TRT'nin "Kasaba Doktoru" dizisinde "Başhekim Yalçın Aygün" ile şimdiye kadar üstlendiği iyi rollerin aksine kötü bir karaktere imza atan Sinan Albayrak, "İnsan tanıma merakı ise benim derdim, bunu en iyi tiyatroda, sinemada yaşarsın dedim. Tiyatro alanını biraz daha genişlettim dünyamda. Şimdi Yalçın karakteriyle belki orada, o ilk çalıştığım mekanda gördüğüm bir adamdan esinlenerek bir şekil çıkardım karşınıza. O insan manzaralarını karşınıza getirmek derdidir, bir oyuncu olarak yaptığım şey." dedi.
Albayrak, oyunculukta karakterlerini oluştururken faydalandığı bar güvenliği, yakın koruma ve mankenlik gibi, hayata ve insanlara merakla baktığı tehlikeli eski işlerini, Ankara Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarının ardından İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarındaki rotasına doğru kıvrılan tiyatro yolculuğunu AA muhabirine anlattı.
"Doktor Romantik" dizisinden uyarlanan Kasaba Doktoru dizisindeki Başhekim Yalçın Aygün karakteri
"Çekimler, yoğun gidiyor. İlk bölümlerde rahattım, sakindim. Hastanem evime daha yakın bir yerde. Böyle az ve öz bir rolüm vardı. İlerleyen bölümlerde kötülüğü biraz daha fazla kullanma kararı alındı. O yüzden Yalçın karakteri artık her yerde. Hatta ekibe de şakasını yapıyordum. Sette oturuyoruz, Yalçın'ın şöyle tepeden bakma hali var, artık normal halinde de böyle bakmaya başladım etrafa, hani aşağılayan küçümseyen bir tavırla. Tövbe estağfurullah. Çekimler çok keyifli gidiyor. Gerçekten uzun zamandır ilk defa bu kadar huzurlu ve birbirine arkadaş ya da birbirine karşı hemhal olabilen insanlarla bir aradayım. Allah bozmasın, keyfim yerinde."
"Açım, seyirci karşısına çıkmaya"
Adrenalin dolu gençliğinizde, bar güvenliğinden, yakın korumaya ve oradan da oyunculuğa geçişiniz nasıl oldu?
"Aslında zaten oyunculuk merakım yüzünden bar güvenliği ve yakın korumalığa geçmiş oldum. Küçük yaştan beri sporu yakinen takip eder oldum. Sonrasında çok tesadüfi bir şekilde bir mankenlik ajansının önünden geçerken 'Mankenlik, seyirci demek. Bir podyumda insanların arasında dolaşacağım.' diyerek kendimi denemek istedim. Onun öncesinde tiyatro sınavlarına girip çıkmışlığım var. Bir türlü kazanamıyorum. Üniversitede dil tarih fakültesine girdim olmadı. Açım, seyirci karşısına çıkmaya. Daha doğrusu kendimi tartmaya çok meraklıyım. Girdim ajansa. Gökhan vardı, şirketi sahibi. Oturduk, '3 ay eğitim alacaksın. Aylık şu kadar para vereceksin.' dedi. Klasik o para tuzaklarından aslında. Sonra bir hadise gerçekleşti orada. İçeriye silahlı birisi geldi mekana."
Gerçekten mi?
"Evet. Benim de orada bir müdahalem oldu o kişiye karşı. O müdahale sonrası durumu yatıştırdık. İkimiz tekrar baş başa kaldık. 'Ben sana 1-2 hareket göstereceğim. Hemen bu hafta podyuma çıkabilirsin.' dedi. Orada direkt podyuma çıkan yolu bulmuş olduk. İki defa podyuma çıktım. Yani nasıl denir, tavşan gibi kaçtım o ortamdan. Hiç bana göre bir ortam değildi, hiç benimseyemedim. Tamam, takım elbise giyersin dolaşırsın olayı ayrı da ortam bana hitap etmedi. Ama en azından seyirci karşısında nasıl bir duyguda olabileceğini anladım. Çok hoşuma gitti bu ve tiyatroya biraz daha ağırlık verdim bu süreçte. Fakat o yaşadığımız hadise sonrasında da o arkadaş beni başka bir yere tavsiye etti. 'Ağabey barmenlik yapar mısın, daha doğrusu güvenlik şefliği yapar mısın?' dedi. Mekanın işletmecisi de Çerkez'di. Ben de Çerkezim. Öyle Çerkez muhabbetinden sonra hiç aklımda yokken başlamış oldum. Sonra o işi biraz daha ileri boyutlara taşıdık yıllar içerisinde."
