Analiz: Çevrelerken kuşatılan süper güç: ABD
'ABD topraklarını hedef alan 11 Eylül 2001'deki saldırılara karşı Washington yönetiminin Afganistan ve Irak'ın işgaliyle verdiği yanıt, 10 yıl boyunca Yemen, Doğu Afrika ve Afganistan'da ABD ile yapacakları savaşa hazırlanan El-Kaide militanlarının dünyanın dört bir yanına dağılmasına hizmet etti.'

Oluşturma Tarihi: 2021-09-10 13:54:56

Güncelleme Tarihi: 2021-09-10 13:54:56

MEHMET A. KANCI

Birinci Dünya Savaşı ile küresel düzeye yükselen jeopolitik mücadelenin aradan geçen yüzyılı aşkın sürede bizlere öğrettiği bir şey varsa, o da kendi döneminin süper gücü olan ülkelerin uygulamaya koydukları politikalar yoluyla hedefledikleri faydalar ile ellerine geçenin birbirinden çok farklı olabileceği gerçeğidir. 11 Eylül saldırılarını takiben ABD'nin uygulamaya koyduğu politikalar ve bunların neticesinde Afganistan'ın 20 yıllık bir mücadelenin finalinde Taliban'a terk edilmesi, jeopolitik sahada "öngörülmesi mümkün olmayan sonuçlarla" yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu bir kez daha ispat etti.

ABD topraklarında 11 Eylül 2001'de düzenlenen saldırılar, 1941'deki Pearl Harbor saldırısı gibi Washington yönetimine, mesafenin güvenlik için yeterli garantiyi temin etmediğini hatırlattı. Nitekim yine 1941'de Japonya'ya karşı yaptıkları gibi, Beyaz Saray'dakilerin aklına ilk gelen "başarılı bir sürpriz saldırıya uğrayan ülkenin elindeki tek seçenek hemen saldırıya geçmektir" fikrinden ibaret oldu. ABD yönetiminden muhtemelen hiç kimse 11 Eylül 2001'e gelen tarihsel süreçteki sebep sonuç ilişkilerini inceleme ihtiyacı duymamıştı. Kronolojik olarak incelendiğinde El Kaide ve lideri Usame bin Ladin'i karşımıza çıkaran olayların SSCB'nin Afganistan'ı işgalinden ibaret olmadığını görürüz.

Dünya El-Kaide ve 11 Eylül'e nasıl geldi?

Bu sürecin köşe taşlarını sıralayacak olursak, sömürgeci emperyalizme İslam coğrafyasında duyulan tepki, bağımsızlıklarının ardından Pakistan ve Hindistan arasındaki rekabet, SSCB'nin Afganistan'ı işgali hakkında ABD yönetiminin abartılı tahminleri, İran devrimine karşı Irak lideri Saddam Hüseyin'in kışkırtılması, ABD'nin Suudi Arabistan petro-dolarları ile SSCB'ye karşı giriştiği çevreleme politikası ile Afganistan'ı Moskova'nın Vietnam'ı haline getirme ihtirası, ABD'nin Irak'ın işgaline karşı topladığı koalisyonla Suudi Arabistan'a ayak basması, Sovyet işgalinin sona ermesiyle amaçsız kalan Afganistan'daki mücahit gruplarının yeni bir hedef ile varlıklarını sürdürme gayretlerinin iç içe geçmiş bir sebepler dizisi halinde El-Kaide'nin doğumunu hazırladığını görebiliriz. Bu yapboz parçaları bir araya getirildiğinde, 11 Eylül saldırılarının, bugün Afganistan'da yaşananlar ve "küresel teröre karşı 20 yıldır devam eden mücadelenin" sebebi değil, yalnızca El Kaide'nin yolculuğunun bir ara durağı olduğunu söylememiz mümkün.
İnternet günümüzde sınırsız miktarda bilgiye saniyeler içerisinde ulaşmamızı sağlıyor gibi görünse de "hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" yani bireyler ve toplumların unutkanlığı, tarihsel olaylardan doğru sonuçların çıkarılması önünde hala bir engel teşkil etmektedir. El-Kaide'nin Birinci Körfez Savaşı ve Afganistan ile kesişen yolculuğu Arap Yarımadası-Doğu Afrika-Güney Asya üçgeninde 1992'de başladı. El-Kaide ve lideri Usame bin Ladin, 9 yıl boyunca ABD topraklarında yapacakları saldırı için aslında bütün işaretleri verdi. Ancak Washington'daki savunma ve istihbarat mekanizmaları, bir Orta Çağ şatosunun etrafındaki hendekler gibi gördükleri Pasifik ve Atlantik Okyanusu'nu aşacak hiçbir terörist örgütün ABD topraklarında kitlesel bir kıyıma girişebileceği gerçeğini bu 9 uzun yıl boyunca ihtimal olarak değerlendirmedi. Doğu Afrika-Arap Yarımadası-Güney Asya üçgeninde başlayan küresel terör

