Şinasi Gündüz, “Doğu Türkistan'da yaşanan zulüm ve Urumçi katliamı” başlıklı makalesinde, Urumçi katliamının 12. yıldönümünde, Uygur Müslümanlarına tüm dünyanın gözleri önünde yapılan zulmün kültürel bir soykırım boyutuna ulaştığına dikkat çekiyor.
Çin'de Komünist Partisi'nin 100. kuruluş yıldönümü kutlanırken Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'da Uygur Müslümanlarına yönelik baskı ve asimilasyon politikası tam gaz devam ediyor.
5 Temmuz 2009'da Urumçi'de asimilasyona, baskıya, şiddete ve zulme karşı ses vermek amacıyla üniversite öğrencileri öncülüğünde bir araya gelen binlerce Müslümanın katledilmesinin üzerinden 12 yıl geçti.
Çin yönetimi gerek bu katliamı gerekse Uygur Müslümanlarına uyguladığı baskı, şiddet ve asimilasyon politikasını reddediyor. Ancak gerek bölgeden gelen haberler gerekse ülkelerinden sürgünde yaşamak zorunda bırakılanların anlattıkları, yaşananların tam bir etnik temizlik ve kültürel soykırım olduğunu gösteriyor.
Yaşananlara dair haberlere ve hazırlanan bazı raporlara bakıldığında, Uygur Müslümanlarına karşı gerek dini gerek etnik bir baskı ve asimilasyon politikası uygulandığı anlaşılıyor.
Başörtüsü ve sakal gibi İslami simgelerle oruç tutmanın yasaklanması ve belirli yaş gruplarıyla sosyal grupların camiye girmesinin sınırlanması gibi durumlar da dahil Uygur Müslümanlarının inanç ve ibadet özgürlüklerine karşı getirilen yasaklar ve sınırlamalar, Çin yönetiminin bölgede İslam'ın yaygınlığını kendisine bir tehdit olarak gördüğünü gösteriyor. Bu nedenle yalnızca kültürel bir anlam ifade etse bileİslam'ı çağrıştıran görüntülere karşı mücadele yürütüyor.
Komünist iktidar döneminde Çin'in genel anlamda pozitivist materyalist felsefeyi temel aldığı ve bu doğrultuda dinlere karşı bir tutum izlediği biliniyor. Özellikle Mao dönemi devlet marifetiyle dinlere adeta savaş açıldığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir.
Bunun bir istisnasının Konfüçyanizm olarak da adlandırılan Ruizm olduğu görülüyor. Komünizm döneminde dinden ziyade felsefi, ahlaki bir yapı olarak değerlendirilen Ruizme gösterilen bu toleransın, hatta devlet desteğinin altında, bu dinin Çin'in geleneksel milli bir dini olması yanında, yöneticiye itaati, toplumsal düzen vurgusunu ve yöneten ile yönetilen arasındaki itaat ilişkisini vurgulayan bir ahlak felsefesini ön plana çıkarması yatıyor. Materyalizmi ve ateizmi esas alan yöneticiler, Konfüçyanizmi Çin halkının milli bir kültür birliği etrafında bir arada tutulmasında kullanışlı bir araç olarak gördüğünden bu dine toleransla yaklaşıyor.
Diğer taraftan Mao sonrası dönemde Çin yönetimi tarafından dini özgürlüklere genel anlamda vurgu yapılmakla birlikte, özellikle Uygur Müslümanlarına yönelik baskı ve takibatın devam ettiği de bir vakıadır.Bu doğrultuda işgal altında tutulan Doğu Türkistan'da halkın yani Uygurların kahir çoğunluğunun bağlı olduğu İslam kültürü karşıtı bir politika izleniyor.
İşgal altındaki Uygurların Çin kültürü içinde asimle edilmesi önünde Müslüman kimliği ayrıştırıcı bir engel olarak görülüyor. Bu nedenle de Arapça yazı karakterinden Müslüman isimlerin kullanılmasına, cami ve mescitlerden İslami eğitim merkezlerine İslam'la ilgilineredeyse tüm değerlere ve kurumlara karşı bir mücadele yürütülüyor.
Uygur halkına karşı yürütülen bu asimilasyon politikasındaki en önemli ayağı, halkın dini ve milli değerlerinden uzaklaştırılması ve halka Çin siyasal ve kültürel değerlerinin kabul ettirilmesi çabası oluşturuyor. Bu doğrultuda eğitim ve entegrasyon adı altında organize edilen kamplarda yaşamak zorunda bırakılan halka yönelik sosyal mühendislik projeleri uygulanıyor. Çeşitli uluslararası haber kaynaklarının verdikleri bilgilere göre sayısı milyonlarla ifade edilen Uygurlu halk, zorla tutuldukları bu toplama kamplarında resmi Çin ideolojisi doğrultusunda eğitiliyor.
Bir diğer ifadeyle Uygurlar, Çin işgaline karşı zararlı dini ve etnik düşüncelerinden arındırılıp ehlileştirilmeye çalışılıyor. Buna direnenlere ya da bu karşı çıkanlara ise her türlü baskı ve işkence reva görülüyor.
Konuya ilişkin basına yansıyan verilere bakıldığında, bu baskı ve takibata bağlı olarak gözaltına alınan ya da zorunlu sürgüne tabi tutulanların çocukları, devlet korumasına alınmak bahanesiyle ailelerinden,akrabalarından ve yurtlarından koparılıyor. Çin ideolojine göre bir zihin yapısıyla yetiştirilmek üzere çeşitli merkezlerde toplanıyor. Parçalanan ailelerin yeniden bir araya gelmelerine de müsaade edilmiyor.