Tehlikeli şeyler yaşadınız mı barda?
"Evet, çalıştığım özellikle ilk başladığım yer, biraz daha, o bahsettiğim mafya karakterlerinin geldiği mekanlardı açıkçası."
Bir taraftan da çok iyi bir gözlem yeri gibi geliyor bana?
Sinan Albayrak: "Çok iyi bir gözlem yeri. Zaten işte bu işi çok sevmemin nedeni o oldu bir anlamda. Ben insan tanıma merakındayım. Hakikaten aşığım insan tanımaya. İnsan karakterlerine, çokluğuna, çeşitliliğine. O merakım biraz başımı belaya sokmadı değil o süreç içerisinde. Bazen böyle deforme vaziyette eve gelirdim. Rahmetli babam, "Oğlum ne alıyorsun oradan? Ben vereyim. Ne gerek var bu işleri yapmaya?" derdi. 'Baba bu para için yaptığım bir iş değil. İyi hissediyorum kendimi bu ortamda.' dedim. O süreç de öyleydi. Sonrasında deformasyonlar çoğalmaya başlayınca, artık bar güvenliğinden çıktım ben zaten. Artık daha profesyonelleşti diyeyim o işler. Fakat orada da süreç beni farklı düşüncelere götürmeye başladı. Çok sağlıklı bulmadım tekrar bulunduğum ortamı. İnsan tanıma merakı ise benim derdim, bunu en iyi tiyatroda, sinemada yaşarsın dedim. Tiyatro alanını biraz daha genişlettim dünyamda. Şimdi Yalçın karakteriyle belki orada, o ilk çalıştığım mekanda gördüğüm bir adamdan esinlenerek bir şekil çıkardım karşınıza. O insan manzaralarını karşınıza getirmek derdidir, bir oyuncu olarak yaptığım şey."
Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünde eğitime başlayıp İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarına devam etmişsiniz. Yıldız Kenter de hocanız olmuş. Allah rahmet eylesin, hem eğitim hem de kişisel olarak onunla nasıl anılarınız var?
"Evet, Onu tanıma şansına da erdim. Ben tiyatroya Ankara Sanat Tiyatrosunda başladım. Konservatuvara girmemiş, dil-tarih sınavını kazanamamışım. 4 sene uğraştım tiyatroya girmek için. Ankara Sanat Tiyatrosundan sonra Hacettepe sınavına girdim. Kazandım. 3. sınıftan sonra orada maalesef yönetimle alakalı durumlar oluştu. Benimle birlikte 3 öğrenci, 'istenmeyen öğrenci' olduk. İstanbul Üniversitesi ve İstanbul cenahı hocalarının da bu durumdan haberi vardı ve destek bulduk bu anlamda. Ben Hacettepe'den mezun olamayacağımı anlayınca yatay geçişle İstanbul'a geldim. Son senemde Yıldız Kenter'in öğrencisi oldum ve dedim ki; 'Hiçbir şeye bulaşmayacağım, hiçbir şeye muhaliflik yapmayacağım. Mezun olup gideceğim buradan. Derdim o olacak.' İlk yarı sözümü tutabildim. Bir de hayatımda ilk defa tiyatroda en iyi notu alıyorum. Hacettepe'de hiç sınıfın en iyisi olmadım ben ama İstanbul Üniversitesinde sınıfın en yüksek notunu aldım oyunculukta.
