Eski Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un ifadesiyle, uzun süre dışlanan bir şeytan geri döndü. Avrupa'da aşırı sağ için şeytan ifadesinden daha ağır bir tabir olamaz. Uzun yıllar merkez siyaset tarafından görmezden gelinen aşırı sağ, 2014 yılında yapılan Avrupa parlamentosu seçimlerinde o zaman için büyük başarı sayılabilecek bir oy oranı ile 70'ten fazla vekil ile temsil edilir hale gelmiştir. Aşırı sağın, 2014 Avrupa Parlamento seçimlerinden bu derece yüksek oy alarak temsil edilir hale gelmesiyle, bu siyasi hareketlerin ülke bazında değil, artık Avrupa sathında da ciddi şekilde temsil imkanı bulduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Aşırı sağ, maalesef bu seçimlerden sonra Avrupa'da kökleşmiş bir siyasi harekete dönüşmüştür.
2014 yılında yapılan AP seçimlerinden sonra bu güne kadar yapılan Avusturya ve Fransa başkanlık seçimleri, Brexit oylaması ve 2017 yılında yapılan Almanya Bundestag seçimleri, birkaç hafta önce yapılan Finlandiya ve son olarak İspanya seçimlerinde aşırı sağcı siyasi hareketlerin başarıları, bu siyasi hareketlerin artık mevcut bir tehlike olarak karşımızda durduğunun göstergesidir. Pek çok tanımlamalarda bu siyasi hareketleri “sağcı popülist” hareketler olarak tanımlama gayreti görülse de, bu hareketlerin “aşırı sağcı” hareketler olarak tanımlanması, karşımızdaki tehlikenin boyutlarını daha yakın bir şekilde ortaya koyacaktır. Avrupa aşırı sağına, sağ popülizm tanımıyla yaklaşmak, örgütlerden devlet kurumlarına kadar sirayet etmiş -Avrupa'nın genetik bir rahatsızlığı da diyebileceğimiz- aşırı sağ hareketleri hafife almamıza sebep olacaktır.
Bu hareketleri ciddiye almamızı gerektiren pek çok sebepten biri de 2017 yılı başında Almanya'nın Koblenz kentinde yapılan, Fransız Milliyetçi Cephe, İtalyan Lega Nord ve Alman AfD partileri ve başka AB üyesi ülkelerden gelen 40 kadar aşırı sağcı AB parlamento üyesinin yaptığı toplantıdır. Fransız aşırı sağcı Marie Le Pen'in başını çektiği toplantıdan sonra ortaya konulan sonuç hayli ürkütücü: Avrupa Birliği'ni, Avrupa halkları için baskıcı bir yönetim olarak tanımlayan Avrupa'nın 9 aşırı sağ partisi, Le Pen önderliğinde, yeni bir Avrupa geleceği için sözler vererek, mevcut AB ve dünya sisteminin sona erdiğini ve yeni bir gelecek inşasının başladığını ifade ettiler.
ORTAK SÖYLEMLE HAREKET EDİYORLAR
AB içerisindeki üye ülkelere şöyle hızlıca bir göz gezdirdiğimizde, Belçika'da Flaman Hakları (Valaams Belang) Bulgaristan'da ATAKA, Danimarka'da Danimarka Halk Partisi (Daenische Volkspartei), Finlandiya'da Gerçek Finliler (Wahren Finnen), Fransa'da Milliyetçi Cephe (Front National), Yunanistan'da Altın Şafak, İngiltere'de UKIP (UK Independence Party), İtalya'da Lega Nord, Hollanda'da Özgürlük Partisi PVV, Norveç'te İlerleme Partisi (Fremskrittspartiet), Avusturya'da Avusturya Özgürlük Partisi (Freiheitliche Partei Österreichs (FPÖ)), Polonya'da Hak ve Adalet partisi (PiS), Portekiz'de Partido Nacional Renovador (PNR), Romanya'da Büyük Romanya Partisi (Partidul romania Mare), İsveç'te İsveç Demokratları (SD), İsviçre'de İsviçre Halk Partisi (SVP), Slovakya'da Slovak Milliyetçi Partisi (SNS), Çekya'da Sosyal Adalet ve İşçi Partisi (DSSS), Macaristan'da İyiler Partisi (Jobbik), Kıbrıs Rum Kesimi'nde Milliyetçi Halk Cephesi (ELAM), Almanya'da Almanya için Alternatif Partisi (AfD) Avrupa Birliği üyeleri içerisinde örgütlü bulunan aşırı sağcı siyasi hareketler olarak karşımıza çıkmakta. Bu partilerin pek çoğu ülkelerin milli parlamentolarında temsil edilmekte, hatta İtalya ve Avusturya bilinen en yakın örneklerinde olduğu gibi, koalisyon ortağı olarak hükümetlerde de yer almaktadırlar.
