TİMETURK | HABER MERKEZİ
Keşmir'in Uri beldesindeki askeri üsse 18 Eylül'de düzenlenen ve 18 Hintli askerin hayatını kaybettiği saldırıyı bahane eden Hindistan, zaten öteden beri arasının açık olduğu Pakistan'a karşı yeni yaptırımlar uygulayarak ilişkileri daha da gerginleştirdi.
Saldırının hemen ardından Hindistan, sorumlu tuttuğu Fidayin olarak bilinen gruba karşı “cerrahi” hava saldırılarını başlatarak Keşmir'deki anlaşmazlığı bir adım öteye taşıdı. 1947'de iki ülkenin ayrılmasından beri sürekli askeri operasyonlara maruz kalan bölge belki de ayrılığın en acılı sonuçlarından birisi. Her iki taraf da birbirlerini “işgalci” olarak suçluyor ve bölgede meydana gelen en küçük kıvılcım büyük çatışmalara sebep oluyor.
Dünyanın metrekareye en çok asker düşen bölgesi olan Keşmir, bölgede yaşayan Müslümanlar açısından her geçen gün daha da yaşanılmaz hale gelmekte ve binlerce Keşmirli önce Azad Keşmir denilen bağımsız tarafa daha sonra da Pakistan'a göç etmeye zorlanmaktadır. Ortadoğu ve diğer bölgelerdeki mültecilere karşı zaten duyarsız olan dünya kamuoyu Keşmirli mültecileri görmezden gelmekte onlarla ilgili istatistiki bilgiler bile uluslararası gözlemcilerin raporlarında yer almamaktadır.
Pakistan topraklarındaki "cerrahi operasyonlara" ilave olarak Hindistan'ın, ülke içerisinde film endüstrisinde çalışan Pakistanlı aktör ve teknisyenlerin çalışma izinlerini kaldırması ve ülkeyi terk etmelerini istemesi, gerilimi yeni bir boyuta taşıdı. Bollywood film setlerinde büyük sarsıntıya yol açan bu haber, siyasi ve askeri ihtilafların bu defa sanat camiasına taşınmasına da neden oldu. Nitekim bazı sanatçılar karara destek verirken, belirli bir kesim de tepki gösterdi.
HİNDİSTAN ETNİK MİLLİYETÇİLİĞİ KÖRÜKLEDİ
Buna karşılık Pakistan da ülke içerisindeki sinemalarda Bollywood yapımı filmlerin gösterilmesini yasakladı. Filmlerde rol alan Pakistanlı sinema sanatçıları, şarkıcıları ve teknisyenleri 'terörist' olarak nitelendirip sınır dışı eden Hindistan hükümeti bu tavrıyla Keşmir sorununun çözülmesini zorlaştırmakta ve ülkede etnik milliyetçiliği körüklemektedir. Ayrıca farklı kültürlerden gelen insanların birbirleriyle beşeri ilişkiler kurarak belki de nükleer silah sahibi iki hasım ülkenin yakınlaşmasını sağlamak gibi bir rollerini de görmezden gelmektedir.
BOLLYWOOD AMACINI YİTİRDİ
Dünyanın en büyük film prodüksiyon merkezi olarak Hindistan ekonomisinin temel kaynaklarından birisi olan Bollywood, ülkenin bağımsızlığından sonra vatandaşlarında kimlik bilinci oluşmasına katkıda bulunmuşsa da son yıllarda kapitalizmin etkisiyle bu rolünden vazgeçmiş görünmektedir. Mahabbarata ve Ramayana epiklerinin etkisi zaman zaman hissedilse de artık PK gibi dünyada ilgi çekecek daha popüler yapımlar öne çıkmaktadır.
GERKELİ OLAN: ÇOĞULCU İDEOLOJİ
Hindistan'ın ilk başbakanı Jawaharlal Nehru tarafından ortaya atılan sekülerizm tezi her ne kadar Hindu milliyetçiliğine karşı azınlık Müslümanların haklarını tanımaya yönelik olsa bile son dönemlerde oldukça fazla eleştiriye maruz kalmaktadır. Halbuki Hindistan gibi çok kültürlü ve çok dinli bir toplumda birlikte yaşayabilmek ancak çoğulcu bir ideoloji ile mümkündür. Ama Indira Gandi'den beri ülkedeki sağcı Hindu politikacıları bu gerçekliği görmezden gelerek Hinduizm'e dayalı bir milliyetçilik ve kendilerinin hakim olacağı bir çoğunlukçu politikayı takip etmişlerdir.
HİNDULUK
Hindutva denilen “Hinduluk” olarak tercüme edilebilecek bir kavram ile ayrılığın ilk yıllarında sinemada etkin olan ve üst kastlarca desteklenen bu politika artık günümüzde sorgulanmalıdır. Fakat tam aksine her geçen gün en küçük bir fırsat kaçırılmadan milliyetçilik körüklenerek farklı etnik ve dini aidiyetler inkar edilmektedir. Bu türden bir kültürel milliyetçilik ülkede yaşayan Müslümanları “Pakistanlı” olarak suçlayan bu tavır halk arasında giderek yaygınlaşmaktadır.
Nehru'nun önerdiği sekülerizmin içinde yer alan “hoşgörü” terimi de en baştan beri sorunlu olduğu için bugün Hindistan'da çoğunluk olan Hindular artan milliyetçiliğin etkisiyle eskisi gibi kendilerinden olamayan diğerlerine “tahammül” edemez hale gelmişlerdir. Eğer iktidarı elinde tutan çoğunluk artık ötekilere “tolere” edemiyorsa o toplumda bir sorun var demektir ve “birlikte yaşama” pratiği hayata geçirilmelidir. Fakat birlikte yaşama prensibi de "düşmanca" olandan barış ve uyum içinde yaşamaya kadar pek çok farklı durum için kullanılabileceğinden “barış” kavramı öne çıkarılmalıdır.