Yıldız hanım beni seviyordu. Fakat Yıldız Hanımın o zaman bilmediği ya da bilinmeyen şey şu idi; ben sabahları çok erken gelirdim okula. 6.00-7.00 civarında. Bir spor salonu vardı ve ben dersten önce hep spor, hareket yapardım. Sesi açar, bedenini ısıtırsın. Spora her zaman çok meraklı oldum. Ben bu çalışmaları yaparken alt sınıflardan, bale ya da müzik bölümünden öğrenciler dahil olmaya başladı, 'Ben de katılabilir miyim?' diye. Böyle 15-20 kişi haline geldik o ilk dönem. İkinci dönem başladı artık. Yani sabah 06'00'da 07.00'da insanlar geliyorlar ve spor yapıyoruz. Bedeni çalıştırıyoruz, sesi çalıştırıyoruz. Tiyatro öğrencileri diyafram çalışıyor. Bir gün Yıldız Hanım beni çağırdı, 'Yahu, sen sabahları bir şeyler yapıyormuşsun bu okulda.' dedi. 'Hocam spor yapıyorum, bedenimi ısıtıyorum dersten önce.' dedim. 'Ne yapıyorsun, nasıl ısıtıyorsun?' dedi. 'İşte hocam şu, şu tekniklerle çalışıyoruz, diyafram çalışması, ses eğitimi üzerine bu.' dedim. 'Ya sen kim oluyorsun da bunları yapıyorsun? Burada konservatuvarda biz ders vermiyor muyuz?' dedi. 'Yok Hocam, vermiyorsunuz.' dedim. 'Nasıl vermiyorum?' diye sordu. 'Hocam, diksiyon dersi yok İstanbul Üniversitesinde ama bizi diksiyondan sınıfta bırakabiliyorsunuz. Diyafram üzerine, ses eğitimi dersimiz yok.' dedim."
Gerçekten yok muydu?
"Yoktu. Konservatuvarda, İstanbul'da yoktu, Hacettepe'de vardı. Şan bölümünde de oyunculuk dersi yoktu. İstanbul Üniversitesinde. Onlardan da bana dahil olan öğrenciler vardı. Çok kızdı hoca. Ben de çıktım gittim. 'Eyvah, gene başımı belaya soktum. Tamam' dedim, açılışı yaptık. İstanbul Üniversitesine diksiyon dersi geldi ertesi sene, ses eğitimine ağırlık verildi. Benim o durumumun bir faydası oldu. Ama ben sınıfın en düşük notunu aldım o sezon sonunda. Biraz küstük Yıldız Hanım ile. Sonra sınıf arkadaşlarım Sanem Çelik'ler, birkaç isim daha vardı, bir gün hocaya yemeğe davetlilermiş sınıf olarak. Beni de çağırdı, 'Ben gelmem.' dedim. 'Gel işte barıştıralım sizi.' dedi. Gittik. Yıldız Hanım açtı kapıyı, herkes içeri girdi. En son ben kaldım. Bana tavır yapacak diye düşünüyorum. 'Gel buraya gel, eşek.' dedi. Böyle aldı içeriye. Allah rahmet eylesin. Gerçekten Yıldız Kenter, Cüneyt Gökçer, Çetin Tekindor gibi çok önemli tiyatro üstatlarından ders aldık. Ama sonrasında gelen genç kuşak çok daha ayrı donanımlara sahip olduğu için günümüzün oyunculuk yapısı içerisinde belki de daha etkin hale gelmemizi sağladı. O yeni ya da ufku biraz daha farklı yönlere bakan hocaların çalışmaları sayesinde."
Oyunculuktaki teknikler tabii her geçen yıl değişiyor sanırım. Yıldız Kenter hocanız daha klasik tiyatro yöntemlerinde çalıştırıyordu sizi sanırım öyle mi?
"Aynen, klasik tiyatro anlayışı, Stanislavski ekolü. Ama bir de Grotowski ekolü vardır. Mesela yoksul tiyatroya dönük bir çalışma tekniğini barındırır. Biraz daha oyuncunun kendi iç canavarını ortaya çıkarmak adınadır. Klasik tiyatroda duruşunuz, kostümünüz, replikleriniz vardır. Her şeyi anlatmanıza izin verir zaten bunlar. Grotowski tekniğinde ise kelimeleri alır senden, kostümleri de alır. Kelimeler olmadan, üzerindeki o seni anlatan kostüm olmadan bir paçavra giyersin diyelim ki, 'Anlat bakalım duygunu.' der sana o zaman. Ben sana 'Seni seviyorum.' derim ama duygum yoktur. Ama 'Seni seviyorumu o kelimeleri kullanmadan anlat bakalım.' dediğinde, fışkırsın içinden halidir o. Klasik tiyatronun dışındaki o akıma meraklı hocaların öğretileri de bize artı değer kattı."