Bu ülkelerdeki aşırı sağ partilerden, Macaristan'daki Jobbik partisini bir kenara bırakırsak, genel olarak ortak bir söylem ile hareket ettiklerini ifade etmek mümkündür. Bu söylemler, Avrupa Hristiyan kültürünün geliştirilmesi, Avrupa Birliği karşıtlığı ve ülkelerinin Avrupa Birliği'nden çıkmasının sağlanması, göçmen ve yabancı karşıtlığı, Avrupa'ya olan göçün sıfırlanmasının sağlanması, Avrupa'da görünür olan İslam dinini kamusal alandan dışlanması, ülkeler bazında İslam dinine yasaklar getirilmesi ve Müslümanların haklarının kısıtlanması üzerinde odaklanmaktadır. Bu söylemlere ilave olarak Macaristan'daki Jobbik hareketi söylemleri içerisinde Yahudi karşıtlığı da yer almaktadır. İlginç olanı ise Yahudi karşıtlığı ve göçmen karşıtlığını bir yana bıraktığımızda, Avrupa'daki sol siyasi hareketlerin de İslam karşıtlığı ve AB karşıtlığı söylemlerinde aşırı sağ hareketler ile atbaşı gittiğinin gözlemlenmesidir.
Aşırı sağ siyasi hareketlerin sadece siyasi söylemlerde birliktelikleri öne çıkmamakta, bu siyasi hareketler ülkelerinin milli parlamentolarının seçim dönemlerinde de birbirlerine destek vermekten kaçınmamakta, birbirlerinin kampanyalarında aktif olarak boy göstermektedirler. Ülkeler ve diller farklı olsa bile, bu siyasi hareketler, aşırı sağ söylemlerinin kitlelere aktarımı konusunda ve siyasi tecrübelerini birbirlerine aktarma konusunda oldukça etkin bir hareket ağı oluşturmuşlardır. Ortak hareket tecrübelerini her fırsatta ortaya koyan bu siyasi hareketlere son örnek, Alman AfD ile İtalyan Lega Nord partilerinin önümüzdeki mayıs ayı sonunda yapılacak AP seçimlerine, ortak seçim propagandasıyla hareket etme ve birlikteliklerini AB parlamentosunda da sürdürme yönündeki girişimlerdir.
AŞIRI SAĞIN BÜYÜYÜŞÜ KATMANLI BİR SORUN
Avrupa ülkelerinde aşırı sağın görünür ve sevimli yüzünü oluşturan bu siyasi hareketlerin, Avrupa ülkelerinde zemin bulmasını sadece artan mülteci sorununa veya Orta Doğu'da yaşanan gelişmelere istinaden artan İslam düşmanlığına bağlamak da doğru değil. Avrupa'da aşırı sağın yükselişi, geçmişi olan, katmanlı büyüyen bir sorundur. AB içerisindeki çekişmelerin ülke politikalarına yansıması, iç politikalarda hükümet edenlerin çaresizliği, örnek bir ülke olan Finlandiya gibi ülkelerde dahi yükselen ve artık zemin bulup kökleşen AB karşıtı bir aşırı sağ hareketiyle bizi karşı karşıya getirmektedir.
