İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri
İran ve Ermenistan bağının sıradan, stratejik ve taktik düzeyde bir bağ olmadığını düşünüyorum. Belki ilk bakışta dikkât çekmeyen, ama üzerinde düşündükçe gerek İran, gerek Ermenistan'ın iç yapıları arasında bir dizi sürekliliğin ve benzerliğin olduğu fark edilebilir.
İran 1979'daki İslâm Devrimi'nden bu tarafa “kapalı” bir rejim tarafından idâre ediliyor. Ermenistan da bu kaderi paylaşıyor. Gerek Sovyet geçmişi, gerek postsovyet devirleri îtibârıyla Ermenistan'ın da durumu farklı görünmüyor. İran'da “Nizam” olarak bilinen teopolitik yapılar, Ermenistan'da ise “Klan” örgütleri bu kapalılığın menbâları olarak işâretlenebilir. Her iki toplum da derin bir “sıkışıklık” içinde. Daha Reagan devrinden başlayarak İran, Batı kampının baskısını görüyor. Bugün İran'daki nüfusun mühim bir oranı, ambargo altındaki bir İran'da doğdu. Zâten otokratik-teopolitik yapılar üzerine binâ edilen İran'da, “sıkışmışlık” rejimi orta vâdede meşrûlaştıran bir unsur olarak işlemiştir. Buna bir de uzun sürmüş Irak Savaşı'nın tesirleri eklendiğinde tablo daha berrak anlaşılabilecektir. Hülâseten, gördüğü baskı ve yaşadığı “sıkışılma”, zâten “kapalı” esaslar üzerine inşâ edilmiş İran rejimini orta vâdede pekiştiren bir tesir doğurmuştur.
Lâkin son senelerde, “baskı-kapanma” arasındaki bu denklem, bilhassa petrol fiyatlarının düşmesinden sonra işlemez hâle sürüklenmiştir. Devrim heyecânı yaşamayan yeni nesillerin gözünde bu denklemin manâsı aşınmaya başlamıştır. Bugün İran'da nüfûsun kâhir ekseriyetinin rejimden memnun olmadığı artık biliniyor. Seçimlere katılımın %50'yi bile bulmaması bunun göstergesidir. Sandığa gitmeyen %50'den fazla seçmen, dahası 5 milyon geçersiz oy rejimin meşrûiyetini büyük ölçüde kaybettiğine delâlet eder.
Bu siyâsetten soğuma işini anlayabilmek için zenginlik-fakirlik kriterlerine bakmak lâzım gelir. İran'daki siyâsetten soğumanın, bir zamanlar Batı kamuoylarında olduğu üzere zenginleşmenin fonksiyonu olmadığı âşikâr. Batı'daki siyâsetten soğuma refah artışını, buradan da sistemik bir gücü gösteriyordu. Ama İran'da artan yoksullaşma ve sistemden umut kesmeyi anlatıyor.
Rejim de bunun farkında. Hâtemî'den bu tarafa bir “Reformcu-Muhafazakâr” bölünmesinin yaşandığını da “elde bir” biliyoruz. Ama son seçimi bu dikotomiye oturtarak açıklamak son derecede yanlış olacaktır. Reisî, evet ilk bakışta muhafazakâr kanattan geliyor intibâını veriyor. Ama en az onun kadar, hattâ ondan daha fazla muhafazakâr adaylar da vardı. Reisî'yi onların arasında parlatan kriter, muhafazakârlık yarışındaki performansı değildi. Reisî bir muhafazakâr olarak kazanmadı. Muhafazakâr damar, mücâdeleyi dayatıcı muhafazakâr tematikler üzerinden kazanamayacağını, kazansa da bunun bir mânâ taşımayacağını gördü.
Bu seçimde “açıklık” iddiasını taşıyan “reformcu” damar ile “muhafazakâr” damar; yâni “özgürlük” ile onu “bastırmaya” mâtuf damar yarışmadı. Nizam aklı, bu seçimde faz değiştirdi ve taşını başka bir kareye, “restorasyon” karesine sürdü. Reisi'nin bir hukukçu olarak sicili de buna işâret ediyordu. İdâre ettiği vakıflarda herhangi bir yolsuzluğun olmaması, İran seçmeninin ona güven duymasını pekiştiren bir unsurdu. Anlaşılıyor ki, fakirleşen ve kapalı rejimin içindeki rüşvet, irtikap vb. yozlaşmışlıklardan bıkmış belli bir vasattaki İran seçmeni, son umut Reisî'ye sarıldı.
Burada akla şu soru gelebilir: Neden reformcuların adayı Himmetî, başarılı olamadı? Esasta “reform” ve “restorasyonun” çatıştığı yerde kim kazanır sorusudur bu? Cevâbı kesin olmayan, bizzât olgunun kendisine bakarak cevaplanabilecek bir soru… Açık olan İran'da, reformcu süreç, veyâ adayların kalibreleri seçime katılmayan büyük bir kitleyi cezbetmedi. Meydan reformcuları dışladı, restoratöre ise olanca genişliği ile açıldı.
Ermenistan seçimlerinin neticeleri çok şaşırtıcı oldu. Karabağ savaşını Azebaycan'a karşı kaybeden Paşinyan seçimi kazandı. Pek çok çevre bunu “târihe aykırı bir durum” olarak değerlendirdi. Hem savaşı kaybedeceksin hem de seçimi kazanacaksın, olacak iş değildi. Bir defâ daha anlaşıldı ki, sosyal olayların tabiat gibi kanunları yoktur.
