Suriye'de 2011'in Mart ayında başlayan rejim karşıtı gösteriler vekâlet savaşlarını da içine alan bir iç savaş hâlini aldı.
Al Jazeera'ye konuşan Ortadoğu uzmanı Richard Falk, "Ben birbiriyle çelişkili bu kadar çok etkenin bir arada olduğu, bu kadar karmaşık başka bir çatışma daha görmedim" diyor.
İşte Ortadoğu uzmanlarından, Türkiye'yi de çok yakından takip eden Prof. Richard Falk ile yapılan o röportaj:
Ankara'daki korkunç saldırıyı nasıl yorumluyorsunuz?
Ankara'daki bombalı saldırı, 20 yıldır Türkiye'ye gelişlerimde gördüğüm en korkunç olay. Yaşanan trajedinin tarifi yok. Bir sürü masumun hayatı yok oldu, birçok aile tesellisi imkânsız bir acı yaşadı. Saldırıda kasten hedef alınan kişilerin barışı desteklemeye gönül verenler oluşu da bu terör eylemini daha da gayri ahlaki kılıyor. Ankara'daki saldırı, yine barış ve insan hakları savunucularından oluşan bir grup Türk vatandaşını hedef alan Suruç saldırısından kısa süre sonra gerçekleşmesi bakımından da son derece tehlikeli bir siyasi olay. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu'nun saldırıyı kınayan açıklamalarında doğru şekilde altını çizdikleri gibi, bu eylem Türk ulusunun birliğine darbe indirmeyi, özellikle de Kürt hareketi ile hükümet arasındaki gerginlik ve şiddeti tırmandırarak, şiddetin son bulmasını zorlaştırmayı amaçlıyor görünüyor. Diğer yandan tarafların son derece hassas bir dönemde "karşılıklı suçlama oyunu" içine girmelerinden kaynaklanabilecek tehlikeler de söz konusu.
Gergin siyasi mesajların mevcut duruma etkisi nedir?
Bu gerginliklerde tüm tarafların bir miktar sorumluğu var. AK Parti Haziran seçimleri öncesi milliyetçi bir dile başvurdu. Öte yandan 7 Haziran sonrasında polis ve askere yönelik saldırılar da dahil şiddet olaylarında görülen artış ve PKK'nın ateşkesi bozması, örgütün amacına ulaşmak için silahlı mücadeleyi yeniden canlandırmak ve uzlaşma sürecini terk etmek yönünde bilinçli bir karar aldığına dair bir gösterge.
Saldırının amacı ne olabilir?
Bu yaşananlar “IŞİD acaba kendisine karşı verilen savaşta Türkiye ile ABD'nin koalisyona gitmesine bir tür tepki olarak Türkiye ve Kürt halkını mı hedef alıyor?” sorusunu akla getiriyor. Taraflar ellerinde kanıt yoksa, itidal içinde ve sorumlu hareket ederek, peşin hüküm vermekten ve kendilerini aklayıp, karşı tarafı suçlamaktan kaçınmalı. Şu anda ülkenin hayrını isteyenler, halkın menfaati için doğruların peşinden gitmeli ve şiddet sınırını aşmanın Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkes açısından felaket olacağı gerçeğinin tüm taraflarca anlaşılması için çalışmalı.
Saldırının faili henüz resmi olarak açıklanmadı ama en kuvvetli şüpheli IŞİD. 2011 sonrası Ortadoğu'da etkinliği artan Hizbullah, El Nusra gibi devlet dışı aktörlerin en önde geleni IŞİD. Bu devlet dışı aktörler ne kadar etkili?
Devlet dışı aktörler 21. yüzyılın yeni olgularından biri. Bunun yeni teknolojiler ve sosyal medyayla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Çok geniş ve az maliyetli bir şekilde organize olmak için bir devlete ihtiyaç yok ve tüm toplumlar saldırıya açık. Kendini dünyaya tarihin en güçlü ülkesi olarak yansıtan ABD'ye yönelik 11 Eylül saldırıları bunu gösterdi. Diğer yandan 1979'da İran Devrimi'nde çok donanımlı ve baskıcı Şah rejimine karşı bu kadar başarılı bir biçimde meydan okunabileceğini kimse beklemiyordu. Bir yanda tabandan gelen halk hareketleri, diğer yanda küçük bir grup insanın bir ülkenin tüm güvenlik ve istikrar yaklaşımlarını değiştirebildiği 11 Eylül… Bu gelişmeler uluslararası çatışmanın doğasını köklü biçimde değiştiriyor. Suriye'de Hizbullah, Esed tarafında savaşın dengesini en azından geçici biçimde değiştirdi. Sadece devletler devletlere karşı değil, Sünniler ve Şiiler arasındaki mezhepsel ayrılık, aşiretçilik Yemen, Libya ve Irak'ta yeniden belirleyici oluyor. Bu durum, 1. Dünya Savaşı sonrasında diplomasinin kötü idare edilmesinin ve aşiretçilik ile dinin istikrarlı bir toplum yaratmada önemli faktörler olarak sayılmamasının bir parçası. Bölge de bu gelişmelerin kötü sonuçlarını yaşıyor.