Avrupa'da ki aşırı sağın bir de karanlık yüzü var. Siyasi hareketlerin eklemlendiği, aşırı sağın bu tarafı ile gün yüzüne çıkan ilişkilerin artık saklanmadığı, geniş tabanlı ve sıkı organize olan, iş birliği ile hareket eden ırkçı ve karanlık bir aşırı sağ hareketi artık Avrupa'da mevcuttur. Yumuşak söylemlerin ve siyasi hedeflerin arkasında yer alan, karanlık ve geniş tabanlı, terörize olmaya meyilli bir aşırı sağ hareketi, bugün Avrupa'yı kuşatmış durumda. Moskava'dan Lizbon'a, İtalya'dan Norveç'e kadar, her fırsatta bir araya gelen bir aşırı sağ ağı ve iş birliği zemini oluşmuş durumdadır.
Avrupa aşırı sağının görünmeyen yüzü, 90'lı yılların başından bugüne pek çok şekilde ve değişik isimler altında kendini göstermektedir. Avrupa'da uzun süre göz ardı edilen ve bir tehdit olarak görülmeyen bu hareketler, bir yandan aşırı sağ siyasi hareketleri tabanda beslerken, öte yandan günümüzde AB ülkelerindeki yerleşik siyasi sistemleri ve anayasal düzenleri tehdit eder hale gelmiştir. Neo-Nazi eksenli bu hareketler, pek çok yönüyle paramiliter özellikler taşımakta ve geçmişteki aşırı sağcı örgütler ve kurumlar olan, Alman SS, Waffen-SS ya da Avusturya'daki Heimwehren, İtalya'daki Squadre d'azione ya da Sırp Çetnik yapılanmalarını örnek almaktadırlar. Buna ilave olarak bu hareketlerde ABD kaynaklı “Ku Klux Klan”da olduğu gibi Hrıstiyan aidiyeti akımlarının varlığını da tespit etmek mümkündür.
Batı Avrupa'da aktif olmayan, ancak Balkan ülkelerinde, Doğu Avrupa'da aktif olan paramiliter aşırı sağ hareketler, diğer ülkelerdeki terörize olmamış görünen aşırı sağ hareketlere talim için ev sahipliği yapmaktadır. Norveç'in Utoya adasında yakın tarihin en büyük katliamını gerçekleştiren Breivik ve son olarak Yeni Zelanda'nın Christchurch kentindeki kanlı cami saldırılarını düzenleyen ve “Lone wolf (yalnız kurt)” olarak tanımlanan katillerin eylemleri bu örgütlerle bir bağlantı olduğunu açıkça ortaya koymasa da, hem Utoya'daki saldırı hem de Christchurch saldırısında, saldırıyı gerçekleştirenlerin manifesto olarak kaleme aldıkları açıklamalarda, saldırıları gerçekleştirenlerin Avrupa'daki paramilitarize aşırı sağ örgütlerle bağını ortaya koymaktadır. Christchurch saldırısını gerçekleştiren teröristin Avrupa aşırı sağ hareketlerinden biri olan Avusturya kimlik hareketi ile olan bağı, saklanamayacak derecede gün yüzüne çıkmıştır.
Paramilitarize olmuş örgütler haricinde, Almanya'daki NSU örgütü gibi, daha bağımsız hareket eden ve sistematik planlı cinayetler işleyen aşırı sağ örgütlerle, aşırı sağın siyasi boyutundan, terörize olmuş boyutuna Batı Avrupa'da artık katmanlı bir aşırı sağ hareketi mevcuttur.
Terörize olmuş bu gruplar haricinde, Alman PEGİDA ve Fransız “Kimlik Hareketi” terörize olmuş gruplarla, siyasi hareket arasındaki söylem bazındaki bağı sağlayan gruplar olarak dikkat çekmektedir. Özellikle 2003 yılında Fransa'da basit bir internet fenomen hareketi gibi ortaya çıkan “Kimlik Hareketi” bugün Fransa'da yaşanan olayların da arka plan destekçilerindendir. Kimlik Hareketi, günümüzde Almanya, Avusturya ve İsviçre gibi ülkelerin yanısıra, İskandinav ülkelerinde de zemin bulmaktadır. Kimlik hareketi yanında Almanya'da 2014 yılında ortaya çıkan PEGİDA hareketi, AfD nin bir siyasi hareket olarak güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Kimlik Hareketinin, aşır sağın düşüncelerine göre eğitimlerin verildiği ve bu düşüncelerin yaygın ideolojiye dönüştürüldüğü “Devlet Politikaları Enstitüsü” adı altında kurmuş olduğu bir düşünce kuruluşu dahi vardır.
