11 gün süren İsrail-Filistin krizinde etkisiz bir "büyük güç" performansı sergileyen ve söylemsel olarak saldırgan taraf olan İsrail'in yanında duran ABD yönetimi, ilk büyük Orta Doğu sınavında geçer not alamadı.
İsrail'in Mescid-i Aksa'da ramazan ayında Filistinlilere yönelik saldırılarıyla başlayıp Gazze'nin bombalanmasıyla devam eden süreç, Joe Biden yönetiminin ilk yılında karşılaştığı en önemli diplomatik meydan okumalardan biri olarak kayıtlara geçti.
Dış politikada odak noktasını Çin ve Rusya'ya karşı Hint-Pasifik ile Doğu Avrupa'ya kaydırma planları yapan Biden yönetimi, bir anda kendini, görece olarak ağırlığını azaltmak istediği Orta Doğu'nun gerçeklik duvarının karşısında buldu.
Donald Trump'ın tamamen İsrail lehine yeniden oluşturmaya çalıştığı ikircikli "barış sürecinin" etkileri halen devam ederken yeni yönetim, iki devletli çözüm söyleminin sadece söylemde kaldığında ne kadar boş bir kavram olduğunu son krizde anlamış olmalı.
İsrail'in kendini bölgede var etme biçiminden kaynaklı "üstünlükçü" yaklaşımını Washington'da "var olma" ve "kendini savunma hakkı" olarak tartışmasız şekilde meşrulaştıran ABD'li karar vericiler, Filistin konusunda bir kez daha çuvalladı.
65'i çocuk en az 230 Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılarla ilgili açıklama yapan tüm ABD'li yetkililer, ortak bir dille hiçbir şekilde İsrail'i kınamadılar, hemen tüm açıklamalarında Hamas'ı kınadılar, İsrailli ve Filistinli sivillerin hayatlarını kaybetmesinin trajedi olduğunu dile getirdiler.
Benzer şekilde tüm yetkililer, yine ortak bir dille, bölgedeki şiddetin sona ermesi için ABD'nin "sessiz ve yoğun" bir diplomasi trafiği yürüttüğünü ifade ettiler.
Biden yönetimi, İsrail savaş uçakları, içinde AP ile Aljazeera'nın ofislerinin de olduğu Gazze'deki Cela Kulesi'ni yerle bir ettiği zaman dahi İsrail'i kınamadı, sadece basın mensuplarının güvenliğinin önemli olduğunu söylemekle yetindi.
Tüm bu söylemsel hengame içinde ABD yönetimi dünyaya aslında şu mesajı vermiş oldu: "Ben, aralarında 65 çocuğun da olduğu 230 Filistinli sivil de öldürülse, medya binası da vurulsa, haksız yere Filistinliler evlerinden de çıkarılsa İsrail'i kınamam, kınamayacağım."
Esasen tek bir kelimeye (kınamak) takıldığım için bu vurguyu yapmıyorum; diplomatik olarak bu bir pozisyon beyanıdır ve Biden yönetimi sanki Filistinli çocuklar çatışma ortasında kalıp hayatlarını kazara kaybetmişler gibi İsrail saldırılarını kınamaktan her seferinde imtina etti.
İlk günden itibaren dünyaya barış, insan hakları ve demokrasi vaazı veren Biden yönetiminin, söz konusu olan Filistinlilerin hayatları olunca (en azından söylemsel olarak) sınıfta kaldığı çok açıktır ve tarih bunu "çocukların öldürülmesini kınayamayan yönetim" olarak yazacaktır.
Öte yandan Biden yönetiminin sürekli "sessiz ve yoğun diplomasiye" vurgu yapan açıklamalarının da tartışmaya açık olduğu görülüyor çünkü sahadaki duruma bakınca ABD'nin ateşkesteki etkisinin beklentilerin altında olduğu ortaya çıkıyor.