"Şaşıfelek Çıkmazı bugün bir daha yapılamayacak bir iş"
1993'te sanırım ilk 'Ferhunde Hanımlar' ile başlayıp yine geçmiş dönemin özel projelerinden biri olan 'Şaşıfelek Çıkmazı' ile devam ettiniz. Şaşıfelek Çıkmazı'nda boomcu ve sesçi olarak çalışırken Mahinur Ergun tarafından 'Hadi gel dizide oyna.' teklifi gelmiş size, öyle mi?
"Evet, aynen öyle oldu. Önce Şaşıfelek'e nasıl girdiğimi hemen özet olarak geçeyim. Şaşıfelek Çıkmazı bugün bir daha yapılamayacak bir iş hem oyuncu kalitesi olarak hem oyuncuların şu anki maddi değerleri bakımından. Bunları bir araya getiren halinden dolayı hem de gerçekten o dönemin naifliğiyle alakalı söylüyorum bunu. Yazınsal anlamda, senaryo da dile getiriyor bunu.
Bir gün bir yolla TRT'ye gittim. Bir odaya girmiş oldum. Bağlantılarını unuttum. 'Ben TRT'de bir dizide çalışmak istiyorum.' dedim. Görüştüğüm kişi, 'Ne yapacaksın? dedi. 'Ne iş olsa yaparım.' dedim. 'Boomculuk yapar mısın?' dedi. Dedim 'Yaparım.' 'Tamam.' dedi. Anlaştık herhalde, Şaşıfelek Çıkmazı'nda boom'cu olacağım ben. Eve geldim. Ağabeyim de TRT'de. Ağabeyimin muhabbetiyle o görüşmeye gitmiş olabilirim tabii ki. Kameramandı. 'Ya ağabey ben boomcu olacakmışım, boom ne?' dedim. Güldü, 'Ses çubuğu, mikrofon tutacaksın.' dedi. 'Tamam ne olacak, bir mikrofon tutarım.' dedim. Meğerse ne kadar zor bir şeymiş o. Yani herkes oturur dinlenir ama boomcu her zaman ayaktadır. O uzun çubuk hep elinde."
Ama spor yapıyorsunuz, antrenmanlısınız öyle değil mi?
"Yani, antrenman kurtarmadı o işi. Alıştıktan sonra o kasları çalıştırmamışız fark ettim. Boomcu olarak başladım. Sonra bir karakter yazıldı diziye. 'Rafet' karakteri işte Almanya'dan gelmiş, emlakçılık yapan birisi. Ben de Almanya'dan gelmişim, Çerkezim, 'E'lerimde sorunlar var, hala da nükseder arada bir. Biraz konuşmam da melodi olarak farklı. O da dikkatini çekmişti Mahinur Hanım'ın. Oyuncu aranıyor falan. 'Sinan bir gelsene. Sen oynar mısın bu rolü?' dedi. Dedim, 'Zaten beklentim o. Keşfedin beni.' Mikrofonu arkadaşa emanet verdim, 'Böyle tutacaksın.' dedim. Rolü oynadım. Öyle başladık yavaş yavaş Şaşıfelek Çıkmazı'nda oynamaya. Ne güzel kadroydu ama değil mi?"
"Muhteşem bir kadroydu. Benim için de gerçekten en değerli rollerden birisiydi. Hatta belki de en değerlisiydi diyebilirim."
"İshak karakterim Arap dünyasında ve İsrail'de çok tanınıyor”
Tanımlamak gerekirse dişil bir rolünüz vardı orada değil mi?
