ABD'nin Kum-Necef hattı stratejisi: Mezhep çatışmasından mezhep-içi ayrışmaya
Milli Savunma Üniversitesi Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Programı’nda doktor adayı olan Çağatay Balcı, AA için kaleme aldı:

Oluşturma Tarihi: 2020-02-19 13:20:49

Güncelleme Tarihi: 2020-02-19 13:20:49

Orta Doğu coğrafyası Arap Baharı sürecinin başladığı 2010 yılından itibaren önemli siyasal ve toplumsal kırılmalar ile karşı karşıya kaldı. Bu süreçte devlet-altı gruplar etkinlik kazandı ve devlet dışı silahlı aktörlerin belirleyici konuma gelmeye başladıkları bir ortam kendisini gösterdi. Söz konusu aktörler çok farklı motivasyon kaynaklarının etkisiyle eylemlerini ve etki sahalarını genişlettiler. Bu motivasyon kaynaklarından en önemlilerinin başında kuşkusuz mezhep kimlikleri geliyor.

Arap Baharı sürecinin meydana getirdiği sosyo-politik kırılımlar, toplumsal yapılardaki ayrışmaları derinleştirdi ve bunların birer çatışma kaynağı haline gelmesine yol açtı. Bu bağlamda pek çok ülkede mezhepsel kimlik motivasyonu çerçevesinde yaşanan çatışmalar ortaya çıktı. Böylelikle mezhep kimlikleri Orta Doğu'nun siyasal ikliminde tarih boyunca sahip olduğu etkiyi üst düzeye çıkardı. Bu süreçte mezhep kimlikleri siyasal şiddetin ana unsurlarından biri haline geldi; çeşitli silahlı gruplar mezhepsel kimlik anlatıları temelinde örgütlendi. Bu durumun en somut örnekleri DEAŞ terör örgütünün Irak ve Suriye'deki faaliyetleri ve bu örgüte karşı mücadele süreçlerinde gözlemlendi. DEAŞ'ın, Irak ve Suriye'deki varlığı, Şii topluluklara yönelik düşmanca söylemleri ve terör eylemleri mezhep kimliğinin bir çatışma dinamiğine dönüştüğünü açıkça gösterdi. Özellikle Irak'ta, DEAŞ'ın ortaya çıkışı ve etkinlik kazanma sürecine ilişkin olarak sıkça vurgulanan, ABD işgali sonrası Sünnilerin siyasal alandan dışlanmaları ve Şii siyasal tahakkümünün tesis edilmesi çabası mezhepsel kimliğin çatışma dinamiğine dönüşüm süreci açısından zemin teşkil etmekte. Bu zemin çerçevesinde DEAŞ'ın Şii toplumuna karşı gerçekleştirdiği terör eylemleri ve bununla mücadele amacıyla tesis edilen Şii milis yapılar mezhepsel çatışma gerçeğini en şiddetli biçimde gösterdi.

Bu süreç tabii ki yalnıza yerel dinamiklerin etkili olduğu bir süreç değildi. Küresel ve bölgesel düzeyde iki ana aktör, Irak'ta ortaya çıkan bu mezhepsel çatışma ortamında ABD ve İran'ın tutumları ve hamleleri belirleyici unsurlar olarak işlev gösterdi. DEAŞ'a karşı koalisyonun başını çeken ABD ve Irak'taki Şii milislerin örgütlenmesi, eğitilmesi ve yönlendirilmesi konusunda ana aktör olan İran bu sürecin seyrini ve karakterini değiştirdi. Bu bağlamda, özellikle Irak'ta oluşan ABD-İran-Şii milisler bloğu, Orta Doğu'da, 11 Eylül'den bu yana inşa edilen “Sünni aşırıcılığa karşı ılımlı Şii paramilitarizmi” şeklindeki anlatının tamamlanma evresine işaret etti. Bu durum, Sünni toplumların “DEAŞ destekçiliği” anlatısı ile kriminalize edilerek her türlü siyasal katılım, itiraz ve taleplerinin sınırlandırılmasına yol açtı ve Sünni toplum siyasal alan dışına itilmeye başlandı. İran'ın bu süreçte kazandığı etki ve tüm bölgede kendisini gösteren nüfuzu ise yeni ABD yönetiminin tepkisini çekerek makro düzeyde değişimlere yol açtı.