“IŞİD mi Suudi Arabistan mı daha barbar?”
IŞİD bölgede çok vahşi eylemleriyle öne çıkıyor, medyayı da çok iyi kullanıyorlar. IŞİD Ortadoğu'da neyi temsil ediyor?
IŞİD de, El Kaide de acımasız ama IŞİD'in taktikleri daha modern. IŞİD, El Kaide'nin asla sahip olmadığı medya teknolojilerini çok komplike biçimde kullanıyor. Ama yine de çağdışı ve barbarca davranıyorlar. Ama burada başka bir soru daha sorulabilir: "IŞİD sadece 2015'in ilk altı ayında 100 kişinin başını uçuran Suudi Arabistan'dan daha mı barbar?" Yakınlarda monarşiye karşı bir gösteriye katılan 17'sindeki bir gencin halkın önünde çarmıha gerilmesine hükmettiler. Bu tür bir barbarlığa karşı hiçbir şey söylemiyoruz. Ve Suudi Arabistan BM'de İnsan Hakları Konseyi'ne seçildi. Yaşadığımız dünyada çok fazla tezat var. Terörizmle sadece devlet dışı örgütler ilişkili değil. İsrail'in Gazze halkına yaptıkları da, devlet terörünün de bu resmin bir parçası olduğunu daha açık bir şekilde gösteriyor.
IŞİD hakkında çok ilginç bir, iki nokta var. ABD, Afganistan ve Irak'ta orduları eğitmek için milyarlar harcadı ama bu ordular işe yaramıyor. Peki ama IŞİD bu kadar etkili bir askeri ve siyasi kapasiteyi birdenbire nasıl oluşturdu? Ayrıca IŞİD; ABD, Rusya ve Türkiye'nin elinde bulundurduğu ağır silahlarla yürüttüğü operasyonlara rağmen neden zayıflamıyor?
Bildiğimiz kadarıyla Suudi Arabistan'ın, IŞİD'in ortaya çıkışında, başlarda finansman desteği oldu ve söylentilere göre IŞİD de bunun karşılığında Suudi Arabistan'ın doğrudan dahil olduğu hiçbir şeye saldırmama sözü verdi. Bu doğru mu? Bu tür bilgileri doğrulama şansımız yok. ABD'nin de Irak işgalinde mezhepçiliği taktik olarak kullanarak, IŞİD'in yükselişine katkıda bulunduğu ortada. ABD, Irak'ta Sünni askeri liderleri bertaraf etti, aynı liderler daha sonra IŞİD'in komuta yapısını oluşturdu. IŞİD'in erken dönemlerinde, yani Batı'nın önceliği henüz hâlâ Esed'in devrilmesiyken ve Esed karşıtı muharip güçlerin en kabiliyetlileri IŞİD'deymiş gibi görünürken, Türkiye ve ABD'nin örgüte nasıl yaklaştığına dair çok fazla varsayım var. Bu da henüz kesin bir yorum yapılamayan, tartışmalı bir konu.
Rusya IŞİD'e yönelik olduğunu iddia ettiği operasyonla Suriye'de alenen varlık gösteriyor. Rus savaş uçakları Türk hava sahasını ihlal etti, Türk F-16'larını taciz etti. NATO, Türkiye ve Rusya arasında gergin mesajlar gitti geldi. Rusya ne yapmak istiyor?
Rusya'nın Suriye'deki dış politikasını anlamak için şunu görmek lazım: Rusya, Soğuk Savaş sonrası az çok Ortadoğu'nun dışına itildi. Bugünün güçlü lideri Putin, Rusya'nın SSCB gibi ciddiye alınmasına çabalıyor. Mesaj belki de şu: Eğer ikinci bir Soğuk Savaş istemiyorsanız, bizim çıkarlarımıza da saygı duymalısınız. Türkiye ile yaşanan gerginlik ise sadece bir vitrin; asıl hedef Batı'yla, özellikle de ABD ile ilişkilerini yeniden düzenlemek. Fakat bu tehlikeli bir oyun; özellikle de Suriye'deki hassas durum, orada etkin olan devlet ya da devlet dışı bölgesel pek çok aktör ve bölgedeki askeri müdahalenin kötü mirası açısından...
Suriye bölünüyor mu?
