AB'nin atası konumundaki Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu 1952'de kurulurken, İngiltere davet edilmesine karşın bu yapıda yer almamayı tercih etti.
"Üzerinde güneş batmayan" Britanya İmparatorluğu, tasfiye sürecindeydi ama kendisini hala küresel bir güç olarak gören ülkenin yöneticileri yine de eski sömürgelerinden oluşan İngiliz Milletler Topluluğunu ve ABD'yi kendileri için daha cazip ortaklar olarak düşünüyordu.
Ülke, AB'ye doğru ikinci önemli adımı teşkil eden Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) 1957'de kurulduğunda da aynı gerekçelerle mesafesini kordu.
Ancak 1961'e gelindiğinde, Soğuk Savaş'ın da kızışmasıyla, İngiltere kendisini birleşme sürecindeki Avrupa kıtasının yanı başında yalıtılmış hissetmeye başladı. Üstelik birleşik Avrupa projesi, ABD'nin de desteğini almış, İngiliz Milletler Topluluğuna üye ülkeler bile kıtayla yakın ilişki kurmak için sıraya girmişti.
DE GAULLE VETOSU
Dönemin Muhafazakar Partili Başbakanı Harold MacMillan, bu ortamda ülkesinin Avrupa konusundaki tutumunu değiştirdi.
AET'ye üyelik için önce 1961'de ardından da 1967'de başvuran İngiltere, her iki seferde de Charles de Gaulle liderliğindeki Fransa tarafından veto edildi.
İkinci Dünya Savaşı'nı sürgündeki Fransız hükümetinin lideri olarak İngiltere'de geçirmesine karşın de Gaulle, bu ülkenin "Avrupa projesine karşı derin bir düşmanlığı" olduğu görüşündeydi.
De Gaulle'in 1969'da istifasıyla İngiltere'nin AET üyeliğinin önündeki en önemli engel ortadan kalkmış oldu ve taraflar, üyelik müzakerelerine başladı.
SANDIKTAN AB ÜYELİĞİ ÇIKTI
Dönemin Muhafazakar Partili Başbakanı Ted Heath, 1973'te nihayet İngiltere'nin AET üyeliğine imza atan isim olurken, gelecekteki sorunların habercisi sayılabilecek şekilde "Topluluk kurumlarını ülkelerin bireyselliğine saygı içinde geliştirmenin hayal gücü gerektireceği" görüşünü dile getirecekti.
İngiltere, Birliğin oluşma sürecinin ilk 20 yılının dışında kalmış, o süreçte Avrupa projesi ulusüstü kurumlaşma, ortak tarım politikası ve bütçe gibi İngiltere'nin ileriki yıllarda şikayetçi olacağı özellikler kazanmıştı.
İngiltere'de iktidarın İşçi Partisi'ne geçmesiyle, yeni başbakan Harold Wilson, kendi partisinde AB ile ilgili görüş ayrılıklarının da baskısıyla, üyelik koşullarını yeniden müzakere etmeyi denedi. Süreç, 1975'te AB üyeliğinin referanduma sunulmasıyla sonuçlandı.
Sandıktan çıkan sonuç, yüzde 33'e karşı yüzde 67 ile AB üyeliğinden yana oldu. Ancak referandum, oy oranlarındaki büyük farka rağmen İngiltere'de Avrupa konusundaki fikir ayrılıklarını bitirmedi.
AB TARTIŞMALARI, DEMİR LEYDİ'Yİ İSTİFAYA SÜRÜKLEDİ
Referandum sürecinde, AB üyeliğinden yana kampanya yürüten müstakbel başbakan Margaret Thatcher, 1979'da iktidar koltuğuna oturduğunda liderliğini yaptığı Muhafazakar Parti içindeki AB kutuplaşması da artmıştı.
Thatcher, 1990'a kadar süren başbakanlığında, ortak para birimi fikrine ve gücün AET kurumlarında temerküz etmesine karşı çıkışlarıyla gündeme geldi.
Ancak partisindeki AB yanlıları, sertliği ve kararlılığıyla "Demir Leydi" lakabını almış Thatcher'ı 1990'da istifaya sürükleyecek kadar güç kazanmıştı. Ülke, aynı yıl Thatcher'ın çekincelerine karşın Avrupa Döviz Kuru Mekanizmasına dahil oldu.
AYRICALIKLI ÜYELİK
Thatcher'ın halefi John Major, 1992'de yaşanan ve tarihe "Kara Çarşamba" diye geçen kur krizinde, İngiliz sterlinini Avrupa Döviz Kuru Mekanizmasından çekmek zorunda kaldıysa da; AET'yi AB haline getiren Maastricht Anlaşması'na yine aynı yıl imza koyan başbakan oldu. Bununla birlikte İngiltere, anlaşmanın para birliğini öngören düzenlemesinin dışında kalmayı seçti.