TRUMP YÖNETİMİ MEZHEP İÇİN ÇATIŞMAYA ODAKLANDI

ABD'nin Orta Doğu'ya yönelik yakın dönem politikasını giderek mikro düzey hedefler ve anlatılar çerçevesinde belirli periyotlar temelinde incelemek mümkün. Bu bağlamda ilk olarak 90'lı yılların başından itibaren gelişen “terörizmle mücadele” anlatısına odaklanmak gerekiyor. 90'lı yıllar boyunca radikal terör örgütlerinin gerçekleştirdiği büyük saldırılara maruz kalan ABD bu dönemde, Orta Doğu'daki bazı devletleri ve liderleri terörizmin kaynakları olarak belirledi. Bu durum 11 Eylül 2001 saldırıları ile birlikte genelleşerek tüm Orta Doğu'ya yönelik “Ya bizimlesiniz ya teröristlerle” söylemi çerçevesinde geniş bir tehdit alanı oluşturdu. Bu dönemde ayrıca, “İslami terör”, “Terörizme karşı savaş” anlatıları, Samuel Huntington tarafından öne sürülen “Medeniyetler Çatışması” tezinin bir ölçüde somutlaştığı ve pratiğe geçirilmek istendiği bir ortamı hazırladı. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından Afganistan'a yönelik olarak düzenlenen terörle mücadele harekatı, ABD'nin, topyekün İslam dünyasını ve İslam dinini kriminalize etmeye çalıştığı bir iklimi ortaya çıkarmıştır.

Bush yönetiminin ardından göreve gelen yeni ABD lideri Obama döneminde, özellikle Arap Baharı sürecinin yol açtığı yeni kaotik gelişmeler “İslami terör” anlatısının genelleştirilmiş biçiminden sıyrılarak daha spesifik bir biçime evrilmesini sağladı. Obama yönetimi döneminde, el-Kaide ve DEAŞ terör örgütlerinin Orta Doğu'daki kaotik siyasal ortamlarda etki kazanmaya başlamaları ABD açısından ciddi bir tehdit olarak algılandı. Bu durum özellikle, DEAŞ'ın ortaya çıkış alanı olan Irak'ta büyük bir tehlike oluşturdu. Bu bağlamda ABD, bölgede İran ile işbirliği içerisinde, DEAŞ'a karşı yerel Şii milislere destek verdi. İran ve Şii milislerin DEAŞ'a karşı mücadeleleri uluslararası kamuoyunda yeni tehdit söyleminin “Sünni cihatçılık, Sünni aşırıcılık” olarak sunulmasına zemin hazırladı; bu durum, İslam dünyası içerisinde “Şii-Sünni” çatışmasının emareleri olarak yorumlandı. Bu süreçte, özellikle Şii milislerin, faaliyet gösterdikleri bölgelerde Sünni toplumlara yönelik şiddet eylemleri “mezhep çatışması” anlatısının temellenmesine yol açtı.

Son olarak, Trump'ın ABD başkanı olması ile birlikte ABD'nin bu stratejisinde önemli değişimler gözlemlendi. Öncelikle İran karşıtı bir tutum sergileyen Trump yönetimi, İran'ın bölgedeki etkisinin sınırlandırılmasını temel politika hedeflerinden biri olarak belirledi. Bu çerçevede, Obama döneminde temel tehdit olarak kodlanan “Sünni cihatçılık, Sünni aşırıcılık” ve “Sünni cihatçılığa karşı Şii paramiltarizmi” anlatısı geri plana itilmeye başlandı. Bu anlatının bölgede İran'a alan açtığı görüşünde olan Trump yönetimi, İran'ı bölgede sınırlandırma hedefi doğrultusunda mezhep çatışması anlatısı yerine mezhep-içi ayrışmaya odaklamış durumda. Trump yönetimi, İran Devrim Muhafızları Ordusu ve bu yapı ile doğrudan ilişkili olan Haşdi Şabi gruplarının terör örgütü ilan edilmesi ile bu konudaki ilk adımını attı. Bu şekilde, ABD, Irak'ta faaliyet gösteren Şii milisler arasından İran yanlısı grupları terör örgütü olarak kabul etmiş, diğer grupların ise meşru aktörler olduklarını savunmuştur. Bu durum, İran'a mesafeli olan gruplara açık bir işbirliği mesajı olarak okundu.