Gerek Kimlik Hareketi'nin gerekse PEGİDA'nın söylemleri, aşırı sağ siyasi hareketlerin yumuşatılmış hedef gösteren söylemlerinden farklı olarak, daha sert, açık ve doğrudan hedef gösteren ifadeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Her nekadar kendilerini ırkçı olarak tanıtmasalarda, kültürel bir değişime karşı çıkarak, kendi kimliklerini koruma iddiasındadırlar. Homojen bir toplum talebinde ve yabancı kültürlere karşı, göçmen karşıtı söylemleriyle, Avrupa'da orta sınıftan geniş bir halk kitlesine hitap eden ve destek bulan bu grupların, hem terörize olmuş aşırı sağ gruplarla, hem de aşırı sağ siyasi hareketlerle örtüşen birliktelikleri, Avrupa'daki aşırı sağın geniş ve organize yapısı hakkında bilgi vermektedir.
Siyasi hareketlerden paramilitarize organizasyonlara, küçük yerel gruplardan, PEGİDA ve Kimlik Hareketi gibi organize aşırı sağ gruplara kadar, söylemlerde ortak bileşke ise açık seçik İslam düşmanlığı olarak kendisini göstermektedir. Bütün bu sayılan yapıdaki aşırı sağ örgütlerin İslam düşmanlığı bağlamında söylemlerinde görülen özellik Hıristiyan ve Yahudi kültürü ile yoğrulan “Akşam Ülkesi'nin ” islamlaşmasının önüne geçmektir. PEGİDA açılımında, A'nın Abendland=Akşam Ülkesi kavramına açıkça yer vermesi ve Hristiyan-Batı kültürünün islamlaşmasının önüne geçilmesini savunması, kimlik hareketinin, Pers imparatorluğuna karşı savaşan ve Perslileri yenerek Akşam Ülkesi'ni kurtaran Spartalıların kalkanlarındaki sembol olan “Lambda”yı hareketlerinin sembolü olarak seçmeleri, bu hareketlerin beslendiği tarihsel damarların izlerini ortaya koymaktadır. Chrischurch saldırısında katilin silahı üzerindeki yazılanlar da aşırı sağın beslendiği bu kanalları göstermesi açısından ilginçtir.
Tüm yüzleriyle kısaca ortaya koymaya çalışılan bu hareketler, bütün yönleriyle kendilerini yeni sağ ya da yeni liberalizm olarak tanımlasalar da, Almanya gibi ülkelerde, siyaset dışı olan Kimlik Hareketi gibi örgütler, aşırı sağ ve ırkçı yaklaşımları nedeniyle istihbarat birimleri tarafından takip edilmekte ve kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak, siyaseten güçlenen aşırı sağ, hem orta sınıf halka, hem de kurumlara sirayet etmiştir. Şu anda Avrupa'da devlet kurumlarında yerleşik bir aşırı sağ varlık gözlemlenmektedir.
İkinci Dünya savaşı öncesindeki aşırı sağ hareketlerden çok farklı olan bu yeni yapılar, katmanlı ve birbirleriyle görünmez sıkı bir iş birliği halindedir. Ana söylemleri “Akşam Ülkesini islamlaşmadan kurtarmak” olan aşırı sağ hareketler, eşcinsellik, uyuşturucu tüketimi, pedofili gibi Batı toplumlarındaki sosyal problemleri, herkese bulaşacak olan bir mikrop olarak tanımlamaktalar ve Akşam Ülkesinin geleneksel değerlerine dönerek, Akşam Ülkesinin batışına engel olunması gerektiğini savunmaktalar. Bu açıdan, Batının aydınlanma hareketini sorgulayan ve aydınlanma öncesi kültürel değerlere dönüş arzulayan bu aşırı sağ hareketler, sadece Avrupa'da yaşayan müslümanlar ve yabancılar için değil, gelecekte Avrupa'nın varlığına kasdeden bir veba mikrobu, gibi şimdiye kadarki yerleşik aydınlanma kültürünü de tehdit eden bir vakıa olarak karşımızdadır.