Biden yönetimi kuşkusuz ateşkes için çok çaba göstermiş, Filistin ve İsrail taraflarının yanı sıra Mısır, Ürdün, Katar ve Suudi Arabistan gibi bölgedeki Arap ülkeleriyle yakın temas halinde olmuştur. Fakat sürecin gelişimine bakıldığında ABD istediği için değil, İsrail'in saldırılarını sürdürmesinin anlamsızlığı net bir şekilde ortaya çıktığı, öte taraftan da Hamas cephesinde Mısır'ın etkisiyle ateşkese varıldığı anlaşılıyor.
Nitekim İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Cuma sabahı başlayan ateşkesten 3 gün önce Biden'ın ateşkes yönündeki çağrısına kulağını tıkamış ve hedeflerine ulaşıncaya kadar saldırılarına devam edeceğini vurgulamıştı.
Biden yönetimi elbette ateşkesten bir pay alabilir fakat ABD yönetimi bizden, 11 gün süren kriz boyunca açıktan İsrail'e destek verirken "kapalı kapılar ardından İsrail'e dur dediğine" inanmamızı bekliyor.
Beyaz Saray Sözcüsü Jen Psaki, ateşkesten 4 gün önceki basın toplantısında ısrarlı sorulara rağmen "evet ateşkes çağrısı yapıyoruz" diyememişti. Benzer şekilde BM Güvenlik Konseyinde ortak ateşkes çağrısı yapılmasına yönelik girişimler yine ABD tarafından engellenmiş, Biden yönetimi BM'de ateşkes çağrısı dahi yapmadan ateşkesi sağlamak için çalıştığına inanmamızı beklemişti.
Dolayısıyla bu süreçte İsrail'in bir noktaya geldiği için durduğunu, Hamas'ın da zaten durmaya niyetli olduğunu (ki ilk ateşkes teklifini Hamas yapmış fakat İsrail bunu reddetmişti), sonuçta ABD yönetiminin etkisinin sınırlı olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Bu süreçte dünyada istediği desteği bulamayan İsrail'e aslında belki de en büyük cevap, şu an ABD'de iktidarda olan Demokratların arasındaki Kongre üyelerinden geldi.
Biden yönetimi ilk günden itibaren "İsrail'in kendini savunma hakkını destekliyoruz" söylemine sarılsa da Demokratların önemli isimlerinden Senatör Bernie Sanders ile Temsilciler Meclisindeki vekillerden Rashida Tlaib, Ilhan Omar, Alexandria Ocasio-Cortez, Mark Pocan ve Marie Newman gibi terakkiperver isimler açık şekilde İsrail'i eleştirdi ve Filistin'e destek verdi.
Demokratların en hareketli ve aktif kanadı olan terakkiperver Demokratlar bu süreçte Biden yönetimini "İsrail'e koşulsuz destek vermek", "İsrail'e koşulsuz silah satmak" ve "Filistinlilerin insan haklarını göz ardı etmekle" eleştirdi.
Bu yolda gerek Senatoda gerekse Temsilciler Meclisinde birkaç farklı oturumda canlı yayınlarda İsrail'i ve Biden yönetimini eleştiren bu isimler, İsrail ile Hamas arasında derhal ateşkes sağlanması ve ABD'nin İsrail'e kısa süre önce onay verdiği 735 milyon dolarlık güdümlü füze satışının durdurulması için de farklı tasarılar sundular.
Aynı şekilde Senatoda 20 senatör Biden yönetimine mektup göndererek acil ateşkes için yönetimin konuya el atması gerektiğini belirttiler.
Bu isimler aynı zamanda çok sayıda Twitter paylaşımı yaparak ve çeşitli basın yayın kuruluşlarına çıkarak bu eleştirilerini belki de ilk kez bu denli yüksek sesle dile getirdiler.