"Doğru, evet. Aksiyon ve duygu alanımı, bedensel enstrümanımın sınırını keşfedebileceğim bir projeydi o. Bir dalgıç ama aslında mühendis. Karısını yitirmesinden dolayı ki maalesef çok işlenemedi dizi devam etmediği için. Böyle yabani bir pozisyona geçen bir adam. Bir baba, kızını töreler gereği maalesef Fırat nehrine bırakmak zorundadır. Bu dizi öyle başlıyor. Gelinliği ile üzerine takılı olan altınları ile Fırat nehrine bırakır. Fakat bir dalgıçla anlaşmıştır aslında. Dalgıç aşağıda bekler. O gelin, Nesrin Cavadzade Fırat nehrinin dibine inerken, bir regülatör ağza gelir, nefes bulur onu oradan çıkarır. Aslında anlaşma şudur; dalgıç İshak, kızı kurtardıktan sonra bir kulübe vardır, oraya bırakacaktır. Kızın altınlarını alıp gidecektir. Ama İshak öyle yapmaz. Altınları bırakır, kızı alıp gider. Çünkü kıza aşık olmuştur. Çok güzel bir karakterdi ve bir yol hikayesi aslında. Dizi Mert Fırat'la Nesrin'in aşkı üzerine devam edecekti ama anladığım kadarıyla İshak karakteri o zaman tuttu, beğenildi ve hikaye evrildi, kızla İshak'ın aşkına dönüştü ve bizim evliliğimizle noktalandı. Arap ve İsrail dünyasında da bu rol çok tanınıyor."
"Yunus Emre Aşkın Sesi", "Sultan Veled", "Sultanın Sırrı", "Eşrefpaşalılar", "Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım", "Her Şey Çok Güzel Olacak" adlı filmlerde de yer aldınız. Bu projenin içinde sizin için en önemli ve değerli diyebileceğiniz ve kendinize yakın bulduğunuz ve gerçekten çok sevdiğiniz bir iş oldu mu?
Sinan Albayrak: "Mazhar Alanson'un bana kafa attığı bir sahne var. Tabii ben de daha acemiyim orada, piyasada. Safım da. 'Oğlum sana bir kafa atacağım, lisedeyken bana bir kafa atmışlardı, o hınçla vuracağım oğlum sana.' dedi. 'Eyvah!' dedim. O sahne geldiğinde ben tedirginim. 'Kafa atma sahnesinde acaba gerçekten mi vuracak yoksa şaka mı yapıyor?' diye. Korka korka oynamıştım o sahneyi ve defalarca tekrar çekmek zorunda kaldık. Çünkü tam o kafa hareketi geliyor, ben refleks olarak geri çekiliyorum. En sonunda nihayet kurtardık paçayı. Etti, bayağı etti. Güzel bir ekip, güzel bir kadroydu, güzel film oldu hakikaten o da."
Peki tiyatroda en son belediye tiyatrosundan ayrıldıktan sonra Sedef Şahin ile "Dönme Dolap" oyununuz oldu 2019'da. Sonrasında neler oldu?
"Pandemi girdi araya maalesef. Sedef beni yıllar sonra yeniden keşfetti tiyatroda. Bakırköy Belediye Tiyatrosu ile ayrılma sürecinden sonra çok uzaklaştım. Küstüm tiyatroya. Daha doğrusu bürokrasiye küstüm bu anlamda. Bürokrasinin içerisinde tiyatro yapmaya belki de. Tiyatrodan da uzaklaştım. Biraz daha farklı yönlerden hayat gailesine düştük. Oradan uzaklaştıkça da korkun artmaya başlıyor tiyatroya karşı. Yani cesaretin kırılıyor. 'Tekrar seyirci karşısına nasıl çıkarım, ezber yapabilir miyim?' Büyük bir disiplin gerektiriyor gerçekten tiyatro."
"Çok şahane oyuncularımız var gerçekten"
Tiyatro ara verildiği zaman unutulan, tekrar başlamak için baştan çalışmayı gerektirecek bir yer midir?
