‘Arap Baharı' adı verilen bölgesel türbülansın Suriye ayağı, Türkiye olarak bizde de ciddi etkiler yarattı. En az 3 milyon Suriyeli mültecinin ülkemize sığınmasıyla birlikte, gündemimizde hiç olmayan bazı meseleleri tartışmaya başladık. Sosyal medya ortamındaki yalan haberlerin de etkisiyle, sıklıkla “Suriyeliler” olarak anılan bir günah keçisi türüyle tanışmış olduk bu sayede.
Her türlü sıkıntı ve sorunda ilk önce işaret edilen, temel problemlerin kaynağı ve sebebi olarak görülen ‘Suriyeliler' konusu, toplumda bu yönde bir hassasiyetin oluştuğunu (ya da birileri tarafından böyle bir hassasiyetin oluşturulmaya çalışıldığını) gösteriyor. Hızla yayılan asparagas haberlerin yol açtığı infialleri, ırk temelli gerilimleri ve günlük sohbet ortamlarına bile yansıyan şikâyetlenmeleri düşündüğümüzde, ‘Suriyeliler' meselesinin yumuşak karın olmaktan çıkarılması gerektiği anlaşılıyor.
Bunun için atılması gereken adımlar şöyle sıralanabilir:
* * *
Bizde, mülteciler meselesi gündeme geldiğinde, genelde Ensâr-Muhâcir örneklerini vermek adettendir. “Dışarıdan gelen insanlara Ensâr olmamız gerekiyor. Ensâr, nesi var-nesi yoksa hepsini Muhâcirler için sarf etti. Her şeylerini paylaştılar” gibi telkinleri hep duyarız. Bunlar hiç şüphesiz doğru örneklendirmeler. Doğru, ama eksik:
Evet, Ensâr, Medine'ye göçüp gelen kardeşleri için her türlü fedakârlığa katlandı, onları gerçek anlamda kardeş bildi; ama Muhâcirler de yeni bir topluma entegre olmanın gerektirdiği bütün yükleri omuzladılar. Ensâr, “Malımın yarısı senin olsun, seni mirasçım yapayım” türünden tekliflerde bulunurken, tek bir Muhâcir Müslümanın bu teklifi kabul ettiği vaki değildir. Ensâr örneğini durmaksızın verirken, Muhâcirlerin de en az Ensâr kadar yüksek faziletli insanlar olduğuna vurgu yapılmalıdır. Bir tarafın hep veren, diğerinin de hep alan olduğu şeklinde bir anlatım, gerçeklerle uyuşmamaktadır.
Örneğimizi Suriyeliler bağlamında somutlaştırırsak: Türkiye halkına “Ensâr olun” derken, Muhâcirlerin de üzerinde bir takım sorumluluklar ve görevler olmalıdır. Ki, yük ortak şekilde paylaşılsın, gerçek anlamda “Ortak bir hayat” ortaya çıkabilsin. Bu taksimatı yapıp, adaleti sağlayacak ve denetimi kuracak olan da devlettir. Tıpkı, hicretten sonra Hz. Peygamber'in hakem ve devlet başkanı konumu gibi. Bu sistem, iyi kurulduğu takdirde, en garantili “birlikte yaşama” örneği olacaktır.
Devlet bunu sağlamaz da, mültecileri geldikleri bölgelerde kendi kaderleriyle baş başa bırakırsa, gelecekte daha ciddi sürtüşme ve çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır.
* * *
Bireyler olarak bizim de hatırlamamız gereken şeyler var: Hepimiz aslında birer mülteci adayıyız, eğer birer mülteci torunu değilsek. Ailemize ve sülalemize bakalım, mutlaka bir göç hikâyesi vardır. Bu hikâyelerin bazıları tatlı hatıralar içerirken, çoğunda trajediler ve ağır imtihanlar yer alır. Suriyelilere bakarken ya da onların durumunu yorumlarken, bu gerçeği unutmamak en doğrusudur.
Suriyelilerin aramıza katılmasının bize kazandırdığı harika bir fırsatı da vurgulayarak bitireyim: Arapça öğrenme imkânı artık çok yakınımızda. Hem kendimiz hem de çocuklarımız için, etrafımızda sayısız Arapça öğretmeni bulunuyor. Artık, “Arapça öğrenmek istiyorum, ama imkân yok” mazereti geçersiz. Büyüklü-küçüklü gruplar halinde Arapça öğrenme organizasyonları düzenlemek mümkün. Mülteci kardeşlerimize de, onların onurlarını kırmadan güzel bir geçim kapısı açmış oluruz hem.