Meselelere “ilişkisel bakmak” yol gösterici olabilir. Türkiye, 1923'de kurulan bir “devlet-ulus” olarak tecessüm etti. Bunu parçalı ve eklektik olarak düşünürüz çok defa. Yâni “ulus devletleşti” veya tersinden “devlet uluslaştı” der, çıkarız işin içinden. Bu ifadelerin açılımı, ulusun bir devlet sâhibi olarak kendisini “kurumsallaştırması ”veya tersinden, egemenliği devralarak ulusun “devleti ulusallaştırması”, yâni “toplumsallaştırması”dır. Türkiye'de müphem kalan, tam da bu ilişkinin sınırlarının ve ölçülerinin ne olduğudur. Mesele iki blok olarak devlet ve ulusun üstünkörü bir birbirine eklemlendirilmesi, tutkalla tutturulması, yapıştırılması değildir. Hayli girintili, çıkıntılı, inceden inceye hesaplanmış bir terzilik gerektiren bir iştir devlet ve ulusu birbirine dikmek. Bizde maalesef bu hüner gelişmedi.
Pekiyi o zaman ne oldu? Devlet-ulus ilişkileri yaygın bir spekülasyonun konusu olarak çalıştı. Kimileri devleti, kimileri ise ulusu yücelterek mütemâdiyen çatıştı. İlki bir iktidâr pratiği; diğeri ise bir muhalefet pratiği olarak keskinleşti. Fâsid daire de burada oluştu. Muhalefetler, hak, hürriyet nidalarıyla “ulusun bağrından” çıktı, iktidar olduklarında ise dışa karşı güvenlikçi, içeriye karşı ise “nizamcı” yüzleriyle katıksız devletçi kesildiler.
Bu fâsid daireyi besleyen ise daha derinde fâsid bir ekonomik örüntünün olduğu unutulmamalıdır. Buna kısaca, evvelâ toprağın, daha sonra da hizmetler sektörünün merkezde olduğu rant ekonomisi denilebilir. Şahsî kanaâtim, devlet-ulus ilişkisinin bu hâle gelmesinin, çarpıklaşmasının esas sebebi de budur. Moden dünyada ulus, “sürdürülebilir” ve “arttırılabilir” ölçeklerde “değer üreten” bir varlık olarak mânâ kazanır. Her şey, bu değerlerin kamusal ve kurumsal alanlara mâli kanallarla aktarılmasında somutlaşıyor. Değeri üreten ulus, adı devlet olan kamusal-kurumsal güce adına “vergi” denilen bir kaynağı “ne kadar”, “hangi kullanımların önceliği” üzerinden aktaracak; bunun denetimi nasıl sağlanacaktır? Ulus ile devlet ilişkisinin nasıl olacağını esasta belirleyen budur. Cumhuriyeti ve demokrasiyi mânâlı tecrübeler olarak olgunlaştıracak olan da budur.
Türkiye'de söylemde çatışsa da devlet ve ulus fetişizmi buradan doğuyor. Varlık, zenginlik üretiyoruz, ama değer üretemiyoruz. Devlet “varlık” üretmenin sâdece aracı değil bizzat “kendisi” hâline geliyor. Ulusal girişimcilik ise devlet ile kurulan kuralsız veya kuralına uydurulmuş ilişkiler üzerinden, yağmacılığa dönüşerek şekilleniyor. Bürokrasiler ile girişimciler arasında kayıt dışı paylaşımlar temelinde, evet varlıklar büyüyor, zenginlikler oluşuyor, birikiyor, ama “değerli” işler değil bunlar. Demokrasi ise bunun erişim yollarını veriyor. Şahsîci, hemşehricilik temelinde, “klanokrasi” olarak işliyor süreçler. Değer üretmeden varlık büyütmek varolan değerleri de erozyona uğratıyor. Kültür, kimlik, inanç fetişizmi de bunun bir çıktısı. Soru basit: Vergi kaçakçılığının yaygınlaştığı, olağanlaştığı, sık sık affa uğradığı yerde hangi ahlâkî değer barınabilir ki? Vergi kaçakçısı bir toplumdan ulus çıkar mı? Devleti ve milleti ile bölünmez bir bütün olmanın esrarı nedir?
2023 Vizyonu, eğer olacaksa, kimsenin kendisini dışarıda tutmayacağı, esaslı bir iç hesaplaşmayı gerektiriyor. Cârî hesaplaşmaların dışında bir hesaplaşma olmak zorunda bu. Eğer yapabilirsek, evet hiç şüphem yok, bir asır daha kazanırız.
Yeni Şafak