Maalesef kâhin değilim. Ancak bir deli size bu konuda net bir cevap verebilir. Çünkü 2015 sonu itibariyle Suriye realitesi geleceğe yönelik bir tahmin yapabilmek için çok karmaşık, çok katmanlı bir mesele. Ben birbiriyle çelişkili bu kadar çok etkenin bir arada olduğu, bu kadar karmaşık başka bir çatışma daha görmedim. Bu bir ilk. Belki de 21. yüzyılın yeni gerçeği bu. Belki de bu yüzyılı devlet ve devlet-dışı aktörlerin, bölgesel ve uluslararası aktörlerin muhtelif şekillerdeki ilişkileri ile anacağız. Buradaki korkutucu çelişki, Esed'e yönelik muhalefet ve IŞİD'e saldırı arasında, çünkü IŞİD de Şam rejimini devirmeye çalışıyor. Türkiye ve ABD de benzer çelişkiler arasına sıkışmış. Türkiye hem Esed rejiminden kurtulmak istiyor hem de Kürt hareketinin güçlenmesini istemiyor. Suriye'de en büyük ümit, ölümleri mümkün olduğunca güvenli bir şekilde durduracak ortak bir zemin bulmak adına en kısa sürede diplomatik bir sürecin başlamasında...
Diplomatik bir çözüm için umut var mı?
Bence Rusya ve ABD iki sonuca vardı: Politik taviz vermek ve IŞİD'in daha fazla yayılmasını önlemek en iyisi.
Sizce Türkiye Suriye'deki gelişmeleri yanlış yorumladı mı?
Konuyla ilgili tüm siyasi liderler çatışmayı yanlış yorumladı ya da manipüle etti. Türkiye yalnız değildi. Sadece Türkiye, Suriye'yle diğer ülkelere göre daha yakından ilgiliydi. Bölgede yaşanan olaylar öngörülemezdi.
Türkiye'nin Suriye politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye daha evvel Esed rejimine çok hızla yaklaşarak hatalı davrandı. Suriye ile ilişkileri, komşularla sıfır sorun politikasının simgesi olarak seçmek hiçbir zaman iyi bir fikir değildi. Esed'i de reformlar için ikna etmeye çalıştılar fakat Esed bu yolu seçmeyince, bu durum Davutoğlu ve Erdoğan açısından sıkıntı yarattı. Zira her ikisi de itibarlarını ortaya koymuştu. Ancak 2011'de Mübarek'in devrilmesinden hemen sonra Esed Dera'daki ayaklanmayı çok sert bir şekilde bastırdı. Bu kabul edilemezdi. AK Parti'nin tavrı ahlaki açıdan anlaşılır fakat ardından gelen politikalar için bir temel oluşturmamalıydı. Ankara, Şam rejiminin kendi yönetimini tehdit edecek tehlikelere karşı koyma becerilerini yanlış hesapladı, hafife aldı. Yönetim, Esed'in Kaddafi örneğindeki gibi yalnız ve zayıf olduğunu, tabandan gelen ufak bir itkiyle hızla devrilebileceğini varsaydı. Diğer yandan Türkiye mülteciler konusunda bölgedeki ve Avrupa'daki pek çok ülkeden çok daha takdire şayan bir rol oynadı. Pek çoğundan çok daha fazla şeyi sessiz, sakince, çok insani bir şekilde yaptı. Ben hükümetin benzeri insani girişimlerinin yeterince takdir edilmediğini düşünüyorum. Mesela iki, üç yıl önce hiç kimse Somali'yle ilgilenmezken, orayı umutsuz ve başarısız devlet olarak görürken, Türkiye çok önemli şeyler yaptı. Türkiye AK Parti yönetiminde hem bölgede hem de uluslararası pek çok önemli şey yaptı ama hak ettiği takdiri görmedi.
“Davutoğlu'yla Türkiye dış politikada bağımsız bir pozisyon kazandı”
Türkiye'nin Suriye'de Rusya ve İran'ın rolünü hafife aldığını düşünüyor musunuz?
İran ve Rusya olmasa da, Suriye'de rejim değişikliğinin kolay olmayacağı belliydi. Bunlar Suriye'deki güç ilişkilerinin yanlış hesaplanışının bir yansımasıydı. Suriye'deki krizin ilerleyişine bakıldığında, Türkiye'nin yorumu güvenilmez ve pek de bilinçli değilmiş gibi bir görüntü çiziyordu. Bu durum, Davutoğlu'nun Türkiye'nin büyük bir saygınlık kazanmasında büyük başarılar sağladığı dönemleri de baltaladı. Oysa Davutoğlu Türkiye'yi uluslararası diplomasi haritasında daha önce hiç olmadığı bir yere taşıdı. Soğuk Savaş boyunca ABD'nin bir tür küçük ortağı olarak görünen Türkiye bağımsız bir pozisyon kazandı. Bu değişimi o gerçekleştirdi. Suriye bu pozitif imajdaki ilk kırılma oldu. Ayrıca Türkiye, İsrail ile girdiği mücadele nedeniyle de bence haksız yere olumsuz bir tepkiyle karşılaştı. 2002'den bu yana var olan kutuplaşmaya rağmen, Türkiye'nin 2009-2010'a kadar çok pozitif bir uluslararası imajı vardı. Ama Mavi Marmara'dan ve Erdoğan'ın “One minute” çıkışından sonra Türkiye'ye yönelik yaklaşım aniden değişti.
Türkiye'ye yönelik olumsuz bakış İsrail'in tepkisiyle ilişkili olabilir mi?
