Sibel Araslan'ın bugün Satar gazetesinde yayımlanan, “İyiliğin tiyatrosu olmaz” başlıklı makalesi:
Hafta içinde beni cidden rahatsız eden bir sosyal medya paylaşımı gördüm. Yardım yapmak üzere Afrika'ya gitmiş bir kişi, oradaki yetim bir çocukla fotoğraf paylaşmıştı. İlk bakışta, yardımların açıktan yapılması, diğer insanlar üzerinde de örneksenebilecek bir durum oluşturduğundan bu fotoğrafta belki yadırganacak bir şey yoktu... Ama yardım götüren kişinin rahatsız edici gülüşünün yanı sıra ayakta duran yetim kızın mutsuzluğu tam bir paradokstu. O çocuğun hüznü insanın kalbine dokunuyordu, yanındaki sırıtkan adamınsa bundan zerre haberi yok gibiydi, ama fotoğraf karesindeydiler işte. Üstelik bu kişi başka fütursuz işlerini de yardım adı altında güya iyi bir işmiş gibi düşüncesizce sergiliyordu sosyal medyada. Misal patates, soğan çuvallarının üzerine çıkmış, zekatlarını aldığı kişilerin isimlerini bağıra bağıra okuyor... Veya dalıp girdiği izlenimini veren yetimhanelerde fütursuzca kucakladığı çocuklarla fotoğraf çektirip duruyor... Afrikalı yetim çocuklara 'çikolata' deme hakkını kimden alıyor bu tip densizler? Bu nasıl bir patavatsızlık, bu nasıl bir kaba sabalık...
Oysa iyiliğin tiyatrosu olmaz. Dayanışma, karnavalla yapılmaz. Yardımlaşmanın sömürüsü olmaz. Bir adap içinde götürülen, vekaleti verilen veya ulaştırılan yardımların karşılığı, seyircilerinden değil, Allahtan beklenir.
Kurban bayramı yaklaşırken, kurban, zekat ve sadaka hareketliliği artıyor. Yardımlaşmada, akrabalarınız, yakın çevreniz, komşularınız yanı sıra, gidip de ziyaret edemeyeceğiniz mazlum ve masum kardeşlerimize de iç içe genişleyen halkalar halinde ulaşmak isteriz. Birbirimize kenetleniriz. Bu konuda güvenilir ve akredite yardım kuruluşlarını ve destek kurumlarını tercih edelim lütfen...
................................
28 Şubat 1997 tarihi, mütedeyyin kesimin sivil toplum örgütleşmesine yöneldiği bir zaman kuşağını işaret ediyordu. Neredeyse her ilde, her ilçede, hatta her sokakta kurulan dernekler, vakıflar, platformalar aracılığıyla, darbe günlerinin karanlığını ancak dayanışmayla aşabiliyorduk. O günden bu güne ciddi bir sivil toplum tecrübemiz oldu. Maksat; hakları korumak, bilinçlenmek ve yardımlaşma-dayanışma idi en başından beri...
Ama tüm bu güzel işlerin bir de güzel usulü olmalıydı. Usul, vusüldür der büyüklerimiz, yani amacımızın hakikatine ancak usulüne uygun hareketlerle ulaşabiliriz demek bu... İyilik, dünyanın en narin, en ince, en kristalize işidir. Onu yerine getirirken de bir usül, bir üslup vardır. Yetimlerin, dulların, yoksulların, gurbettekilerin, öğrencilerin, kimsesizlerin, ihtiyarların, yolcuların, işsizlerin yardımlarına koşarken, onların gönüllerini kırmamaya, incitmemeye de özen göstermeliyiz.İzzet-i nefs kırılarak iyilik götürülmez.
Bir de beden dilimizle ilgili ciddi handikaplarımız var. Samimi insanlarız, el kol hareketlerimiz, mimiklerimiz çok canlı. Sarılmayı, kucaklaşmayı, tokalaşmayı, dokunmayı çok seviyoruz millet olarak. Ama söz konusu yardımlaşma olunca, lütfen yardım ettiğiniz kişilere sarılmaya, onları kucağınıza oturtmaya, onlarla selfi çektirmeye kalkmayın. Çocuk da olsalar, onların da tıpkı yetişkinler gibi mahremiyet hakkı var. Yoksulu, kimsesizi ifşa etmek yardımlardan hasıl olacak hakikati, güneşteki kar misali eritiverir, unutmayalım... Yardımlaşma ve dayanışma sadece sevmekten ve vermekten ibaret değil, saygıdan ve mütevazilikten de ayrılmamak gerekiyor...