AA muhabiri Uğur Çil'in haberine göre: Mültecilere yönelik "açık kapı" politikası nedeniyle ülke içinde ve AB genelinde eleştirilere hedef olan Başbakan Merkel, siyasi kariyerinin en zor döneminde.
Suriye'deki iç savaşın tetiklediği mülteci dalgasına karşı "açık kapı" politikası izleyerek Avrupa Birliği'nin sığınmacılara yönelik siyasetini büyük ölçüde belirleyen Almanya Başbakanı Angela Merkel, Suriye'deki savaşa çözüm bulunamaması, konuyu istismar eden aşırı sağcı kesimlerin güçlenmesi ve krize ilişkin kıta genelinde açık, belirgin bir strateji geliştirilememesi nedeniyle gerek siyasi kariyeri gerekse partisinin iktidar şansı bakımından zorlu bir dömeme girdi.
İslam karşıtı ve yabancı düşmanı radikal eğilimlerin Avrupa genelinde güç kazandığı, "sınırsız Avrupa" idealinin en önemli kazanımlarından Schengen'in fiilen sona erdiği bu aşamada Merkel'in ve Almanya'nın siyasi geleceğine ilişkin tartışmalar, daha geniş bir bağlamda Avrupa idealinin akıbetinin de sorgulanması anlamına geliyor.
AB'NİN YAPISAL SORUNLARI
Beş yıldır devam eden Suriye krizinden doğrudan etkilenen ve milyonlarca sığınmacıya evsahipliği yapan Türkiye, Ürdün ve Lübnan'a nisbetle, sınırsız denebilecek mali imkanlarına karşın 28 üyeli AB'nin, 2015'te sınırlarına ulaşan takriben 1 milyon mülteci nedeniyle "çöküşün" eşiğine gelmesi, birliğin yapısına içkin sorunlar ve hantal bürokratik yapısıyla bağlantılı.
Avrupa Birliği başta ekonomik, siyasi ve sosyal olmak üzere bir çok alanı içine alan bir birlik olup siyaset bilimi literatüründe ‘sui generis' yani kendine has ve benzeri olmayan bir birlik olarak tanımlanıyor. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi evrensel değerler temelinde inşa edilen Avrupa Birliği aynı zamanda da oldukça karmaşık bir bürokratik yapıya sahip. Genelde Avrupa Birliği'nin 28 üye ülkenin bir araya gelerek ortak çıkarları doğrultusunda politikalar belirlediği bir ittifak olduğu fikri yaygın olsa da üye ülkeler arasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal rekabet ve bu rekabetin Avrupa Birliği içerisindeki siyasi dengelere etkileri oldukça önemli bir başlık teşkil etmektedir. Çünkü Avrupa Birliği içerisindeki yasama ve yürütme organları olan Avrupa Birliği Parlamentosu, Avrupa Birliği Konseyi ve Avrupa Birliği Komisyonu klasik manada parlamenter demokrasiye bağlı olarak gözükse de Avrupa Birliği Parlamentosu içerisinde bir hükümetin veya muhalefetin bulunmaması, kararların Avrupa Birliği Konseyi tarafından alınması ve Avrupa Birliği Komisyonu tarafından kanunlaştırılıp yürürlüğe girmesi üye ülkelerin siyasal güçlerinin farklı olduğunu ve demokrasinin değişmezlerinden olan eşitlik ilkesinin ise geçerli olmadığını gösteriyor.
Bu durum Avrupalı siyaset bilimciler tarafından da eleştiriliyor ve bir demokrasi eksikliği olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda Avrupa Birliği'ne siyasi, ekonomik, sosyal ve askeri anlamda yön veren üç ana ülke olarak Almanya, Fransa ve İngiltere ön plana çıkıyor. Diğer üye ülkeler ise zaman zaman muhalif tutumlarına rağmen genelde bu üç ülkenin kararlarını kabul etmek ve bu kararlara bağlı kalmak durumunda. Bu duruma örnek olarak İrlanda'nın 2008 yılında yapılan referandumla Lizbon Anlaşması'nı reddetmesine rağmen yapılan baskılara dayanamayarak 2009 yılında yeniden referandum yapmak zorunda kalması ve Lizbon Anlaşması'nı imzalaması gösterilebilir.