Ateşkesin sağlanmasının ardından ana akım ılımlı Demokratlarla daha sola yakın terakkiperver Demokratlar arasındaki Filistin çatlağının nereye evrileceğini zaman gösterecek fakat şurası kesin ki İsrail konusunda muhtemelen iktidarda olan bir parti içinde daha önce bu denli ayrışma yaşanmamıştır. Dolayısıyla henüz ABD yönetiminin İsrail'le ilgili karar alma süreçlerini etkileyecek düzeyde olmasa da Kongre içindeki İsrail aleyhtarı bu gruplaşmanın daha sonraki süreçlerde de etkisini göstermesi beklenmelidir. - Netice; İsrail kaybetti, Biden yönetimi zayıf not aldı
Elbette 11 günlük krizde İsrail'in saldırılarında 65'i çocuk 230 Filistinli sivilin, Hamas'ın roket atışlarıyla da 12 İsrailli sivilin hayatını kaybetmiş olması asıl kayıptır. Ateşkesin ardından Gazze'deki insani kriz de İsrail'in Şeyh Cerrah'ta yapmaya çalıştığı hukuksuz el koyma işlemleri de devam ediyor.
Ancak işin siyasi ve uluslararası ilişkiler boyutuna baktığımızda İsrail'in belki de uluslararası kamuoyundan ve Batı ülkelerindeki meydanlardan en fazla tepki aldığı süreç bu son saldırılar oldu.
İsrail'in Kongredeki en güçlü savunucularından ikisi olan Demokratların Senato Çoğunluk Lideri Chuck Schumer ile Demokrat Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi dahi (Biden'dan önce) bu süreçte ateşkes çağrısı yapma ihtiyacı hissetti.
ABD'nin hemen tüm büyük kentlerinde yüz binlerce kişinin katıldığı büyük gösteriler yapıldı, benzer şekilde Avrupa'da da bu gösterilerle Filistin'e destek verildi.
Özetle İsrail, 11 günlük saldırılarını uluslararası kamuoyu nezdinde meşrulaştıramadı ve saldırılarına devam etmenin artık aleyhine işlediğini mecburen görmeye başladığı yerde ateşkes ilan etti.
Diğer yandan Şeyh Cerrah'taki hukuksuz el koymalar ve Mescid-i Aksa'da namaz kılan Müslümanlara yönelik polis şiddetini görmezden gelip söylemini "İsrail'in kendini savunma hakkına" yaslayan Biden yönetimi de İsrail'in insan hakları ihlallerini artık klişeleşmiş "Hamas" mazeretiyle örtmeye çalıştı.
ABD yönetimi daha cesur davranıp önce söylemsel olarak insan hakları bağlamında bir pozisyon alabilir ve mesela Mescid-i Aksa'daki İsrail polisinin şiddetini kınayabilirdi. Benzer şekilde çocukların ölümüne neden olan İsrail'in saldırılarını da kınayabilirdi. İsrail'in kendini savunma hakkı olduğunu her fırsatta dile getirdikten sonra bir kere de "Filistinlilerin de kendini savunma hakkı var, onlar da insan" diyebilirdi.
Fakat tüm bunların yerine Biden yönetimi, ansızın ve hazırlıksız yakalandığı anlaşılan bu krizden kötü bir insan hakları sınavı vererek çıkmıştır.
Trump'la kıyaslandığında elbette Biden yönetimi İsrail-Filistin meselesinde ehvenişer konumundadır fakat bu kadar bariz orantısız güç kullanan ve Filistinlilerin insan haklarını hiçe sayan İsrail'in eylemleri karşısında Biden yönetimi öyle etkisiz kalmıştır ki Demokratlar arasında bile hatırı sayılır düzeyde tepkiyle karşılaşmıştır.
Şimdilik sona eren krizin ardından Biden yönetiminin cevaplaması gereken çok önemli iki soru bulunuyor; bunlardan biri ABD yönetimine göre İsrailliler gibi Filistinlilerin de insan haklarına sahip olup olmadığı, ikincisi de İsrail gibi Filistin'in de kendini koruma hakkı bulunup bulunmadığı.