Somali'ye sevk edilmek üzere 1992'de Yemen'in Aden kentindeki otellerde konaklayan ABD askerlerini hedef alan ancak sonuçsuz kalan bombalı saldırılar, El-Kaide'nin ilk eylemiydi. El-Kaide lideri Bin Ladin, bu saldırıdan bir yıl önce Somali'nin yanı başındaki Sudan'a yerleşmişti. 1993'te aralarında sivillerin de bulunduğu 300'den fazla Somalili ile 19 ABD askerinin öldüğü "Mogadişu Muharebesi", Washington'ın deniz aşırı topraklarda asker konuşlandırmaya karşı mesafeli politikalar üretmesinin de başlangıcı oldu. (Nitekim Ağustos 2021'de NATO'nun Kabil'den çekilişi sırasında ABD askerlerinin sivillerin tahliyesi için havalimanının dışına çıkmaması da ABD Başkanı Joe Biden'ın yeni bir "Mogadişu Kabusu" yaşamak istememesi olarak gerekçelendirildi.)

El-Kaide New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne ilk başarısız saldırı girişimini 1993'te gerçekleştirdi. Bombalı araçla yapılan saldırıdan beklenen sonuç alınamasa da bu tecrübeyle elde edilen bilgiler, terör örgütünün 2001'deki saldırı planlamasının ana hatlarını teşkil etti. 1995 ve 1996'da Suudi Arabistan topraklarındaki ABD askerlerini hedef alan ve bombalı araçların kullanıldığı 2 saldırı düzenlendi. 19 ABD askerinin öldüğü el-Huber Kuleleri'ni hedef alan saldırıdan uzun yıllar boyunca İran sorumlu tutulmuş olsa da 11 Eylül saldırılarının ardından yürütülen soruşturmalarda Suudi Arabistan yönetiminin bu saldırıyı konjonktür icabı İran'ın üzerine yıkmaya çalıştığı ve Usame bin Ladin başta olmak üzere ülkesinin vatandaşları ile bu eylem arasında bağ kurulmasını engellemeye çalıştığı şüphesi doğdu. El-Kaide'nin bir sonraki ortaya çıkışı 1998 yılında Tanzanya ve Kenya'daki ABD büyükelçiliklerine yapılan saldırıyla gerçekleşti. Bu saldırılarda 224 kişi yaşamını yitirdi. ABD bu saldırıların ardından da Afganistan'ın işgalinde olduğu gibi hızlı misilleme uğruna hatalar içeren bir adım attı.

Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, ülkesinin büyükelçiliklerine bombalı araçlarla 7 Ağustos 1998'de düzenlenen saldırılara, 20 Ağustos'ta "Operation Infinite Reach" kod adlı füze saldırısıyla yanıt verilmesini onayladı. Bu operasyon aynı zamanda ABD'nin devlet dışı silahlı bir yapıya karşı "önleyici saldırı" kavramını ilk kez kullanışı oldu. Hint Okyanusu'ndaki ABD donanma unsurları Afganistan'daki El-Kaide kamplarını, Kızıldeniz'deki ABD savaş gemileri de Usame bin Ladin'in kimyasal silah edinmesine yardım ettiği öne sürülen Sudan'daki eş-Şifa ilaç fabrikasını füze saldırısıyla vurdu. Her 2 saldırı da sonuçları itibarıyla skandala dönüştü. 4 ABD savaş gemisi ve bir denizaltıdan fırlatılan 60'dan fazla füzenin El-Kaide kamplarında yol açtığı can kaybının 50'yi dahi bulmadığı anlaşıldı. Sudan'da vurulan eş-Şifa fabrikasının da kimyasal silah üretme kapasitesi olmadığı ilerleyen süreçte ortaya çıktı.