ALMANYA AB'NİN "TAŞIYICI" ÜLKESİ
Bu üç ülkeden birisi olan Almanya 28 üye ülke arasında en kalabalık nüfusa, en büyük ekonomiye ve Avrupa Birliği bütçesi içerisinde en büyük paya sahip olmasıyla şüphesiz Avrupa Birliği içerisinde oldukça etkili, ayrıcalıklı ve kilit bir role sahip. 2005 yılı sonunda yapılan genel seçimlerden beri Almanya'da kurulan hükümetlerin büyük ortağı durumunda olan Hristiyan Demokrat Birliği Partisi (CDU) ve partinin genel başkanı olan Angela Merkel Avrupa Birliği içerisinde Almanya'nın siyasi ağırlığını kararlılıkla taşıdı. Merkel özellikle 2008 sonbaharındaki küresel finans krizinde öncelikle Almanya'da sonrasında ise Avrupa Birliği içindeki siyasi ve ekonomik planlamalara olumlu etkisiyle neredeyse Avrupa Birliği'nin gayri resmi başkanı olarak görülmeye başladı. Ayrıca Avrupa Birliği'nin üç ana ülkesinden İngiltere ve Fransa'da yaşanan hükümet değişiklikleri ve beraberinde gelen siyasal istikrarsızlık AB içerisinde Almanya'nın konumunu daha da güçlendirdi ve Almanya bu şekilde birliğin taşıyıcı ülkesi haline gelmiştir.
Bununla beraber 2008 yılında başlayan ve etkileri hala gözlemlenmekte olan küresel finans krizi neticesinde Avrupa Birliği içerisinde Yunanistan, Güney Kıbrıs, İrlanda, İspanya, Portekiz ve İtalya'nın ekonomik sıkıntılarının artması, İngiltere'nin Avrupa Birliği'ne ve birliğin meselelerine uzak durması ve hatta birliğin devamını sorgular hale gelmesi, Fransa'da yaşanan hükümet değişikliği ve sonrası oluşan siyasal uyumsuzluk, belirli bir siyasi ve ekonomik istikrara sahip olan Almanya'yı yalnızlaştırdı ve bu meselelere çözüm üretme konusunda etkisiz hale getirmeye başladı.
RUSYA'YA AMBARGO KARARI
2013 yılı sonrasında başlayan ve 2014 yılında Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesiyle çok daha farklı bir boyuta taşınan Ukrayna krizi, akabinde Rusya'ya ABD'nin öncülüğünde başlatılan ambargolar zaten kendi iç meselelerinden dolayı oldukça yoğun bir gündeme sahip olan Avrupa Birliği'ni ve birliğin öncü ülkesi durumunda olan Almanya'yı daha da içinden çıkılmaz bir noktaya taşıdı. Bunun haricinde uzun zamandır sığınmacı sorunuyla başetmeye çalışan ve çözüm yolları arayan Avrupa Birliği, bu defa Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya akın etmesiyle çok daha derin bir boyut kazanan mülteci meselesiyle yüzleşmek durumunda kaldı. Özellikle Angela Merkel'in, izlediği "açık kapı" politikasıyla Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya gelmelerini onaylaması ve AB üyesi ülkeleri gelen mültecilerin kabulü ve paylaşımı konusunda ikna etmeye çabalaması olumlu tepkilerden ziyade olumsuz reaksiyonlara sebep oldu ve Avrupa Birliği genelinde Angela Merkel öncülüğündeki Almanya'nın benimsediği mülteci ve sığınmacı politikaları yüksek sesle eleştirilmeye başladı.
Bu konudaki eleştiriler sadece Avrupa Birliği içerisinde sınırlı kalmayıp Almanya'nın iç politikasına da yansıdı, Angela Merkel ve partisi CDU kendi seçmenleri de dahil olmak üzere neredeyse tüm siyasi görüş temsilcileri tarafından oldukça ağır eleştirilere hedef oldu. Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken nokta 2005 yılından beri siyasi açıdan oldukça istikrarlı bir görüntü sergileyen ve bu istikrar sayesinde Avrupa Birliği içerisinde oldukça önemli bir konuma ulaşan Almanya'da şu an için yoğun bir şekilde eleştirilen Angela Merkel ve partisi CDU'nun muğlak olan geleceğidir.
MERKEL ÇOĞUNLUĞU KAYBEDEBİLİR
2013 yılında yapılan genel seçimlerde yüzde 41,5 oy oranına ulaşarak büyük bir başarı elde eden CDU'nun özellikle geçen seneden beri ciddi bir düşüş içerisinde olduğu biliniyor. En son yapılan araştırma, anket ve istatistiklere göre ise partinin en iyi ihtimalle yüzde 5 en kötü ihtimalle yüzde 10'un üzerinde bir oy kaybına uğraması bekleniyor. Bu bağlamda 13 Mart'ta Baden-Württemberg, Renanya-Palatina (Rheinland-Pfalz), Saksonya-Anhalt (Sachsen-Anhalt) eyaletlerinde ve eylül ayında ise Berlin ve Mecklenburg-Vorpommern eyaletlerinde yapılacak yerel parlamento seçimlerinin CDU için Ekim 2017'de yapılacak genel seçimlerden önceki en büyük imtihan olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü bu eyaletlerde yapılacak seçimlerde Angela Merkel'in partisi CDU'nun oy kaybetmesi öncelikle Alman siyasal sistemi içerisinde yasamanın parlamentodan sonraki en önemli organı olan ve eyalet seçimleriyle iktidara gelen hükümetlerinin atadığı üyelerin bulunduğu Alman Federal Konseyi içerisindeki çoğunluğunu kaybederek zor duruma düşmesi anlamına gelebilir.
