2012'deki tartışmadan sonra İslâmcılık tartışması yeniden alevlendi. Ancak genelde olduğu gibi politik pozisyonlara bağlı olarak cereyan ettiği için bu tartışmalar da işin özüne nüfuzdan uzak etki ve tepkilerden ibaret kaldı. “İhlas, ilim, ibret” sacayağına dayalı olarak yapıldığı takdirde ancak bu tartışmadan verimli bir sonuç çıkabilir. “Biz sadece Allah'tan başkasından korkmaktan korkarız” diyen Abdülaziz Bekkine gibi Allah'ın velilerini rehber alan bizim gibi ilim adamları için “ihlas” dediğimiz işin aslı, her halükarda hakikatleri dile getirme niyetini taşımaktır. “İlim ve ibret” dediğimiz şartlar ise İslâm ve İslâmiyet'e, yani, İslâm'ın ana yapısına ve tarihî gelişimine vukufla, sağlam bir kavramsal ve tarihî arkaplana göre olayları analiz etmektir. Ancak böyle “ihlas, ilim, ibret” sacayağına dayalı bir perspektiften yapılacak tahlille bu tür tartışmalarla daha da karışan hatlar ve saflar ayırt edilebilir.
Bu tartışmada kilit kavramımız Almanca'da kulturkampf denen inanç mücadelesidir ki bu, dinlerde esas itibariyle din-içi bir mücadeleye delalet eder. İslâm'da “dâru'l-İslâm/dâru'l-harb” ayırımına tekabül eden “ehl-i İslâm ile ehl-i küfür” arasında din-dışı hukukî-siyasî-askerî bir mücadele sözkonusudur. Dâru'l-İslâm içindeki “ehl-i millet/ehl-i zimmet” ayırımı da din-dışı (dinler-arası) hukukî bir ayırımdır. Buna karşılık Dâru'l-İslâm içindeki “ehl-i sünnet ve cemaat/ehl-i bid'at ve firkat” ayırımı din-içi bir inanç mücadelesinin taraflarına işaret eder. “Ehl-i sünnet ve cemaat” deyiminde iki espri yatar. Bu, birincisi inanç/tabiiyet (sünnet) ile aidiyet/mensubiyet (cemaat) olarak özdeşleşme (kimlik kazanımı) sürecinin iki unsuruna, ikincisi “ehl-i İslâm” yerine ortak doğru kimliğe işaret eder. Buna göre “ehl-i İslâm” demek, “ehl-i sünnet ve cemaat” demektir.
İslam'da cemaat kimliği
İslâm'da ehl-i sünnet ve cemaat kimliği zamanla belli tarikatlarda özelleşir; bu tarikatlar, Müslüman için bir üst-kimlik haline gelir. Örneğin Mağrip'de bir Müslüman “Ben Şâzelîyim” dediğinde kendisini aynı anda Müslüman, Sünnî, Mâlikî ve Eş'arî olarak tanıtmış olur. Maşrık dünyasına ait Osmanlı'da da zamanla önce Halvetîlik, sonra Nakşibendîlik, ehl-i sünnet ve cemaatin özel adı, Müslümanlığın üst-kimliği haline gelmiştir. Osmanlı coğrafyasının Türk kesiminde biri kendisini “Nakşibendî” olarak tanıttığında bununla Müslüman, Sünnî, Hanefî ve Mâtürîdî olduğunu kasd eder (Tafsilat, Gencer 2013b). XIX. asırda Devr-i Hamîdî'de Nakşi¬bendîlik, ortodoks İslâm'ın temsilcisi, ehl-i sünnet ve cemaatin kanalı olarak heterodoks İslâm'ın temsilcisi, ehl-i bid'at ve firkatin kanalı Bektâşîliğe galebe çaldı. Ulus-devletleri çağında Bektâşîlik, Türkiye ve Mısır'da Ke¬malizm ve Nasırizm denen politik dinlere dönüştü. Şu halde Cumhuriyet devrinde görünüşte İslâm ile Kemalizm arasında cereyan eden mücadele, aslında Nakşibendîlik ile Bektâşîlik tarafından temsil edilen sünnî ve bid'î din anlayışları arasındaki mücadeleydi; Es'ad Erbilî/M. Kemal'den Necmettin Erbakan/İ. H. Karadayı ilişkisine kadar görüldüğü gibi (Tafsilat, Gencer 2014). İslâmcılık, Sünnîlik (Nakşibendîlik) ile Bektâşîlik ve bilahare onun yerini alan Haşhaşîlik arasında tireyi oluşturur; dolayısıyla, ancak ikisinden ayrılış tarzlarına bakarak anlaşılabilir.