Uluslararası medyadaki ciddi nüfuzunu kullanarak sert bir karşı atağa geçen İsrail, yurtdışındaki Türk akademisyenler ve Avrupa ve Kuzey Amerika'daki düşünce kuruluşu uzmanları arasında bilhassa mevcut seküler eleştirilere ağırlık verdi. Türkiye'nin uluslararası platformlarda nasıl algılandığının anlaşılması için bu olaylar da dikkate alınmalı.
Yurt dışındaki Türkiyeli entelektüellerinin çoğu çok Kemalist ya da en azından sekülerizm yanlısı ve AK Parti'ye her daim muhalifler. 2002'den beri AK Parti'yi itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yaptılar, yaptıkları iyi şeyleri de hiçbir zaman takdir etmediler. Hükümete her zaman karşı olmuş Türk entelektüellere medyaya ulaşma konusunda daha fazla kolaylık sağlanıyor. Bu da durumu daha da şiddetlendirdi ve Türkiye'nin siyasi gerçeklerinin bozuk bir resmi olarak adlandırdığım tabloyu şekillendirdi.
Türkiye'nin en büyük müttefiki ABD, Türkiye'nin savaştığı PKK ile askeri işbirliği yapıyor. En büyük komşusu Rusya, Türkiye'nin devirmeye çalıştığı Esed rejiminin arkasında tankıyla, uçağıyla duruyor. Bu tablo önlenebilir miydi?
ABD'nin PKK'yla gerçekten aktif bir işbirliği içinde olduğundan pek emin değilim. NATO ve ABD, PKK'yı hâlâ bir terör örgütü olarak görüyor. ABD teröre karşı savaşıyor ama ısrarla terörist olarak tanımladığı örgütlerle örtülü ittifak yapıyor. Bölgedeki tüm siyasi aktörler, 21. yüzyılın yeni imzası dediğim bu kendiyle çelişen jeopolitik tutumlarda. Sömürgecilik sonrası bir dünyada yaşıyoruz ve bölgede olup bitenler üzerinde daha az merkezi kontrol var artık. Batı bölgede Soğuk Savaş'ın sonuna kadar süren kontrol kapasitesini kaybetti. Soğuk Savaş sonrası bölgede Washington tarafından yeni bir siyasi yapı oluşturulmasının mümkün ve şart olduğu fikrinin başlıca sorumlusu ABD. Irak müdahalesinin başarısızlığı, bölge için yeni bir gelecek vizyonunun kısmen İsrail'in önceliklerine göre yürütüldüğünü de doğruladı. Bu yaklaşım, ABD dış politikasının itibarını derinden sarsan, korkunç bir jeopolitik felaketin de sorumlusu. Irak savaşı muhtemelen dolaylı bir şekilde IŞİD'in ortaya çıkmasına neden oldu.
“Davutoğlu devrim karşıtı güçleri hafife aldı”
Başbakan Davutoğlu'nun dış politika sicilini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Arap Baharı'na kadar olan dönemi ve sonrasını ayırmak gerekir. Davutoğlu diplomasisi Arap Baharı'na kadar olağanüstü başarılıydı ve kimsenin Arap Baharı'nı öngörmesi beklenemezdi. Davutoğlu'nun Arap Baharı'na verdiği tepki bana biraz erken görünmüştü. Mısır ve Tunus'ta yaşananların geri dönüşü olmayan bir dönüşüm olduğunu düşündü ve böyle hareket etti. Bölge siyasetini değiştirmede Arap gençlerinin üstlendiği rol ile ilgili son derece olumlu düşünüyordu. Davutoğlu'nun hafife aldığı şey, bölgedeki devrim karşıtı güçlerin kuvvetiydi. Türkiye ilkeleri gereği Mısır'daki Sisi darbesine karşı çıktı. Oysa Mısır'da Müslüman Kardeşler'in iktidara gelmesi yüzünden büyük endişeye kapılan Suudi Arabistan liderliğindeki bölge ülkeleri, Sisi darbesini bir rahatlama duygusu ile memnuniyetle karşıladı. Bölge güçlerinin tutumu karşısında Türkiye kendisini bölgede daha izole bir durumda buldu.
Peki ya Cumhurbaşkanı Erdoğan?
Arap Baharı'nda ve sonrasında Erdoğan'ın bölgede ve dünyada en popüler lider olduğu unutulmamalı. 2011 baharında Mısır'a gittiğinde çok olumlu karşılandı. Her ne kadar Kahire Üniversitesi'ndeki konuşmasında laik bir siyaset benimsenmesi gerektiğini savunarak Müslüman Kardeşler'i kızdırdıysa da, Mübarek sonrası duruma ilişkin savunduğu yaklaşım için de asla takdir görmedi. Oysa bu yaklaşım benimsenseydi, Mısır için daha ılımlı ve daha az gerilimli bir gelecek sağlayabilirdi. Fakat şu çok önemli, kimse Arap Baharı'yla ortaya çıkan bu vahşi atı koşturmayı başaramadı. Davutoğlu da, Erdoğan da başarılı olamadı.
