İran'da kurak geçen bahar ve yaz aylarının yol açtığı susuzluk sorunu ülke gündemini yoğun şekilde meşgul etmeye devam ediyor. Sivil Savunma Kurumu Başkanı General Gulamrıza Celali'nin şaşkınlıkla karşılanan ve ülke içinden de tepki çeken açıklamaları olayın boyutlarını gösteriyor. Celali temmuz ayının başında yaptığı açıklamada “İsrail ve komşu ülkelerden biri, İran'a giren yağmur bulutlarını yağmaması için kısırlaştırıyor. Bunun yanı sıra bulut ve kar hırsızlığıyla karşı karşıyayız” ifadelerini kullanmıştı.
Gerçekten de Irak ve Afganistan gibi komşu ülkeleri de etkileyen kuraklığın toplu göçler gibi büyük sorunlara yol açacağından korkuluyor. Nitekim daha şimdiden ülke içindeki farklı şehirler arasında su çatışmaları meydana geliyor ve Afganistan, İran ve Irak arasındaki ortak su alanlarıyla ilgili baraj bombalama tehdidine varan polemikler yaşanıyor. Sonuçsuz diplomasi
Bununla birlikte İran açısından bu yazın oldukça sıcak geçecek olmasının doğal iklim şartlarından daha farklı nedenleri bulunuyor ve bunların başında ABD Başkanı Donald Trump'ın 12 Mayıs'ta açıkladığı Nükleer Anlaşmadan çekilme kararının ardından duyurduğu yeni yaptırımların etkileri geliyor. Trump'ın ardından ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da 21 Mayıs'ta İran'a yönelik 12 maddelik sert koşullar öne sürmüş ve bu şartları yerine getirmemesi durumunda İran'ın ‘tarihin en ağır yaptırımlarıyla' karşılaşacağını belirtmişti. Aslında İran Trump'ın açıklamasından hemen önce ABD'ye yönelik bir diplomasi hamlesi başlatmış ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'in başta eski Dışişleri Bakanı John Kerry olmak üzere çok sayıda ABD'li yetkiliyle görüşmeler yaptığı basına yansımıştı. Nitekim bu görüşmelerdeki başarısızlığın etkisiyle olsa gerek Trump İran hakkındaki kararını önceden ilan ettiği tarihten birkaç gün önce duyurmuştu. İran bu süreçte en üst düzey yetkililer aracılığıyla Trump'ın seçim kampanyası döneminden beri dile getirdiği anlaşmadan çıkma tehditlerine aynı şekilde karşılık vereceğini açıklamışsa da sağduyulu davranmış ve diğer beş ülke anlaşmaya bağlı kaldığı ve anlaşmadan doğan hakları garanti edildiği sürece anlaşmadan çıkmayacağını ilan etmişti.
Zarif'in 12 Mayıs öncesi Trump ile ortak bir zemin bulma çabalarının benzerinin Trump kararı sonrasında da özellikle Devrim Lideri Hamaney'in Dışpolitika Başdanışmanı olan Ali Ekber Velayeti tarafından Moskova'da gerçekleştirildiği, hatta Dışişleri Bakanı Zarif'in bu duruma tepki gösterdiği ileri sürülmüştü. Ancak Hamaney'in bu süreç sonunda yaptığı sert açıklamalar ve İran piyasalarının ani tepkisi sonucunda dolar kurunun 90 bin riyal seviyesine çıkması söz konusu arka kapı diplomasinin ikinci kez işe yaramadığını düşündürüyor. Zira Hamaney haziran ayının sonunda yaptığı açıklamasında ülkede bazılarının ABD ile uzlaşılması gerektiğini savunduklarını oysa direnmenin bedelinin teslim olmanın bedelinden çok daha az olacağını ileri sürmüştür. ABD mi Trump mı?
Gerçekten de her ne kadar Washington'daki çeşitli yetkililer ABD'nin İran'da bir rejim değişikliği peşinde olmadığını ileri sürseler de Trump yönetiminin yeni stratejisi dikkatlice incelendiğinde İran'dan istenen tavizlerin çok uzak olmayan bir gelecekte rejim değişikliği ile sonuçlanacağını tahmin etmek zor değil. Bu durum yalnızca John Bolton ya da Rudy Giuliani gibi azılı İran karşıtlarının Halkın Mücahitleri Örgütü benzeri rejim karşıtı örgütlerin etkinliklerinde yaptıkları konuşmalarla ya da yeni stratejinin bölgesel ortakları olan Suudi Arabistan ya da İsrail gibi ülkelerin tutumlarıyla bağlantılı değil. Aslında Trump ve etrafındaki şahin isimlerin yaptığı şey ABD'nin uzun yıllardır üzerinde çalıştığı ve İran'ı bazen havuç bazen de sopa yoluyla çekmeye çalıştığı ve sanılanın aksine başta Avrupa ülkeleri olmak üzere büyük bir uluslararası destek de bulduğu uzun vadeli bir stratejinin hızlandırılmasından başka bir şey değil.