Daha açık ifade etmek gerekirse Alman Federal Konseyi yürütme içerisindeki etkili rolü ile Federal Parlamento'da alınan tüm kararları onaylama veya veto etme yetkisine sahip ve bu şekilde CDU'nun Alman Federal Konseyi'nde çoğunluğu kaybetmesi, CDU'nun aynı zamanda kanun yapma aşamasındaki etkisini kaybetmesi ve hatta kanun tasarılarının Alman Federal Konsey'i tarafından veto edilmesi ihtimalini de beraberinde getirecektir.
Her ne kadar şu an ki Alman hükümeti CDU ve SPD'den (Alman Sosyal Demokrat Partisi) oluşan bir koalisyon olsa da Ekim 2017 yılında yapılacak genel seçimlere kadar iktidarda olacak Angela Merkel ve partisi CDU için durumun gerçekten ciddi ve kritik olduğu söylenebilir. Özellikle 2013 yılında kurulmasına rağmen şu an Almanya'nın beş eyalet meclisinde kırktan fazla temsilcisi bulunan ve genel seçimlerde ise yüzde 4,7 gibi büyük bir başarı elde etmesine rağmen yüzde 5 barajına takılarak Federal Meclis'e giremeyen ‘Almanya için Alternatif' (Alternative für Deutschland – AfD) Partisi'nin CDU'nun tabanını oluşturan Hristiyan, liberal, muhafazakar ve milliyetçi kesimlerden büyük bir destek görmesi genel olarak CDU ve Angela Merkel'in geleceğiyle ilgili bir çok soruyu da beraberinde getiriyor.
"Almanya için Alternatif Partisi" (AfD) siyasal manada Avrupa Birliği'ne şüpheci yaklaşan, muhafazakar, popülist ve milliyetçi bir sağ parti görüntüsü veriyor. Üç sene gibi kısa bir sürede büyük bir çıkış yapan bu parti, yapılan son anketlere göre 2013'te Almanya genelinde ulaştığı yüzde 4,7'lik oy oranını neredeyse ikiye katlayarak yüzde 10'luk bir orana ulaşmış durumda. Yapılan araştırmalara göre ‘AfD' en çok desteği CDU tabanından alırken, yine ilginç bir şekilde siyasi görüş olarak zıt olduğu SPD, Linke ve Grüne gibi sosyal demokrat çizgide bulunan partilerin tabanından da ciddi bir destek almaktadır.
AB'NİN GELECEĞİ SORGULANIYOR
Tüm bu veriler göz önünde bulundurulduğunda CDU'nun oy kaybetmeye devam edeceği ve AfD'in ise büyük ihtimalle Ekim 2017'deki genel seçimlerde yüzde 5 barajını aşarak Federal Almanya Parlamentosu'na girebileceğini söylemek yanlış olmaz. Bu bağlamda Alman siyasal siteminin kuruluşundan beri hakim olan ve CDU-SPD'den oluşan iki partili sistemin devam etmesi ile Almanya Parlamentosu'nda değişecek koltuk dağılımı ile 2013'ten beri görevde bulunan CDU-SPD koalisyonunun son bulması da ihtimaller arasında.
Alman Parlamentosu'nda yeni siyasi dengelerin oluşma ihtimalinin yüksek oluşu aynı zamanda Avrupa Birliği içinde 2005'ten beri oldukça istikrarlı bir görüntü çizen Almanya'nın taşıyıcı rolünü de etkileyebilecek sonuçları da beraberinde getirecektir. Çünkü Avrupa Birliği belki de son 30 senenin en sıkıntılı yıllarını geçirirken Almanya gibi önemli bir aktörün ve taşıyıcı gücün siyasal istikrarsızlık sonucu etkisini kaybetmesi aynı zamanda birliğin de güç kaybetmesi anlamına gelecektir. Özellikle İngiltere ve Fransa'nın Almanya'nın yerini alabilecek durumda olmamaları hatta Almanya'nın uzun zamandır taşıdığı siyasi ve ekonomik yükü dahi paylaşacak durumda olmamaları ise Avrupa Birliği'nin siyasi geleceğinin sorgulanmasına yol açacaktır.