“Türkiye bölgedeki imajını geri kazanabilir”
2010'da verdiğiniz bir röportajda “Dünyada herkes Türkiye'ye hayran, Türkiye BM'nin yapamadığını yaptı” demiştiniz. Şu anda Ortadoğu'da Türkiye'ye bakış nasıl?
Arap elitleri öncelikle kendi bekalarıyla meşgul. Bu elitler için bölgedeki ulusal demokratik hareketler, bekalarına tehdit. İstikrarı en önemli değer olarak görüyorlar ve Arap Baharı sonrasında Türk hükümetine farklı bir etkenin peşindeymiş; bölgede huzur ve istikrar arayışı çerçevesinde Araplar arasındaki fikir birliğini desteklemek yerine Sünni milliyetçiliğine ait ideolojik meselelere daha fazla yönelmiş gözüyle bakılıyor. Türkiye Mısır'da Müslüman Kardeşleri, Gazze'de ise Hamas'ı desteklediği için Arap seçkinleri tarafından güvenilmez bir müttefik olarak görülüyor. Halk düzeyinde ise daha farklı algılar var ve Türkiye Filistin'e desteğinden dolayı takdir ediliyor; Mısır'la ilişkilerde ve bölgedeki diğer çatışmalarla ilişkide ilkeli bir pozisyon takip ediyor gibi görülme ihtimali daha fazla. Suriye'de sürdürülebilir bir diplomatik çözüm bulunabilirse sanırım Türkiye bölgedeki olumlu imajını çabucak geri kazanır. Ekonomi ve siyaset açısından zor günler yaşıyor olsa da, Türkiye hâlâ bölgedeki tek başarı hikâyesi. Ülkeyi itibarsızlaştırmaya yönelik tüm çabalara rağmen bölgede en çok umut vaat eden ülke Türkiye.
2002'den bu yana Türkiye'nin en büyük başarısı sizce neydi?
Ordunun dizginlenmesi. Bir iç gelişme ama Türkiye'nin uluslararası tutumunu da etkiliyor, çünkü oluşturulan politikalar daha fazla sivil denetime tabi. Türkiye artık bir ulusal güvenlik ülkesi değil. 'Derin devlet'e dair tüm uluslararası söylemin, ülkenin güvenlik ve istihbarat bürokrasileri içindeki esrarlı güçlerin Türkiye'nin dış politikasının şekillenmesinde ne ölçüde etkili olduğunu tasvir etmek için ortaya çıktığını hatırlamak lazım. 2003-2004'te AK Parti'ye karşı bir darbe olmaması, Erdoğan yönetiminin sıradışı başarısı.
Peki dış politikadaki en büyük başarı neydi?
Bence en etkileyici başarı, Türkiye'nin Soğuk Savaş pasifliğini kırıp; bölgesel, hatta küresel arenada bağımsız ve yapıcı bir rol üstlenmesi oldu. 2002'den 2011'e kadar Türkiye sadece bölgede değil, Afrika'da ve bir ölçüde Asya'daki bağımsız ülkelerin çoğu için en güvenilir, en izan sahibi, en güvenilir ülke haline geldi. Türkiye bu dönemde Brezilya'yla birlikte en bağımsız uluslararası rolü üstlendi. Bu, AK Parti'nin yürüttüğü proaktif politikaların bir sonucuydu. 2011'den sonra Türkiye'nin bu iddialı duruşuna ilişkin pozitif imaj sorgulanmaya, hatta itibarsızlaştırılmaya başladı.
Neden?
Bence arka arkaya sekiz seçim kazanan AK Parti ve Erdoğan'ın aşırı güven içine girmesinin bir yan etkisi oldu. Erdoğan belki de kendisini durmadan eleştirip, AK Parti'nin ilk dönem başarıları için asla takdir etmeyen muhalefetten yorgun düştü. Talihsiz bir karşı çıkış içine girerek, çoğunlukçu demokrasi denilen yöne kaydı; belli ki tüm bu seçimleri kazandığı için Türk halkından ülkeyi yönetme yetkisi aldığını haklı bir şekilde iddia edebileceğine ve atacağı her adımda kendisine çamur atmaya ve kuyusunu kazmaya kararlı hırçın muhalefeti görmezden gelebileceğine inandı. 2011 hem Arap Baharı hem de seçimler açısından bir dönüm noktasıydı. Bu iki büyük gelişmeyi hesaba katmadan bugünü anlamak imkânsız.
“Türk dış politikasının en büyük hatası”
Türk dış politikasının 2002'den bu yana en büyük hatası ne oldu?
Suriye atına fazla erken binip, attan hızlı inmek.
AK Parti'ye karşı sıkça dile getirilen üç temel eleştiri var. Davutoğlu'nun dış politikası pan – İslamist bir ideolojiye mi dayanıyor? Türkiye Müslüman Kardeşler'in destekçisi mi? Türk dış politikası mezhepçi mi?