Bundan başka Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'da 20. yüzyıl ortalarından bugüne Çinliler lehine demografik bir dönüşüm projesi uygulanıyor. Bu projede bir taraftan toprak reformu, göç politikası ve yeni yerleşim birimleri marifetiyle bölgede Çinli nüfus artırılırken bir taraftan da yerli Müslüman nüfus kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Nitekim basına yansıyan verilere göre, 20. yüzyıl ortalarında bölgedeki Çinli nüfusun yerli nüfusa oranı yalnızca yüzde 3, 5 civarı iken bu oran günümüzde neredeyse yüzde elliye ulaşmış vaziyettedir. Bunun yanında çocuk sınırlaması ve zorla kürtaj gibi uygulamalarla yerli halkın nüfus olarak çoğalması da engelleniyor.
Çin'in yörede yürüttüğü bu baskı ve asimilasyon politikasını meşrulaştırdığı gerekçe çok tanıdık… Ayrılıkçı ve aşırılıkçı akımlara karşı mücadele etmek.
Aslında bu sihirli (!) gerekçe, yalnızca Doğu Türkistan'da değil, Filistin'den Burma'ya, Hindistan'dan çeşitli Avrupa ülkelerine dünyanın birçok bölgesinde Müslüman halka ve azınlığa karşı yürütülen baskı ve şiddet politikalarında kullanılıyor. Hatta İslam dünyası diye adlandırılan coğrafyada bile birçok despotik yönetim, halkına karşı uyguladığı zulmü ve istibdadı İslami aşırılığa karşı mücadele kılıfıyla meşrulaştırıyor.
Güç ve iktidarı elinde bulundurmanın genel geçer yegâne haklılık aygıtı olarak kabul edildiği ve adeta kurtlar sofrasını andıran uluslararası arenada Çin de baskı ve zulme dayalı kendi politikasını meşrulaştırmak için böylesi bir gerekçenin ardına saklanıyor.
Esasen Doğu Türkistan'da olup bitenler çok tanıdık… Zira benzeri uygulamaların işgal altındaki diğer topraklardaki yerli halka yönelik yapıldığı biliniyor. Öyle ki Siyonist İsrail işgali altındaki Filistin'den yine Çin işgali altındaki Tibet'e bu zulüm ve asimilasyon dalgası devam ediyor.
Tıpkı Siyonist güçlerin işgal ettikleri Filistin topraklarını ve Kudüs'ü tamamıyla ele geçirme, işgali kalıcı hale getirme açısından kendilerine karşı tehdit oluşturduğunu düşündükleri her şeyi yok etmeye çalışmaları ve bunları şeytanlaştırmaları gibi Çin de işgal ettiği topraklarda aynısını yapıyor.
Peki bu zulüm, baskı ve kültürel soykırım politikasını dünya görmüyor mu? Görüyorsa nasıl karşılık veriyor?
Çıkar ve menfaat ilişkilerinin ön plana çıktığı uluslararası ilişkilerde Doğu Türkistan'da yaşanan hadiseler bu bağlamda ele alınıyor. Dolayısıyla küresel güçler arasındaki menfaat birlikteliği ya da menfaat çatışması gibi durumlar böylesi hadiselerde ülkelerin pozisyonlarını belirliyor.
Son zamanlarda başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere bazı Batılı güçler, Çin'in Uygur Müslümanlarına yönelik bu eylemlerini şiddetle kınayan açıklamalar yapıyor. Fakat bu tutumun arka planında yapılan zulme karşı çıkıp hak ve hakikatin yanında yer almaktan ziyade, gittikçe büyüyen küresel bir dev haline gelen Çin'i kendi hegemonyası karşısında önde gelen bir tehdit olarak görüp, böylesi eleştirilerle Çin'i köşeye sıkıştırmak düşüncesi ağır basıyor.
Zira aynı Batılı ülkeler, örneğin Filistin'de yaşanan benzeri zulüm ve baskıyı görmüyor, görmek istemiyor. Bu konuda üç maymunları oynamak bir tarafa, işgalci apartheid rejiminin yanında saf tutuyor. Dolayısıyla Batı ülkelerinin Doğu Türkistan halkının yaşadığı zulüm karşısında samimiyetinden söz etmek pek mümkün görülmüyor.
Son olarak, İslam dünyasının yapılan bu zulüm karşısında nasıl bir tavır aldığına değinmek de önemli…
Gerçi mevcut siyasal yönetimler ve iktidar yapıları dikkate alındığında, zulüm ve haksızlık üzerine kurulu cari dünya düzeninden ve bu düzenin siyasal ve kültürel hegemonyasından bağımsız bir İslam dünyasının olmadığı bir vakıa…
Dolayısıyla genelde İslam dünyası, göbekten bağlı olduğu küresel güçlerin pozisyonuna göre kendisine bir pozisyon belirliyor. Yükselen siyasal, ekonomik ve hatta askeri bir güç olarak Çin'i karşılarına almaktan ve kızdırmaktan çekinerek üç maymunları oynuyor. Kısacası, günübirlik siyasal ve ekonomik çıkar ve menfaat hesapları İslam dünyasındaki yönetim mekanizmalarını zulme karşı çıkmaktan, zalime zalim mazluma mazlum demekten alıkoyuyor.