15 Temmuz: Allah'ın bildiği
Sıcaktı sıcak, göğsümüze saplı sinsi bir bıçaktı sıcak.
Kan ter içinde ama onurlu bir Temmuz'du fakat.
Homur homurdu Financial Times'lar, CIA'nin karton bardaklı kahveleriyle ajanları, Türkiye Masası'nın yüksek maaşlı üst katları. Buz tutmuş nezaketleriyle Avrupa'nın egemenleri "Bitti bu iş buddy!" şeklinde mesajlar atıyorlardı.
Despot solcular, vesayetçi tek parti, fobik sağcılar, endişeli falan huysuz Beyazlar.
Koca koca aydınlar, seçim meçim hikaye diye yazıp konuşuyorlardı. Ağızlarından bıçaklar sarkıyordu:
"Bacaklarından asılacaklar, hapse atılacaklar, temizlenecekler."
1960 darbesinin cunta başı Cemal Gürsel'in kurduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden, parasını Amerika'nın ödediği derin örgütlerden palazlanmış bir hokkabazın İslam diye yutturduğu yaveleri yiyenler, etrafına dizilenler, mal mülk devşirenler, çıkarları için çakal kılığına girenler son vuruşa hazırlanıyorlardı.
Bilumum darbeci taifesi, geniş bir yelpaze, çaktırmadan koalisyondaydılar. Sonradan sıvışacaklardı ama ordaydılar...
Boğaz Köprüsü kapatılmıştı. Pek masum harp okulu öğrencileri, tesadüfen subaylar falan ordaydılar. Tankları dizmişler, mermileri namluya sürmüşlerdi...
Daha kimse bir şey demeden toplumun serdengeçti takımı, has kadınlar, has erkekler köprüye çıkmıştı bile. Çıplak ayaklılar, 'Karamurat' arabalar ile lüks sitelerinden ciplerini gazlayanlar sınıfları aşan bir hisle darbecilerin karşısında safları sıklaştırdılar...
Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doçent Doktor Sezai Çelik de oradaydı. Duyar duymaz konağını, konforunu çiğnemiş, zıplamış Köprü'ye gelmişti.
Henüz Erdoğan telefon konuşmasını yapmamıştı.
'Çomar' diye aşağılananlar bayrakları kapmış, abdestini alanlar almış, köprüye çıkmış askerleri ikna etmeye çalışıyorlardı.
Cevap yaylım ateş oldu!..
Darbe kafası buydu. Milletin emanet ettiği silahları alacaklar, milleti esir alacaklardı. Hep böyle olmuştu, öyle olacak sanıyorlardı. Caddebostan'da, Taksim'de, Adalarda şampanyalar patlıyor, marşlar çalınıyordu. Zafer ilan edilmişti bile.
O sırada köprüdeki yaylım ateş kolları bacakları parçalıyor, kafaları kesiyordu. Kan sel olmuş akıyordu. Ama omuz omuza direnenler geri adım atmıyordu. Çünkü Lailaheillallah'tı.
Çünkü O'nun dışında kimsenin önünde diz çökmeyeceklerdi...
Kadınlar, erkekler, gençler vurulup düşüyordu. Direniş alanına ambulanslar gelemiyordu. Yağmur gibi mermi yağdırıyordu kara gömlekliler. Helikopterler tarıyor, top mermisi etrafı dövüyordu.
Çünkü karşılarında 'düşman' vardı! Ak sakallı ihtiyarlar ve tomurcuk gençler vardı. Çünkü karşılarında Türkiye vardı. Ona düşmandılar...
Güce tapmaya alıştırılmışlardı. Paçalarından makine yağı sızan robotlardı bunlar...
Cerrah Sezai Çelik, ('bağzı' hekim kılıklılar apaçık darbenin yanında yer alırken) direnişçilerin arasındaydı. Yaralılara ilk müdahaleyi çıplak elleriyle o yapıyordu. Biri çıkarıyor atletini veriyor, onla yaraya baskı yapılıyordu. Diğeri fularını veriyor, yaralar sarılıyordu. Bir başkasının kemeriyle kan durduruluyordu...
Ama kurşun durmuyor, ambulanslar gelemiyordu. O noktada motorcular girdi devreye. Uzun saçlı, kısa saçlı, dövmeli, küpeli motorcular...
Yaralıları alıyor, hızla ambulansa yetiştiriyorlardı. Öyle gözü dönmüştü ki kara gömleklilerin, yaralı taşıyan motorlara da ateş ediyorlardı.
Ama vız! Motorcu çocuklar vızır vızır yaralı taşıyor, direniş sürüyordu.
Siyasi lider de halkını meydanlara çağırmış, adını tarihe, darbeye ölümüne rest çeken bir siyasetçi olarak yazdırmıştı...
Fakat darbeciler halkı biçmekten vazgeçmiyorlardı. Sonunda motorcunun biri dayanamadı, ya Allah diyerekten motorunu bir rüzgâr gibi faşolara doğru sürdü. Gitme, dur diyenlere aldırmadı. Dalgalanan al bayraklara benzeyen o deli yürekliyi görüp paniğe kapılan hokkabazlar onu da paramparça ettiler. Şehit ettiler.
Motoru cesaretin ibreti oldu...
Sonra...
Sonrasını biliyorsunuz. Darbe bastırıldı. Askeri dürtüklemelerden dolayı yıllar kaybeden Türkiye, bu kez darbeye dur dedi. O çağı bitirdi...
Sezai Bey televizyonlara çağrıldı. Çıktı, kahramanları anlattı. Pek ünlü bir TV kanalı motorcularla tanışmak istedi: "Biz de tanıyalım o kahramanları!"
Sezai Bey bir daha görmemişti ki o gençleri. En nihayet birinin izini buldu. Delikanlı bir kuaförde kalfaydı. Böyle böyle dedi, seni istiyorlar.
Motorcunun verdiği cevabı ise hiç unutmadı. "Kendimden utandım" diye anlattı bana.
Şöyle cevap vermişti motorcu:
"Onlar tanısa ne olur tanımasa ne olur abi, Allah biliyor bizi!"
Televizyona da çıkmamıştı.
Yazının burasında lafla değil canla konuşan ve 'Direnişçi' sözünü analarının ak sütü gibi hak eden o hekimleri, o efsane motorcuları, o şerefli insanları düşündüm...
İster tanısınlar ister tanımasınlar be, diye geçirdim içimden.
Allah'ın bildiğini, kalbi olan biliyordu...
Sabah