İslâm'da din=ilim=şeriat=hadis, dindarlık=amel=tarikat=sünnette içkin olduğundan din, sünnet demektir. Din yolu sünnet, sünnet yolu tasavvuftur; sünnet tasavvufta, sünnîlik Nakşibendîlik gibi tarikatlarda tecessüm eder. Bu şekilde Sünnîlik=Nakşibendîlikte sivil bir din anlayışı esastır; İslâm, bir hayat tarzı olarak alınır. Öncelik, ahlakî-içtimaî dönüşümündür; siyasî dönüşüm bu ahlakî-içtimaî dönüşümü hızlandırmaya yarar. Bu anlamda tarih boyunca Nakşibendî şeyhlerinin ulemâ ve ümerâya (yöneticilere) yakın olmaya çalışması, ahlakî-içtimaî dönüşümü hızlandırmak için onların toplum üzerindeki nüfuzlarından yararlanma maksadındandır. Bu anlamda Sünnîler=Nakşibendîler, konum olarak siyasetin dışında, ilişki olarak içindedir.
Sünnîlik, son vasat ümmetin karakteristiği itidal ve istikameti temsil eder. Bu vizyonu hayatlarında ete kemiğe büründürerek bize kazandıran İmam-ı Rabbânî, Ahmed Gümüşhânevî, Abdülhakîm Arvasî, Abdülaziz Bekkine ve günümüzde Ahmed Yaşar gibi Nakşibendî velilerdir. Aksi halde “İfrat tefriti celb eder” düsturunca savrulma, Sünnî olmayanların İslâmcı veya Haşhaşî, veya anılan örneklerde olduğu gibi önce İslâmcı, sonra Haşhaşî olması kaçınılmazdır
Siyasî İslâm da denen İslâmcılık ise “şeriatçılık” denen şeriata dayalı bir devlet kurma davasıdır. İslâm'ın bir hayat tarzı yerine düşünce tarzı olarak alındığı İslâmcılıkta öncelik, siyasî dönüşümündür. Bu anlamda etki/tepki mantığı ve nefsin tabiatı uyarınca siyasete öncelik veren İslâmcılığın iktidar yönelişi kazanarak yozlaşması ve bir hüsran duvarına çarpması mukadderdir. Sünnîlik ile İslâmcılığı Sultan Abdülhamid'in etrafındaki iki tarihî şahsiyet ile karşılaştırmak gerekirse, Ahmed Gümüşhânevî'nin temsil ettiği Sünnîlik, manevî-temelli cihad, Cemâleddîn Afgâ¬nî'nin temsil ettiği İslâmcılık ise siyasî devrim anlayışına dayanır. Bu bakımdan İslâmcılık, yabancı güçler tarafından kullanılmaya müsait bir karakter arz eder. “Hangi taşı kaldırsam altından İngiliz parmağı çıkıyor” diyen asrın halifesi Sultan Abdülhamid'in İngilizler tarafından kullanıldığını öğrendiği için göz hapsine aldığı Cemâleddîn Afgâ¬nî'yi rehber alan, ister radikal bir genç, ister fıkıh profesörü olsun, iflah olmaz.
Sünnîlik ile İslâmcılığın ayrışma tarzı bakımından çağdaş İslâm dünyasının en önemli İslâm hareketi İhvân-ı Müslimîn, tipik bir örnektir. Genç yaşta Şâzelîlik tarikatına bağlanan Hasan Bennâ, İhvân-ı Müslimîn'in liderliğini ifade eden mürşid-i âmm (genel mürşid) deyiminden de anlaşılabileceği gibi, irşad ve tebliğe dayalı sivil-tasavvufî metot sayesinde ahlakî-içtimaî bir dönüşümü hedeflemişti. İslâmî sivil toplum olarak dâru's-sünneti hedef alan Hasan Bennâ'nın eserlerinde bu yüzden câhiliye veya dâru'l-harb gibi deyimlere dayalı radikal bir söyleme rastlanmaz. Ancak “Allah'ın hâkimiyeti, cihad ve devrim” gibi konularda Mevdûdî'den etkilenen Seyyid Kutub ile İhvân-ı Müslimîn, maalesef Sünnîlikten İslâmcılığa kaymış, bu inhiraf, İhvân-ı Müslimîn hareketinin Suriye kolundaki tasavvufî öz ile kısmen telafi edilmiştir.
Yazının devamı için tıklayınız