Trump'ın kendine özgü tavrı ve iş adamı realistliği ile yaptığı şey aslında CAATSA, FATF, ISA gibi ABD'nin uzun süredir titizlikle hazırladığı ve uluslararası meşruiyet kazandırdığı anlaşmaların ve kanunların hedefiyle bire bir örtüşüyor. Söz konusu anlaşmalar ya da yasalar doğrudan ya da dolaylı olarak İran güvenlik yapısının ana gövdesini oluşturan Devrim Muhafızları Ordusunun mali ve operasyon faaliyetlerini de hedef alıyor ve bunları onaylamadan İran'ın uluslararası ticaret sahnesinde rekabet edebilmesine izin vermiyor. Bu nedenden ötürü muhtemelen Trump seçilmeseydi bile Ruhani'nin de ısrarı ile İran meclisi özellikle mali şeffaflık içeren ve bu nedenle DMO ve politik destekçilerinin tepkisini çeken FATF yasasını onaylayacaktı. Söz konusu onay süreci ABD tehditlerinden dolayı ertelenirken Ayetullah Mekarim Şirazi gibi devlet yanlısı ulema da anlaşmayı onaylamanın caiz olmadığı yönünde fetva yayınladılar.
Peki ama bu anlaşmaların onaylanması veya ‘İran'ın derin devleti' olarak tanımlanan DMO'nun hareketlerine denetlenme getirilmesi İran açısından neden bu kadar hayati? Bu durum söz konusu kurumun yapısal olarak İran'ın güvenliğinin belkemiğini oluşturmasından ileri geliyor. Başka bir ifadeyle ABD'nin İran'da bir rejim değişikliği hedefi olsaydı kuşkusuz bunun en az hasarlı atlatılabilmesi için öncelikle İran'ın en büyük direnç gücünü oluşturan DMO'nun etkisiz hale getirilmesi gerekirdi. Nitekim Pompeo'nun açıkladığı 12 maddenin tamamının da 2003 yılında beri yalnızca askeri alanda değil bölgesel dış politikada da etkin hale gelen DMO'nun faaliyetleri ile ilgili olduğu görülüyor. Pompeo bu şartları İran'ın normal bir ülke haline dönüşmesi açısından gerekli olarak tanımlasa da İran'ın devrimci ideolojisi ve devlet yapısı düşünüldüğünde bunların kabul edilmesinin İran'da adı konulmamış bir rejim değişikliği anlamına geleceği açıktır.
Bugün gelinen noktada birçok farklı karine ve Hamaney'in yukarıdaki açıklaması göz önüne alındığında İranlı yetkililerin de benzer bir kanaate varmış oldukları ve kendilerine dayatılan şartların aslında bir uzlaşı değil teslimiyet anlaşması olduğunu düşünmelerine yol açıyor. Bazı İranlı gözlemcilere göre koşullar Saddam Hüseyin'in kitle imha silahlarına sahip olduğu bahanesiyle tüm savunma mekanizmalarından arındırılmasını ve ardından kısa ve nispeten maliyetsiz bir operasyonla devrilmesini andırıyor. İran'ın bu konuda nasıl bir karşı strateji geliştirebileceği hususu ise belirsiz zira bir yanda Avrupa'nın şimdiye kadar gösterdiği Nükleer Anlaşmayı koruma tavrını siyaseten önemli bulan Tahran diğer yandan son ekonomik göstergelerin ortaya koyduğu gibi ekonomik kazanımların olmadığı bir anlaşmaya bağlı kalmanın kendini bağlamaktan başka hiçbir anlamı olmadığını biliyor. Üstelik yalnızca bir ay sonra ilk seri yaptırımların uygulanmaya başlayacak olması, ülke içinde hemen her gün yeni bir şehirde protesto gösterilerinin düzenlendiği düşünülürse toplumsal huzursuzlukları şiddetlendirici bir etki yapacaktır.