"Bisiklet gibi değil aslında. O kadar kolay değil ama bir yerden sonra kesinlikle daha keyifli. Yeniden hatırlıyorsunuz. O ritim, o ezber hali, o sahnede duruş. Hakikaten sahne korkusu denen şey var. Onu yeniden duyumsayarak, duyuların yeniden uyanması, hatıraların yeniden gelmesiyle yeniden o eski tiyatro adamına dönüşmeye başlıyorsunuz süreç içerisinde. Çok şahane oyuncularımız var gerçekten Türk tiyatrosunda, televizyonlarımızda, sinemada. Oyunculuk anlamında da gerçekten kafası çok üstün, disiplin olarak da. Çok hayranlık duyuyorum.
Hem dizi hem tiyatro, ikisi bir arada çok zor. Yapımcılar da çok tercih etmiyorlar bunu. Çünkü dizinin programı belli olmuyor. Senin sahne gününe göre ayarlamak çok sıkıntı yaratabiliyor ya da prova saatlerine göre. Ama buna rağmen gerçekten maddi olarak çok vefaya ermiş oyuncular hala tiyatro yapmaya da devam edebiliyor. Yani mesele, tiyatroda para değildir hiçbir zaman. 'Diziden ben deli gibi para kazanıyorum ne işim var tiyatroyla?' haline girmiyor. Gerçekten özverili bir şekilde tiyatro yapıyor. Ben bu anlamda biraz daha bu bahsettiğim sıfatlardan geride kalıyorum. Bende de şu vardır mesela, yine bir hatıra olarak diyeyim, ben çalışma süreci bittikten sonra muhakkak dinlenmeliyim. Bana sinema filmi de gelse dizi de gelse, tiyatro da gelse o süreçte ben dinlenmeden ya da kendime gelmeden, kafamı rahatlatmadan o projeye gelemem.
Kaş'tayım. Tam tatilimin ilk günü ve gerçekten çok yoğun bir tempodan çıkmışım. Bütün senenin ağırlığı üzerimde. Deniz kenarına geldim bir tane iskelemiz var, atlıyorsun oradan denize. Büyük bir heyecanla, özlem duygusuyla denize kavuşacağım, tam atlama pozisyona geldim. Telefonum çaldı, arada kaldım. Açayım mı açmayayım mı? 'Dur, bir bakayım.' dedim. Açtım. 'Alo Sinancığım ben Haluk.' dedi. 'Hangi Haluk?' diyorum, bir yandan da anlamaya çalışıyorum anlayamıyorum da. 'Bir oyunumuz var da.' dedi. 'Ben şimdi denize atlayacağım da hangi Haluk?' diyorum tekrar. 'Haluk Bilginer canım.' dedi. 'Ne?' dedim. Ben hemen hazır ola geçtim tabii ki ve 'Buyur Haluk ağabey.' dedim. Bende numarası kayıtlı değildi. 'Sinancığım bir oyun yapacağız. Seninle çalışmak istiyoruz.' dedi. Yıllarca tiyatro yapmamışım o ayrı da Haluk Bilginer arıyor seni. 'Ağabey tabii ki, seve seve.' dedim. Büyük bir heyecan. Macbeth'ti oyun. 'Ağabey ne zaman?' diye sordum. "Sinancığım bu hafta başlıyoruz." dedi. Ben bir iskeleye, bir Kaş'a baktım. 'Ağabey beni affet. Başka bir proje olursa ne olursun bir daha düşünür müsün beni?' dedim. "Tabii ki Sinancığım." dedi. Maalesef işte o keyif halimden dolayı dahil olamadım. Bir daha Haluk Bilginer'le çalışma fırsatı yakalar mıyım? Bilmiyorum. İnşallah yakalarım buradan sesleniyorum.
Haluk ağabey ben hala buradayım. Maalesef öyle çok iş kaçırdım, dizi de, sinema da. Hırslı değilim. Bahsettiğim şey aslında o oyunculuk alanında. Ben oyunculuğu gerçekten keyif alarak yapmak zorundayım, tadıyla yapmak zorundayım. Ama bunu büyük bir açlıkla yapmıyorum. 'O rolü de oynayacağım, bunu da yapacağım.' Bu yok bende. Ben biraz daha sakinim, biraz daha ihtirasım ya da hırsım bu anlamda bastırılmış. Yermek adına söylemiyorum. Oyuncuysan ihtiraslı ve hırslı olmak zorundasın zaten. O beni biraz tetikliyor."