ABD'nin kendileri hakkında hiçbir fikri olmadığına bu operasyonla ikna olan El-Kaide, 2000 yılında Aden limanında USS Cole savaş gemisine patlayıcı yüklü botla saldırdı. Saldırıda 17 Amerikalı denizci öldü, gövdesinde delik açılan gemi uzun süre tamirattan geçirildi. El-Kaide saldırılarının şiddetini 8 yıl boyunca istikrarlı şekilde artırırken ne ABD ne de dünyanın geri kalanı, Usame bin Ladin'in fitilini ateşlediği süreçle, terörizmin küresel bir boyut kazandığını fark edemedi. 11 Eylül 2001'de ABD topraklarını hedef alan saldırılara karşı Washington yönetiminin Afganistan ve Irak'ın işgaliyle verdiği yanıt, 10 yıl boyunca Yemen, Doğu Afrika ve Afganistan'da ABD ile yapacakları savaşa hazırlanan El-Kaide mensuplarının dünyanın dört bir yanına dağılmasına hizmet etti. ABD, 20 yıl sonra terk etmek zorunda kalacağı topraklara sefere çıkarken Pandora'nın Kutusu'nu da açmıştı. ABD Afganistan'ı işgal ederken neredeyse hiç çatışmadan ortadan kaybolan Taliban üyeleri ülkeyi geri alacakları 20 yıllık bekleyişlerine başlarken, El-Kaide mensubu teröristler ise Orta Asya, Güneydoğu Asya, Afrika kıtasının tamamı ile Avrupa'ya yayılmak için yola çıktı. Terörizm, ABD sayesinde küresel yolculuğuna başlamıştı. Washington, neşter vurulmaması gereken bir tümöre müdahale etmiş ve terör kanserini her kıtaya bulaştırmıştı.

ABD ordusu Bin Ladin'in saklandığına inanılan Pakistan sınırındaki Tora Bora Dağları'ndaki mağaraları beyhude yere arşınlarken, dünyanın geri kalanı El-Kaide terörüyle tanışıyordu. Tunus, Endonezya, Mısır, Kuveyt, Türkiye, İngiltere, İspanya, Fas gibi ülkeler ilk kez El-Kaide terörünün hedefi olurken, Suudi Arabistan ve Kenya'nın aralarında bulunduğu bazı ülkeler tekrar bu tehditle yüzleşmek zorunda kaldı. 2011'de Usame bin Ladin'in Pakistan'da saklandığı evde bulunup öldürülmesi de El-Kaide etrafında şekillenen yeni tip küresel terörizmin önüne geçmeye yetmedi. ABD'nin Irak'ı işgali, El-Kaide etrafında şekillenen bilgi birikimini Orta Doğu'ya taşıyacak kapıyı açmıştı. Bu kapıdan geçerken DEAŞ adını alan ikinci kuşak terörizm, Suriye iç savaşından da yararlanarak bir süre Mezopotamya bölgesinde hakimiyet kuracak seviyeye ulaştı. Örgütün kurucusu Ebu Musab ez-Zerkavi'nin 2006'da ABD tarafından öldürülmesi, bin Ladin örneğinde olduğu gibi DEAŞ'ı da durdurmaya yetmedi.

Bin Ladin'in mirası Filipinler'den Moritanya'ya kadar ayakta

Usame bin Ladin'in geride bıraktığı miras günümüzde El-Kaide'ye ya da DEAŞ'a biat etmiş gruplar aracılığıyla Filipinler'den Batı Afrika ülkesi Moritanya'ya kadar uzanan 13 bin kilometreden uzun bir hat üzerinde etkisini sürdürüyor.