Paşinyan bundan evvelki zaferini %75 civârında bir oyla ezici bir şekilde kazanmıştı. Elbette bu oranı bir daha yakalamayacağını kendisi de biliyordu. Bütün derdi, erimenin ne oranda olduğuydu. Bunu somut bir şekilde görebilmesi zor olmadı. Gösteriler esnasında sokağa dökülenlerin dağılımı kaba bir gözlemle Paşinyan lehine bir çoğunluğun hâlâ var olduğunu ortaya koyuyordu. Ordunun muhtırası ise onu demokrasiyi savunan bir çizgiye getirdi ve bu desteği alabildiğine pekiştirdi. Karşısındaki Klan ittifâkının iktidarları devrinde yaşanan, büyük bir fakirleşme ile biten iç talan, yolsuzluklar ve yozlaşmışlıklar en kararsız olan Ermeni seçmenlerini, ”ehven-i şer“ bir tercihe zorlayıp Paşinyan'a yaklaştırıyordu.
Hâsılı Paşinyan'ın kazanacağı âşikârdı. Tabiî ki bu zafer onu ne kadar ayakta tutacak, bilinmez. Hatırdan çıkarmamak gerekir ki Ermenistan'da, tıpkı İran'da olduğu gibi seçime katılım %50'nin altında kaldı. Bu hesâba göre, reel olarak Paşinyan, Ermeni seçmenlerin sâdece %27-28 bandında kalan kısmının oylarıyla iktidâr oldu. Bu da zaferinin ne kadar kırılgan olduğunu göstermektedir.
Dış şartlar da Paşinyan'ın lehineydi. Eğer Klan, Koçaryan'ı, Sarkisyan'ı ile kazansaydı, Ermenistan halkını yeni bir maceraya itecekti. Dahası bu koyu milliyetçi ittifâkın söyleminde sâdece Türk düşmanlığı değil, Rusya'ya dönük tepkiler baskın hâle gelmekteydi. Kafkaslar'da statükoyu isteyen Rusya'nın da bu ittifaktan pek memnun olmadığı ortadaydı. Ermenistan'da askerî kontrolü neredeyse mutlak olarak elinde bulunduran Rusya, kolu kanadı kırık da olsa Paşinyan'ı bir istikrar unsuru olarak gördü. Buna karşılık olarak Paşinyan'ın ilk açıklamaları Rusya'ya teşekkür etmek ve ilişkilerini geliştirmek kararlığını vurgulamak yolunda oldu. Batı ise, başta ABD ve Fransa olmak üzere Paşinyan'a alternatif kimseyi bulamadı. Paşinyan'ın zaferini, Rusya'nın kontrol kaybı ve Ermenistan'da Batı tesirinin artışı gibi değerlendirenlerin yanıldığı kanaatindeyim. Tam tersine Paşinyan, farklı sâikler üzerinden de olsa her iki dünyanın da desteğini çekti.
İran'da seçmen restorasyona oy verdi demiştik. Pekiyi Ermenistan'da halk neye oy verdi? Bu soruyu cevaplamak kolay değil. Belki soruyu Ermeniler neye oy vermedi olarak tevil etmek yerinde olur. Şurası çok açık ki, Ermenilerin birinci derdi sıkışmışlığı, dünyadan tecrit edilmişliği aşmak. Buna Ermenistan'ın kuruluş ilkelerinden başlıcası, uzlaşmaz Türk düşmanlığı engel oluyor. Bu da Türkiye kapısının kapanmasına yol açıyor. Diğer iki kapı Gürcistan ve İran. İran zaten kendisi kapalı. Elinde dünyaya açılmak için Gürcistan kalıyor. Ama bu çok zayıf bir bağ. Kaynaklar açısından yeterli değil. Diaspora'dan gelen kaynaklar ise iç talanda eşitsiz olarak iç yağmaya uğruyor. Bunun Ermeni halkına fazlaca bir faydası olmuyor. Bu şartlar altında Azerbaycan ile savaşa girmek gibi akılsızca bir teşebbüste bulunmak süreci en dramatik boyutuna taşıdı. Ermeni halkı artık macera istemiyor. Onun için maceracıları kesin olarak yenilgiye uğrattı. Bu oran seçimlere katılmayan %50 ile Paşinyan'a destek veren %27 ile birlikte değerlendirilmeli. Hâsılı Ermenilerin %80'ine yakını maceracılığa hayır diyor.
Ermeniler iki şeyi eş anlı istiyor. İlki dünyaya açılarak ekonomik fakirliği ortadan kaldırmak, ikincisi, tıpkı İran'da olduğu gibi iç yağmayı sonlandırmak. İlkini başarmasının diaspora paralarıyla olmayacağı artık anlaşılıyor. Bunun somut adımı bölgesel işbirliğini geliştirmekten geçiyor. Ama bunun da hayâta geçmesi için, aklını başına alıp kuruluş temellerini gözden geçirmesi, değiştirmesi; hiç değilse yumuşatması gerekiyor. Ancak bu sûretle taslağı Türkiye Cumhuriyeti tarafından çizilen Kafkasya 6'lısı projesine uyum göstermesi Ermenistan'ın tek çıkış yolu. Paşinyan'ın bunu görüp, riskli de olsa bu adımları atması gerekiyor. Eğer dönüştürücü bir lider olarak evvelâ Ermenistan'ın, daha sonra da bölgenin tarihine geçmek istiyorsa başka çıkış yolu görünmüyor. İzleyecek ve göreceğiz…
Yeni Şafak