Major partisi içindeki AB karşıtlarının Maastricht Anlaşması'nı gerekçe göstererek kendisi hakkında gittiği güvensizlik oylamasını az farkla da olsa atlatmayı başardı ama partisi iktidarı uzun süre koruyamadı.
İşçi Partisi, 1997'de Tony Blair liderliğinde iktidara gelince, ilk icraatlarından biri Avrupa'da ortak para birimini nihayi biçimde reddetmek oldu.
1990'lar AB'nin 4 temel sütununu teşkil eden kişilerin, malların, hizmetlerin ve paranın serbest dolaşımını öngören ortak pazarı teşkil ederken; İngiltere burada da ayrıcalıklı bir konum almak için müzakereyi sürdürdü.
İngiltere, AB projesinin temel unsurlarından olan ve üye ülkeler arasında sınır kontrollerini kaldıran Schengen Alanı'nın dışında kalmayı seçti.
Ülkenin yanı sıra İrlanda Cumhuriyeti de temelleri 1985'te 5 Avrupa ülkesinin imzaladığı Schengen Anlaşması'yla atılan ve 1999'da Amsterdam Anlaşması'na dönüşerek bütün AB üyelerini kapsayan düzenlemenin dışında kalmayı tercih etti.
İngiltere, AB üyeliği boyunca kolluk ve adalet alanlarında da Birliğin muhtelif düzenlemelerinin dışında kaldı ve aldığı tartışmalı kararlar defalarca Avrupa Adalet Divanından geri döndü. Bu nedenle, Avrupa Adalet Divanının dışında kalmak, Brexit sürecinde önemli bir tema olarak varlığını sürdürdü.
Blair, Avrupa anayasasını referanduma götürme sözü verdi ancak Fransa ve Danimarka'nın anayasayı reddetmesiyle bundan vazgeçildi.
"AVRUPA ŞÜPHECİLERİ" GRUBUNUN ŞİKAYETLERİ ARTTI
AB'nin Schengen ve ortak para birimi gibi temel kurumlarının dışında kalmasına karşın, İngiltere'de "Avrupa şüphecileri" diye adlandırılan grubun şikayetleri azalmadı, aksine arttı.
Özellikle Doğu Bloku ülkelerinin AB'ye üye olmasıyla artan göç ve 2008 ekonomik krizi, bu düşüncelerin ülkede yaygınlaşmasına yol açtı.
Aşırı sağ siyasetçi Nigel Farage'ın liderliğindeki AB karşıtı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi'nin (UKIP) 1990'lardaki 100 bin oyluk tabanını 2010'da 920 bine, 2015'te 3 milyon 890 bine taşımayı başarması da ülkedeki ana akım siyaseti baskı altına aldı.
"KÜRESEL İNGİLTERE" İÇİN BREXIT
2012'de yayımladığı makaleyle "Brexit" kelimesini dolaşıma sokan "British Influence" adlı düşünce kuruluşunun Başkanı Peter Wilding, İngiltere'nin AB'de liderliğe oynaması gerektiğini savunuyor ve bunda başarısız olunması halinde, işlerin "Brexit"e doğru kayacağı uyarısında bulunuyordu, öyle de oldu.
İngiltere'nin AB içinde ve lider rolünde olması gerektiğine inananlar ile AB bürokrasisinin boyunduruğundan kurtulup, "bağımsız" İngiltere'yi "küresel" yapmayı isteyenler arasındaki mücadele, ülkenin üyelikten ayrılmasına giden yolu açtı.
Ülkeyi saran Brexitçi atmosfer, 2013'te dönemin Başbakanı David Cameron'ı AB üyeliğini referanduma götürme sözü vermeye itti. Seçmen tabanını, UKIP'e kaptırmaktan endişe eden Cameron, bu vaadin de etkisiyle 2015'te yapılan genel seçimde az farkla ama tek başına iktidar olmayı başardı.
23 Haziran 2016'da yapılan AB referandumundan bu kez yüzde 48'e karşı yüzde 52 ile Brexit kararı çıktı.
BREXIT YARIN İŞLEME GİRİYOR
İngiltere, 3 yılı aşkın sancılı müzakere sürecinin ardından yarın (31 Ocak) yerel saatle 23.00'te AB'den resmen ayrılacak. Bunu tarafların gelecekteki ilişkisinin belirleneceği 11 ay sürmesi öngörülen yeni bir müzakere süreci izleyecek.