Peki Sedef Şahin ile olan "Dönme Dolap" ne kadar zaman sonra oldu?
"Bir gün aradı beni. 'Ağabey ben Sedef Şahin.'diye kendisini tanıttı. Bizim Sedef, ekrandan tanıyoruz en azından. 'Ağabey böyle bir oyun var.' Ben hemen reddettim zaten. 'Yok, lütfen bağışla. Yapamam.' dedim. Sonra bir daha aradı. Bir kurt attı aklıma. 'Niye olmasın?' dedim. 'İki kişilik oyun. Ağabey prova saatlerini sana göre ayarlarız. Seni yormayız, sıkmayız.' dedi. Panikledim aslında. Hani o ezber, 2 kişilik oyun ya yani kolay bir şey değil. On kişilik oyun olur, sana on tane replik düşer, ezberlersin, rolü hazırlarsın ama burada baba bir rol var yani. O kadar güzel ikna etti ki beni. 'Tamam, bir buluşalım, okuyalım karşılıklı. Eğer elektrik tutarsa oynarız.' Bu arada baba-kızı oynuyoruz oyunda ama başında baba-kız olduğunu bilmiyor adam. Kız biliyor. Oyunun sonuna doğru baba-kız oldukları ortaya çıkıyor. Okuduk, baktık birbirimize 'Oldu galiba.' dedik, başladık. Hakikaten minnet borçluyum ona. Maalesef pandemiden sonra herhalde 20 küsur oyun oynayabildik sadece. Oyuna devam edemedik. Ama o şimdi başka bir isimle devam ediyor oyuna."
İkinci isminiz Taymin. Çerkezce ve anlamı 'Gökten gelen rahmet.' demekmiş. Doğru mu?
"Bulut manasında. Rahmet, yağmur ya da bereket ihsan eden manasında."
Çerkezlerde bir kafa tutma, devrimci bir ruha sahip olma gibi bir algı var benim kafamda. Nasıldır Çerkezler? Almanya'da doğmuşsunuz. Ne kadar zaman yaşadınız bilmiyorum. Ama kültürel bir karma yaşadınız mı? Hangi kültür daha çok içinize nüfuz etti?
"9 yaşına kadar yaşadım Almanya'da. Hani Almancı denirdi."
"Çerkezlik, Türklük, Müslümanlık hepsini alıp kendi kimliğimle varım diyebilirim"
Hatta Alamancı denirdi. Babanız işçi imiş galiba değil mi?
"Evet Alamancı. Babam ilk giden işçilerdendir. Duvar ustasıydı babam, Allah rahmet eylesin. Kimlik olarak ben Çerkezliğimi muhtemelen Türkiye'ye döndükten sonra öğrenmeye başladım. Almanya'dayken öyle Çerkez, Türk, Kürt, Müslüman, Hristiyan çok ayırt edemiyorsun. Çocuksun yani. Türkiye'ye döndükten sonra yavaş yavaş kimlikler ortaya çıkmaya başladı. Çeşitli kimlikler var önümde. Oradan sevdiğinden, buradan sevdiğinden alıyorsun ve kendi öz kimliğini oluşturuyorsun sonuç itibarıyla. Çerkezliğin sevdiğim unsurları, müziğe meraklı, biraz daha savaşçı ruha sahip, Türkler gibi. Bu toprakların, Anadolu'nun insanı gibi Kafkas insanı. Ama Çerkez ulusları, Kafkas ulusları daha doğrusu çok daha büyük ya da daha uzun süreli ve daha yıkıcı savaşların içerisinde bulunmuş. Asimilasyona uğramayla alakalı da kimliklerine daha fazla sarılma ihtiyacı duymuşlar. Bu şovenizme gittiği noktada yanlış ama öz kimliğini korumak, kültürden bahsediyorsun. Kültürüne sahip çıkmak çok önemlidir. Kültürünü kaybetmeden bulunduğun toprakların yapısı içerisinde kendini nasıl inşa ettiğin önemli. O anda ben Çerkezlik, Türklük, Müslümanlık hepsini alıp kendi kimliğimle varım diyebilirim. Bu kimliği benimsiyorum."