Davutoğlu'nun pan-İslamist bir düşünceye bir miktar sempatisi olabilir ama Davutoğlu'nu Osmanlı dönemini Türklerin başarı ve ihtişam dönemi olarak gören, vizyoner bir milliyetçi olarak düşünmek daha doğru. Pan-İslamist ideoloji suçlaması yanıltıcı bir mübalağa. Türkiye için uygun gördüğü uluslararası rol, pan-İslamist bir yaklaşımla son derece uyumsuz ve en başından beri AB'ye tam üye olma hedefine en yüksek önceliği veriyor.
Bence Türkiye, AK Parti'nin ilk yıllarında her türlü mezhepçilikten uzak durmak için elinden geleni yaptı. Davutoğlu'nun “sıfır sorun” yaklaşımının dikkate değer ilk girişiminin Esed ile uzlaşma olması son derece mühim. Türkiye baskın bir Sünni politikası izleseydi, elbette Alevilerin liderliğindeki Esed rejimini değil, Kaddafi'yi ya da başka bir bölge liderini seçerdi. Ayrıca 2010'da İran'ın nükleer sorununda Brezilya'yla birlikte inisiyatif alan Türkiye'ydi. Türkiye'yi Arap Baharı öncesi dönemde mezhepçilik yapmakla suçlamak tamamen yanlış. Arap Baharı sonrasında ise, kimi ülkelerde demokratik eğilimler ile Suriye, Mısır ve Yemen'deki Sünni hareketlerin yükselişi aynı zamana rastladı. Türk dış politikasının bu Sünni hareketlere destek çizgisine çekilmesi cazip hale geldi. Ama bu, demokratikleştirici eğilimlere destek ile kendi halkına karşı büyük şiddet uygulayan otoriter rejimlere muhalefetin bir karışımıydı. Davutoğlu Suriye'deki olaylar karşısında doktrinini “hükümetlerle değil, halklarla sıfır sorun” olarak yeniden formüle etti. Davutoğlu'nu böyle bir ayrımı en başından netleştirmediği için eleştirebiliriz.
Türkiye etik ve vicdan temelli bir dış politika yürüttüğünü iddia ediyor. Zamanın ruhuna, tarihin akışına uygun bir politika olduğunu belirterek, bu politikasında ısrar da ediyor. Türkiye'nin gücü bu politikayı sürdürmeye yeter mi?
Umarım. Çünkü bu tarz etik temelli bir politikanın toy ya da duygusal bulunarak kötülenmemesi çok önemli. Davutoğlu'nun bu taahhütleri öne sürerken samimi olduğunu düşünüyorum. Onun güçlü bir etik bağlılığı gerçekçilikle harmanlayan biri olduğunu ve siyasetin ulusların menfaatleriyle ilgili gerçekçi bir anlayışı mümkün mertebe ahlakla bir araya getirilmesi gerektiğini düşündüğüne inanıyorum. Elbette Cumhurbaşkanı'yla Başbakan arasındaki mevcut ilişki karmaşık ve pek çoklarına göre de sorunlu. Ve bu liderlerin güç ve yetkiyi paylaştırma şekli, muhtemelen ülkenin geleceği üzerinde çok önemli rol oynayacak.
“Erdoğan'ın olumlu ve olumsuz taraflarına birlikte bakmak gerek"
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın otoriterleştiğini düşünüyor musunuz?
Erdoğan'a ilişkin bu eleştirilerin ikna edici olmadığını, ancak özellikle 2011-2015 döneminde otoriter eğilimlere dair rahatsız edici işaretler olduğunu düşünüyorum. Bence Erdoğan anayasa odaklı dikkatli bir liderden, Türk halkından yetki aldığını düşünen ve çoğunlukçu demokrasinin ayrıcalıklarında ısrar eden bir lidere dönüşüyor izlenimi verdi. Fakat Erdoğan'ı Putin ve Sisi'yle bir tutmak son derece yanlış olur. Bunu yapan Türkler sorumsuzca pişman olacakları bir geleceğe davetiye çıkarıyor. Diğer taraftan, bir demokraside lider anayasal kısıtlamaları yok sayıyor görünüyorsa, buna sessiz kalmamak da önemli. Ayrıca Erdoğan'ın pozisyonundaki birinin ülkeyi azınlıkların kaygı ve değerlerine, muhalefetin görüşlerine hassas biçimde yönetmesi beklenir. Erdoğan özellikle 2011'den bu yana böyle bir hassasiyet sergilemedi. Daha önce bu hassasiyeti gösteriyordu ama bunun için takdir görmedi.
