen” ifadesinin çok karmaşık olduğunu dikkate almamız gerekir. Bir toplumun elinde ihtiyacını aşan şeyler (mallar ve hizmetler) bulunabilir. Yani satın alanın mı, yoksa satanın mı ekonomik bakımdan daha düşük bir durumda olduğunu tespit etmemiz tahmin edilenden çok daha zordur. Anlayışımızı berraklaştırmak için modern hayatın çok acımasız bir kolonyalizm dönemi geçirdiğini bilmemiz gerekir. Britanyalılar Osmanlı düzenini kendi müstemlekesiymiş gibi kullandı. I. Abdülmecid saltanatında İstanbul'daki Britanya sefirine “Küçük Padişah” deniyordu. Bugün de Çin benzer bir durumu yaşıyor. Satın alan neyi satın aldığını biliyor ve fakat satan insanlığın geleceğini sattığından habersiz.
"BİZ YAHUDİLER ZEYTİN GİBİYİZ EZİLDİKÇE YAĞIMIZI VERİRİZ"
Franz Kafka eserleriyle hem Yahudice iddiaların, hem de modernliğin bir geleceği olmadığını temellendirdi. Buna ümitsizlik demeli midir? Katoliklerin öyle dediklerine şahidim. Edebî eserlerinde Yahudi kelimesini hiç kullanmadığı da hesaba katılmalıdır. “Biz Yahudiler” diyor Kafka, “zeytin gibiyiz ezildikçe yağımızı veririz”. Ben kendi hesabıma yıllar önce karamsar olduğumu ve fakat ümidimi kaybetmediğimi belirtmiştim. Garip olan şu ki karamsarlığım arttıkça ümidim de artıyor. Bunun kime ne faydası olduğunu bilmiyorum. Geçen yıllar bilgiden korkmamayı bana öğretti. Ömrüm Türk hâkimiyetinin gıpta edilecek bir ülke yaratma fırsatlarını nasıl heba ettiğine şahit olmakla geçti. Yılgınlığa kapılmadım. Tahsil hayatımızın günden güne sulandırılması beni “Bu ülke asla kendine gelemez” fikrine sürüklemedi. Çünkü bilgiden korkmuyor ve hangi türden olursa olsun bilgi yolunun bazı, birkaç akademisyenin, giderek siyasî aktörün sultasına terk edilmediğine inanıyorum. İhtiyacımız kendi hegemonyamızı tesis edebilecek bir ortama kavuşmaktır.
MÜSLÜMAN HEGEMONYASI
İşte modern hayat içinde vazgeçemeyeceğimiz iki kelimeden birini, hegemonyayı zikrettim. İkinci kelimemiz de yetke, otoritedir. Kapitalizm üzerimizdeki hâkimiyetini türettiği hegemonya ile kuruyor. Hegemonya Batı'nın vazgeçmediği felsefeden, insanın kurdunun insan olduğu inancından besleniyor. İnsanın ümidinin insan olduğu inancını benimsemeden küfrü ayakta tutan bu hegemonyanın belâsından kurtulamayacağız. Müslüman inancı Allah'tan ümit kesilmeyeceğini bildiriyor. Ben de Müslüman'a mahsus hegemonyanın insanın insana ümit bağlamasından doğacağını ifade ediyorum. Her iki yaklaşımın birlikte hesaba katılması bir anlam kaymasına sebebiyet verir mi? Eğer gayemiz iktidarın Allah'tan çekilip mücerret insana çevrilmesiyse dünyaya bakışımız çarpıklaşacaktır. Çarpık bir dünya görüşümüz olduğunu kabul ve itiraf edelim. Dünya görüşümüz çarpık olmasaydı İslâm bir şifadır demeyecektik.
TÜKETİM TUTKUSU
Dünya Sistemi merkezle çevrenin ilişkisiyle işliyor. Yakın zamanlara kadar nerenin merkez, nerenin çevre olduğuna coğrafî bir açıklama getirebiliyorduk. Önce yani XV. Hıristiyan yüzyılında merkez İtalyan şehir devletleri idi. XVII. yüzyılda merkezin Hollanda'ya taşınması gerçekleşti ve sonunda merkez olarak Londra'yı belledik. Türkiye'de Cumhuriyet bu sırada ilân edildi. Pax Americana döneminde merkezlik işlevini Wall Street üstlendi. Batı medeniyetinin bir İbranî-Hıristiyan medeniyeti olduğunu söylemek bugün en güncel bilgi haline geldi. Dünyadan söz etmek piyasadan söz etmek anlamına geliyor. Dünya Sistemi pazarını genişletemediği zaman kendi ürettiği gazla boğuluyor. Küreselleşme adını verdikleri vakıa dünyanın neresinde olursa olsun birikmiş sermayenin birbirine destek vermesidir. Bu desteğin de bir yolu, yöntemi var. Açıkçası her birikmiş sermaye kendine en yakın ve miktar bakımından küçük sermayeye yön tayin ediyor. Tüketim tutkumuz yangına körükle gidiyor.