Meselenin iç politikayla ilgili yönü de bulunuyor. Ruhani'nin Anayasa Konseyi Sekreteri Ayetullah Cenneti'ye mektup yazarak FATF ile ilgili kanun tasarısının bir an önce onaylanmasını istemesinin ardından mektubun basına sızdırılması yönetici elitler arasındaki görüş farklılığını yansıtıyor. Esasen uzun zamandan beri sistemin yeniden yapılandırılmasını ve anayasa değişikliği dahil radikal değişimler isteyen reformcular ile “reforme edilecek önemli bir şey yok, sistem kırk yıldır gayet güzel işliyor” diyen muhafazakârlar arasındaki ihtilaf Trump'a verilecek cevap konusunda da ortaya çıkıyor. Yine de Ruhani'nin son Avrupa ziyaretindeki açıklamaları ve “petrol satışı yasağı gelirse Hürmüz Boğazını kapatırız” gibi tehditleri en azından dışarıya yönelik söylem bazında reformcuların muhafazakâr pozisyonu kabul ettiklerini gösteriyor. Kasım Süleymani'nin bu sözlerin ardından Ruhani'yi övücü ifadeler kullanması bu düşüncenin DMO tarafından da benimsendiğini gösteriyor. Zira yukarıda da belirtildiği gibi “eğer şimdi direnemezsek sonraki aşamada hiç direnemeyiz” anlayışı en azından güvenlik bürokrasisine hâkim durumda.
ABD ile en azından şu aşamada uzlaşmaya karşı çıkan kesimin temel argümanı ABD'nin İran ile doğrudan askeri bir çatışmaya hazır olmadığı ve ekonomik baskılar ve şantaj yoluyla isteklerini kabul ettirme peşinde olduğu düşüncesi. Buna göre kriz ne kadar tırmansa da ABD askeri bir çatışmayı göze alamayacağı için en son aşamada İran ile daha uygun şartlarda uzlaşmayı kabul edecektir ve dolayısıyla tek yapılması gereken, ekonomik kriz karşısında sebat göstermektir.
Bu düşüncede haklılık payı bulunmakla birlikte henüz yaptırımlar başlamadığı halde 12 mayıstan beri ulusal para birimi riyalin yabancı dövizler karşısında yüzde 50'ye yakın değer kaybettiği göz önüne alındığında kasım ayında ikinci halka yaptırımların başlaması ve İran'ın petrol satışının ciddi şekilde azalması halinde İran'ın ‘Venezuela sendromuna' yakalanması oldukça muhtemel görünüyor. Başka bir tabirle son beş yıldır her türlü toplumsal talebi “Suriye gibi oluruz” tehditleriyle öteleyen yönetimin bir diğer çöküş modeline sürüklenme ihtimali mevcut. Bu durumda Ruhani'nin Nükleer Anlaşmanın ardından “Anlaşma sayesinde Venezüella gibi olmaktan kurtulduk” ifadesi anlamını yitirecek, ABD'nin gerçekten de askeri bir operasyonu gündemine almasına gerek kalmayacaktır. Bu noktada zamanın ABD lehine işlediği de ortadadır. Washington yönetimi İran'daki ekonomik kırılganlık ve toplumsal gösteriler ne kadar artarsa Tahran yönetiminin o kadar taviz vermeye hazır hale geleceğini düşünüyor.
Trump'ın “İranlı liderler kararlarım karşısında bağırıp çağıracaklar ama en sonunda gelip masaya oturmaktan başka çareleri kalmayacak” açıklaması bu beklentiye dayanıyor. Kim bilir belki de gerçekten Hamaney son anda yeni ve daha büyük bir ‘kahramanca esneklik' gösterip Trump'ın istediği şartlarla masaya oturmayı kabul edebilir. Bu olana dek seksen milyonluk İran halkının ‘tarihin en ağır yaptırımları karşısında' ne gibi tepkiler geliştireceğini, Washington'un bel bağladığı rejim karşıtı örgütlerin halkın tepkisini ne ölçüde yönlendirebileceğini ya da yoğun baskı altındaki Tahran'ın örneğin Nükleer Anlaşmadan çıkma ya da Hürmüz Geçidini kapatma gibi büyük bir hata yaparak kendi aleyhine bir uluslararası koalisyon oluşmasına yol açıp açmayacağını ise zaman gösterecek.