Hayatınızın geneline baktığınızda en büyük sevinciniz ve kızgınlığınız ne oldu?
"Çok his sayarsınız oradan. Kızgınlık değil, burukluk hissedersiniz daha çok. Kaybettiklerimize dairdir bu. Bende öyle daha doğrusu. Geçenlerde aklıma geldi mesela. Babam Ankara'da ben İstanbul'da. O son yıllarımızda, ben İstanbul'dan Ankara'ya geldiğim zaman niye babamın yanında telefonlaydım. Bunu çok sorgulamaya başladım ya da sorguladığım zamanlar oldu. Saatlerimizi ömrümüzü buraya veriyoruz ya. Sevdiğin insanlasın, gelmişsin İstanbul'dan babanın, annenin yanına. Bunu yapmışım maalesef. Keşke şunu bıraksaymışım da babamı biraz daha zorlasaymışım. 'Baba hadi biraz yürüyüşe çıkalım. Baba bir tavla atalım mı seninle? Baba hadi arabaya atlayalım seninle memlekete gidelim. Köyümüze gidelim, bir yad edelim o günleri.' deseymişim. Allah'a şükür, yapmadım değil. Bunları yaptım babamla. Ama kaybettiğin insanı düşündükçe o anılarının daha çok olmasını arzu ediyorsun. Keşkeler daha çok oluyor oraya doğru. Sorunuzun cevabı bende bu olur. Hani daha çok vakit geçirseydim sevdiğim insanla."
"Yaşama hala devam eden insanlarımız, sevdiklerimiz var. İşte bu keşkelerimizi oraya artık yoğunlaştırmamız gerekiyor."
Yeni bir sinema projeniz var mıdır?
"Var. Ne kadar oldu? Bayağı da oldu çekeli. Kadir Doğulu ile bir sinema filmi yaptık. Orada da değişik tipte karşınızda olacağım eğer vizyona girerse. İlginç bir film. 'Mithat' filmin adı. Bir apartmanda geçen cinayet örgüsü anlatılıyor."
"Kadir'in canlandırdığı rol olan Mithat ile Kadir Doğulu'yu kimse böyle görmedi. Benim oynadığım karakterin de büyük sürpriz yaratacağını düşünüyorum"
Gerilim türünde öyle mi?
"Gerilim ama absürt bir gerilim. Kara komedi diyelim daha doğrusu. İlginç bir film ve farklı bir teknikle, farklı bir çekim anlayışıyla çekildi. Yönetmeni Süleyman Arda. Ya gerçekten 'Bu ne ya, çok enteresan film olmuş.' diyecek insanlar ya da 'Olmamış.' da diyebilirler. Sınırda bir film olacak."
Ne zaman çektiniz ve ne zaman vizyona girecek?
"Pandeminin başlarında çektiğimiz bir film. Eylül ya da ekim deniyor şu anda. Çok enteresan bir film olacak gerçekten. Kadir'in canlandırdığı rol olan Mithat ile Kadir Doğulu'yu kimse böyle görmedi. Daha doğrusu Türk sinemasında böyle bir karakter görülmedi. Bu anlamda heyecanlıyım. Benim oynadığım karakterin de büyük bir sürpriz yaratacağını düşünüyorum. Beni tanıyan ya da beni izlemiş olan insanlar tarafından da hiç izlememiş ama filmde o karakteri görüp finalde karşılaştığı hikayeden dolayı gerçekten şaşıracaklar. Merakla beklenmesi gereken film diyorum. Reklam da yapmış olayım buradan."
Son olarak söylemek istediğiniz iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
"Hayat çok kısa. Küçücük dertlerle, dağ gibi sorunlarla boğuşurcasına yorulmaya hiç gerek yok. Dünyada o kadar büyük dertler var ki. Gerçekten yanı başımızdaki sıkıntılar bizim aslında çok rahat aşabileceğimiz, içine gömülmeyi gerektirecek ağırlıkta sorunlar değil. Sorunları biraz daha böyle küçük görmekte fayda var diyorum. Hayat çok daha büyük sorunlarla dolu.