Erdoğan'ın 2014'te Ermeni sorunu hakkında şu ana kadar hiçbir Türk liderin yapmadığı kadar ilerici ve hassas bir açıklamada bulunduğunu da unutmayalım. Olumlu ve olumsuz taraflarına birlikte bakmak gerekli. İkisi de gerçek. Erdoğan yetenekli bir siyasi lider ve tüm saldırılara rağmen, ülkede hâlâ açık arayla en popüler figür. Bunun anayasal bir demokraside bir karşılığı olmalı. Tabii her şey için değil. Hukuk devletinin gereği olarak bütün politikacıların verdikleri kararlardan dolayı sorumlu olmaları gerekir. Erdoğan'ın kendisine ve ailesine yöneltilen yolsuzluk suçlamalarından zarar gördüğünü düşünüyorum. Hizmet ile olan kopuştan bahsetmedik. Bence bu, özellikle de “paralel devlet” ile nasıl başa çıkılacağına karar vermek bağlamında, Erdoğan-Davutoğlu yönetimi açısından zorlu bir mesele oldu. Türkiye bu devirde çok az devletin başa çıkabileceği sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bölgesel ve iç sorunlar, polisin içinde size sadık olmayan unsurların olması... Hükümetinizin dürüstlüğüne dair eleştiri ve sorular, tüm siyasi liderlikler için tehdit edici bir durumdur.
Önümüzdeki yıl Sykes-Picot'nun 100. yılı. Ortadoğu'nun haritası yeniden mi çiziliyor?
Sykes–Picot Anlaşması'nın bölgedeki pek çok problemden sorumlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü koloniyal güçler için uygun politik topluluklar yarattılar ama bunlar bölgedeki etnik ve dini topluluklar için uygun değildi. Bugün devlet sistemi hâlâ güçlü. Bu parçalanmanın bölgede ilerlemesine izin verilirse; Asya, Afrika, Latin Amerika'da da benzer hareketler olabilir. İyi ya da kötü, bölgenin sınırlarını aşağı yukarı mevcut haliyle tutmak, jeopolitik çıkarlar açısından doğru. Mevcut sınırlar yetersiz olabilir ama mevcut bağımsız devletleri parçalamaya yönelik bilinçli çabaların yarattığı karışıklık daha kötü.
PYD Türkiye'nin güneyinde kantonlar ilan etme çabasında. PYD, IŞİD ile mücadelede ABD'nin müttefiki. PKK ile çatışmasızlık sona erdi. Kürtler ne yapmak istiyor?
Eğer bir Kürt milliyetçisi olsaydım, Kürt hareketinin ulusal amaçlarına ulaşması için kesinlikle doğru zaman diye düşünürdüm. Bence Suriyeli ve Iraklı Kürtler de mevcut durumun değişkenliğini kendi amaçları için bir fırsat olarak gördü. Komşu ülkelerdeki Kürt hareketlerinin başarıları, çözüm sürecinin en azından geçici olarak sona ermesinin nedenlerinden bir kısmını açıklıyor. Çünkü bence PKK Türkiye'de, Suriye'deki ve Irak'taki Kürtlerin sahip olduğunu düşündüğü kazanımlara benzer bir kazanımı olması gerektiğini düşündü. HDP de bu amaca ulaşmak için doğru bir araç değildi. Durum istikrasız ve farklı yönlere kayabilir. Kürt hareketinin her zaman oldukça bölünmüş olduğunu ve Kürt ulusal hareketinde pek çok eğilim olduğunu görmek önemli. Öcalan şu anda hapiste. Kürtlerin ortak sesi olmaya en yakın kişi oydu. Birleştirici bir ses olabilmek için hâlâ güvenilirliği var mı bilmiyorum. Bana göre bu sorunu çözmek Türkiye'nin son derece menfaatine.
1. Dünya Savaşı ertesinde kurulan düzen çöküyor, Arap Baharı'ndan bu yana bunun sancılarını mı yaşıyoruz? Bölge nereye gidiyor?
1. Dünya Savaşı sonrasında dayatılıp kurulan bölge düzeni daha önce görülmemiş bir sınavdan geçiyor. Soğuk Savaş sırasında da bir sürü iç devrim ve darbe yaşandı, ama hiçbiri bu denli karmaşık değildi ve bu tür vekâlet savaşları yoktu. Birçok ülkede zenginliğin üst sınıflar ile nüfusun geri kalanı arasında son derece adaletsiz bir şekilde dağılmasına neden olan ekonomik küreselleşme de bu resmin bir parçası. Böyle bir yapıyı değiştirmek, kökten bir dönüşüm hareketinin başarıya ulaşmasına bağlı. Bu denli adaletsiz bir ekonomik yapı varken, bu ülkelere Batı'nın liberal demokrasisini getirebileceğinizi düşünmek büyük hayalperestlik. Jeopolitik açıdan birçok yanlış hesap yapıldı. Irak'ta Saddam Hüseyin'in devrilmesinin Batı için önemli bir siyasi zafer yaratacağı düşünülürken, siyasi zaferin sahibi İran oldu, ülke de kaosa sürüklendi. Mısır da Batı tarzı seküler demokrasi yerine Mübarek döneminden bile kötü bir otokrasiyi yaşıyor. Bölge ülkelerinin önündeki seçenekler, kaos ve otokratik devletler. Radikal bir meydan okuma ikinci bir Arap Baharı'na yol açmadığı müddetçe, bölge için bu korkunç kaos-otoriter düzen ikileminden çıkış yok gibi görünüyor. İnsanlar yüz yıllık tiranlığı bir yıllık kaosa tercih eder.