DEAŞ'a biat etmiş gruplar Afrika'nın güneyindeki Mozambik'te doğal gaz sahalarını, Nijerya'da ise petrol sahalarını tehdit ediyor. El-Kaide bağlantılı gruplar ise Cezayir, Tunus ve Somali'de genç işsizlik, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık yardımıyla kök salmaya devam ediyor. ABD'nin yaşadığı başarısızlığın bir benzerini Mali'de yürüttüğü "Barkhane Operasyonu" ile tadan Fransa 2014'te başlayan operasyonu 2022'nin ilk çeyreğinde noktalama kararı aldı. 2022 yılından itibaren yalnızca Afganistan merkezli Orta, Güney Asya ve Orta Doğu değil, Sahraaltı Afrika ve Batı Afrika, ABD ve Fransa'nın terörizme karşı küresel mücadele sloganıyla başlayan, hezimetle sonuçlanan ve yüksek ihtimalle terörün yeni boyutlarıyla yüzleşecekleri günlere hazırlanıyorlar.

ABD'nin değişen tehdit algıları ve öncelikleri

Afganistan'ı terk ederken Taliban'ı DEAŞ/H terör örgütü ile baş başa bırakan ABD'nin pek yakında Irak ve Suriye'deki muharip güçlerini azaltma hatta sıfırlama eğiliminde olduğu anlaşılıyor. Barack Obama'nın başkanlığının ilk döneminde gündeme gelen, ABD'nin deniz aşırı topraklarda üs ve asker bulundurma politikasının terk edilmesine yönelik eğilim hayata geçiyor. Biden yönetimi, 20 yılda Afganistan'a harcanan 2 trilyon doların üzerindeki parayı 2022'den itibaren ABD'nin altyapı yatırımları için kullanacağı yeni bir dönemi başlatmayı hedefliyor.

Washington yönetimi, Dışişleri Bakanı Antony Blinken'ın göreve geldikten sonra ifade ettiği şekilde dünyaya askeri müdahaleler yoluyla demokrasi ihraç etmeyi rafa kaldırıyor. Küresel iklim değişikliğiyle mücadele, yeni salgınlara karşı sağlık altyapısının güçlendirilmesi, ABD genelindeki 32 bin kilometre otoyol ve 10 bin köprünün yenilenmesi, konut sorununun çözümü, tıbbi hizmet ve eğitime muhtaç vatandaşlara bu hizmetlerin ulaştırılması ve iç terörizmle mücadele Biden yönetiminin öncelikleri haline gelecek. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa toprakları için Marshall Planı ile yürüttüğü imar çalışmasının bir benzerini gelecek 3 yılda 6 trilyon doları aşan bir bütçeyle kendi topraklarında uygulamaya hazırlanıyor.

Dünyanın geri kalanı ise ABD'nin neşter atarak tüm vücuda yaydığı kanser tümörüne karşı mücadelede kendi çözümlerini üretmeleri gerektiği gerçeğiyle artık baş başa. ABD'nin 1991'de askerlerini Suudi Arabistan'a taşımasıyla başlayan ve 11 Eylül terör saldırılarıyla zirve noktasına ulaşan yanlışlar zinciri, Taliban'ın dönüşüyle yeni bir dönüm noktasına geldi. Birleşmiş Milletler'in esamisinin okunmadığı, NATO'nun ise sahneden çekilmeyi tercih ettiği bu dönüm noktasında Avrupa, Asya ve Orta Doğu ülkeleri Afganistan'ın çevresine terör ve göç ihraç eden kara deliğe dönüşmesini önlemek için ABD'siz bir formül geliştirmek için kayda değer bir şans yakaladı. Afganistan'da ABD'den bağımsız tesis edilecek bir çözüm, uluslararası ilişkilerde dengelerin yeniden belirleneceği Washington'ın da öngöremediği bir dünyanın kapılarını açabilir.

[Gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]

*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak verilmiştir. Bu makalede yer alan görüşler yazarına aittir.