Ancak şurası da unutulmamalıdır ki burada kullanılan barış, huzur ve uyum hiçbir kanun, hukuk ve yasamanın garantisi altında olmayacaktır. Burada birlikte yaşayan vatandaşların sağduyuları öne çıkacak ve ancak onların böyle bir davranış ve tutumu içselleştirme çabalarına bağlı olacaktır. Böyle bir davranış biçimi Hindistan içerisinde daha kolay edinilebilir; zira sağcı Hinduların “yabancı” tanımı, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi insanların doğdukları yerlere nispetle değil, sahip oldukları inançların başka yerlerde doğmuş olmasıyla ilgilidir.
Diğer bir deyişle, ülkede yaşayan ve orada doğup büyümüş olan Müslüman veya Hıristiyanların sadece din üzerinden ötekileştirilmesi veya yabancı olarak görülmesi ancak bireyin dışından -siyasi veya hukuki- gelen bir baskı neticesinde mümkün olabilir. Zaten ülke ekonomisine katkı yapan sinema endüstrisinde çalışan Pakistanlıların “yabancı” ve hatta düşman olarak görülmesinin altında da siyasi sebepler aranmalıdır. Bundan sonraki aşamada ise zaten bir yabancı gibi görülen Müslüman veya Hıristiyan Hintlilerin aynı akıbete uğramaları kaçınılmaz görünmektedir.
SEKÜLERİZM ÇARE OLMUYORSA
Eğer birlikte yaşama pratiğinin devletin dayatmış olduğu sekülerizm ile sağlanması mümkün görünmüyorsa, o zaman sinema ve edebiyat gibi kültürel ürünlerde bu fikir bireylere aşılanabilir.
Her türlü azınlığın -Müslüman Hintli veya Hindu Pakistanlı- özellikle de kadınların kendilerini bu ürünlerde ifade edebilecekleri düşünüldüğünde çoğunluğun kültürünün aslında homojen olmadığı ve farklı kesimlerin katkılarının da olduğu kolaylıkla sergilenebilir. Bu ürünler sayesinde bireyler kimlik politikalarının ötesine geçip farklı olduğunu düşündükleri veya kendilerine yukarıdan öyle empoze edildiği için önyargılara sahip oldukları ötekilerle yakınlık kurabilir. Her ne kadar bu tür filmler veya romanlar kurgu bile olsalar siyasi olanla ahlaki olan arasındaki mesafeyi kapatmada bir rol oynayabilirler. Belki de böyle bir yakınlaşmadan korkulduğu için Bollywood gibi dünyanın en önemli sinema sektöründe bugün “Pakistanlı” olanlar dışlanmakta ve eğer siyasi hedeflere ulaşılmamışsa o zaman da diğer “yabancılar” dışlanacaktır.
MÜSLÜMAN HİNTLİ YÖNETMENLER BİR DEĞER
Halbuki, Mahesh Bhatt, Khalid Mohamed veya Shyam Benegal gibi Hint sinemasının içinde yükselen bir değer olan Müslüman Hintli yönetmenlerin eserlerinde bir Müslüman olarak Hindistan'da yaşamanın getirmiş olduğu zorluklar işlenmekte ve belki de izleyicilerin empati kurmaları sağlanabilmektedir. Böylelikle azınlıklar da ülke kültüründe kendilerine yer bulabilmekte ve aslında “yabancılığın” insanların doğdukları yerle bir ilgisinin olmayıp siyasi bir sürecin neticesi olduğunun farkına varılmasını sağlayabilecekleri imkana kavuşmaktadırlar.
MAMMO'DA ANLATILAN...
Hele Benegal'in Mammo filmi, ayrılıktan sonra kendisini ne Hintli ne de Pakistanlı olarak gören mülteci konumuna düşmüş bir kadının aslında devletin vatandaşlarına önerdiği hukuk düzeninin ne kadar adaletsiz olabileceğini başarılı bir şekilde anlatmaktadır. Dolayısıyla, sadece devletin yaptığı kanunlara uymakla adalet sağlanamamakta ve bireylerin aktif olarak gerçekleştirmeleri gereken bir başka adalete ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak bu şekilde devletin milliyetçi bir söylemle yarattığı “yabancı” hatta “düşman” Müslüman veya Pakistanlı kategorilerinin ötesine geçilerek birlikte yaşama etiğine sahip olunabilir. Her ne kadar buraya kadar olan tartışmalar Hindistan veya Pakistan ile ilgili olsa da aslında aynı prensipler dünyanın farklı bölgelerindeki etnik ve dini milliyetçiliği hakim kılmaya çalışan rejimler için de geçerlidir. Bu konuda ilk akla gelen örnekler, Amerika Birleşik Devletleri'nde veya Fransa'da siyah ve Müslüman olanlara karşı geliştirilmeye çalışılan ötekileştirme/düşmanlaştırma çabalarına karşı ahlaki bir boyutu da olan birlikte yaşama modelleri geliştirilmesidir. Aksi takdirde, Hindistan'da olduğu gibi en küçük bir bahane ile devletin ideolojisinin arkasına sığınılan ülkelerde azınlıkta kalan insanların hayatları her geçen gün çekilmez bir hal alacaktır.
Ekonomik olarak sinemanın önemini diğer Asya ülkelerinden çok daha önce fark etmiş bir Hindistan'ın artık onu kültürel açıdan değerlendirmeli ve olabildiğince dış dünyaya açık hale getirmelidir. Edebiyat gibi sinema da hayatın gerçeklerinden yola çıkarak izleyicilerin kendilerinden olmayanın sesini duyabilmelerini sağlayacaktır.