“Arap Baharı ile başlayan süreç henüz bitmedi”
Arap Baharı sona erdi mi? Arap Baharı Ortadoğu'yu nasıl değiştirdi?
Arap Baharı ile başlayan süreç henüz bitmedi. Arap Baharı'nı 1979'daki İran Devrimi ile kıyaslamak gerekiyor. Tahran'daki yönetim devrim yapmak için bürokrasiyi dönüştürmesi gerektiğini anlamıştı. Mısır'da sadece liderlerden ve yakın çevrelerinden kurtulmak yeterli olmadı. Mısır hareketi ulusal silahlı kuvvetlere güvenerek, eski hükümet seçkinlerine bel bağlayarak istediklerini elde edemeyeceklerini anlamadı. Bu siyasi açıdan trajik bir hesap hatasıydı. Ama Arap Baharı'nın bazı derin sonuçları oldu. İnsanların siyasi öznelliğini değiştirdi. Daha önce insanların yapacaklarıyla siyaseti değiştirebileceği yönünde bir inanç yoktu ama artık insanların tarihte rol oynayabilecekleri, tarih yazabilecekleri düşüncesi var. Artık tarih tabandan da yazılabiliyor. Arap Baharı'nın ikinci aşamasında ise Sisi darbesinin izole bir askeri olgu olmadığı, halk desteği ile şartlarının oluştuğu açık. Belki bu destek tepeden manipüle edilip düzenlendi ama sanki tabandan yetki almış gibi bir görüntü sergilendi. Üçüncü unsur ise neoliberal dış güçlerin manipülasyonu ve bunun ekonomik küreselleşmeyle olan ilişkisi ile siyasi değişimden son derece rahatsız olan İsrail ve ABD'yle bağlantılı jeopolitik güçler.
Arap Baharı'nın kazananı kim?
Sürecin geçici galibi, Arap Baharı öncesi otokrasileri geri getiren devrim karşıtı güçler ve monarşiler. Körfez monarşileri ve Fas fırtınayı gayet iyi atlattı. Bu hükümetler makyaj niteliğinde küçük değişiklikler yapsa da büyük değişimler olmadı.
Arap Baharı'nda Batı ve özelde ABD sürecin arkasında durmadı. Bugün Sisi ‘yi Mursi'ye tercih ettiler. Neden korktular?
Arap Baharı'nın ilk dönemlerinde ABD'den epey destek olduğunu düşünüyorum. Ancak Mısır'daki hareketin aslında çok daha radikal olduğu ve Batı'nın ekonomik ve stratejik menfaatlerini tehdit edici politikalara gideceği, statükonun değiştirileceği yönünde bir korku vardı. Ayrıca Müslüman hareketlerinin güçlenerek, bölgede bir İran daha yaratmasından endişe ediliyordu. Peşinen karşı çıkılmadı ama güçlü biçimde yanında da yer alınmadı.
Demokrasi, ifade özgürlüğü, insan hakları gibi Amerikan değerlerine ne oldu?
ABD'nin bölgeye ilişkin politikası "jeopolitikanın üstünlüğü" dediğim şeyi yansıtıyor. ABD ve Batı, Suudi Arabistan'la nispeten mutlu bir şekilde yaşayabiliyorsa, herkesle yaşayabilir.
“ABD çıkarlarıyla uyumlu her şeyle yaşayabilir”
Ama Mursi'yi istemediler.
Evet. ABD çıkarlarıyla uyumlu gördüğü her şeyle yaşayabilir ancak Amerikan hükümeti, değerleriyle uyum konusunda o kadar da ısrarlı değil. Değerler uluslar için vitrin süsüdür, gerçek politikaları çıkarlar belirler.
Filistin – İsrail arasında yine gergin günler yaşanıyor. Ekim başından bu yana 45 kişi öldü. Bu yaşananları ‘3. İntifada' olarak değerlendirenler var. Bu mümkün mü?
Kesinlikle mümkün. Belki de bugünlerde bunun ilk safhasına tanıklık ediyoruz. Filistinliler, özellikle de gençlerde büyük bir bıkkınlık ve çaresizlik var. Direnişi tek umut olarak gören Filistinli gençlerin sayısı artıyor. İnsanlar Filistin Yönetimi'nden ve yarı işbirlikçi Abbas tarzı liderlikten hayal kırıklığına uğradı. Eğer 3. İntifada, yani sürekli ve geniş çaplı bir tür halk direnişi olursa çok kan akar. Çünkü mevcut İsrail yönetimi aşırı sağ görüşlü ve vahşi. İsrail, direniş ne yaparsa 100 misliyle karşılık verecektir. Öte yandan Filistinliler pasif kalırsa, İsrail kısa bir süre sonra çatışmanın bittiğini ilan edecek ve Batı Şeria'nın tümünü ya da büyük bölümünü ilhak ederek büyük İsrail'i kurmak isteyecektir.