Kasım Süleymani ve İran'a en yakın Haşdi Şabi bileşenlerinden birinin komutanı olan Ebu Mehdi El Mühendis suikastlerinde ABD'nin yeni stratejik tavrı açık biçimde kendisini gösterdi. Aynı zamanda, yakın zamanda Irak'ta başlayan halk hareketlerinde de İran karşıtı tutumlar ve Haşdi Şabi'ye yönelen tepkiler de ABD yönetiminden olumlu karşılıklar buldu ve desteklendi. Bu sosyo-politik iklim, İran'a ve İran'a yakın milis gruplara yönelik ciddi bir karşıtlık zeminini ortaya çıkardı. Bu zemin, İran'ın Fars milliyetçiliği ve Şii mezhepçiliğini sentezleyerek mezhep kimliğini Irak'a müdahale aracına dönüştürdüğü yönünde algıyı doğurdu. Bu algı, mezhep kimliği içerisinde, DEAŞ ile mücadele sürecinde ötelenmiş olan görüş ayrılıklarının yeniden canlanmasına sebep oldu.

IŞİD SONRASINDA İRAN-IRAK ŞİİLİĞİ AYRIŞTI

Ünlü sosyolog L. Coser'ın toplumsal çatışmaları sınıflandırmak amacıyla kullandığı dış çatışma ve bölücü iç çatışma kavramları bu süreci aydınlatır mahiyette. Coser'a göre dış çatışma, bir grubun, kendisine yönelen dış tehdide karşı koymasını ifade etmekte ve birleştirici bir işlevi yerine getirmektedir. Buna karşın bölücü iç çatışma söz konusu grubun temel değerleri ve normları üzerindeki ihtilaflardan kaynaklanmakta ve yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır. Bu çerçevede, DEAŞ ile mücadele sürecinde Iraklı Şii gruplar ve İran arasında, bir “ortak öteki”ye yönelen dış çatışma durumu ile dayanışma ve birleşme ortaya çıkmıştır. Fakat, DEAŞ'ın yenilgiye uğratılmasının ardından, İran'da hakim olan Şii görüş ile Irak'ta hakim olan Şii görüş arasındaki farklar somutlaşmaya başlamış ve bu bir ayrışmaya dönüşmüştür.

Tarihsel olarak, Şii dünyası içerisinde bir rekabet alanını ifade eden Kum-Necef hattı bu bağlamda mezhep-içi bir ayrışma döneminin zeminini de ifade ediyor. Iraklı Şiiler tarafından İran'da geçerli olan Şiiliğin Zerdüşti köklere sahip olduğu, Fars milliyetçiliğinin Şiilik ile sentezlendiği, Velayeti Fakih'in Şiilik ile bağdaşmayan bir siyasal teori olduğu yönündeki eleştiriler mezhep-içi ayrışmanın güçlü dayanaklarını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, Irak'taki halk hareketlerinde kendisini gösteren İran karşıtı Arap milliyetçiliği iklimi de bu dayanakları destekleyecek güce sahip. Bu bağlamda, tarihsel bir rekabet alanı olan Kum-Necef hattının, ABD'nin İran'a yönelik yeni stratejisinin önemli bir parçası olacağı öngörülebilir.

ABD'nin, Iraklı gruplar arasında İran yanlısı-İran karşıtı dikotomisi oluşturma çabası, son halk hareketlerinde ortaya çıkan İran karşıtlığını desteklemesi ve son olarak Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun, Iraklı Şii en üst Şii mercii ve Velayeti Fakih teorisine muhalif olan din adamı Ayetullah Sistani'nin geçirdiği ameliyat sonrasında yaptığı “Benim ve milyonlarca Iraklının duası bu ülkenin aydınlığa çıkmasında ülke insanlarına ilham kaynağı olan Ayetullah Sistani içindir” açıklaması, ABD'nin bölgede mezhep-içi ayrışmalar çerçevesinde yeni bir strateji izleyeceğinin işaretlerini göstermiştir. Sistani gibi karizmatik liderlerin desteğinin sağlanması ABD'nin, İran'ın etkisini sınırlandırma hedefi açısından son derece kritik. Bu noktada ABD'nin en önemli avantajı ise Irak halkı tarafından İran ve İran yanlısı milis gruplara yönelik tepkinin yanı sıra tarihsel bir rekabet olan Kum-Necef rekabetidir. Bu bağlamda, Şii dünyası ve teolojisi içerisinde önemli bir rekabet düzlemi olan Kum-Necef ayrışması, Şii mezhebi içerisindeki itikadi farklılıklar ve görüş ayrılıkları, ilerleyen dönemde siyasal, jeopolitik ve sosyo-politik bağlamlarda ABD'nin Irak-İran politikasının ana unsurlarından biri olacaktır.