Selam...
On yıl kadar oluyor...
Bir plazanın asansörüne adım atarken içerideki kalabalığa bakıp "Selam" demiştim...
Arkalarda duran pek şık orta yaşlı bir hanımdan ses çıktı: "Ayy Haşmet Bey, siz de mi günaydın demeyi bıraktınız!"
Gülümsedim...
"Durun" dedim, "henüz arkasını getirmedim selamımın, bakalım o zaman ne diyeceksiniz!"
Hemen yanı başımda duran ve plazanın tamir işleri için yukarıdaki katlara çıktığını tahmin ettiğim iş tulumlu genç, bıyık altından gülmeye başladı.
Can Ataklı yüzünden hatırladım yukarıda anlattığım günü...
Hani geçen gün yayındayken "Selamün aleyküm" deyip sonra toparlamaya çalışırken "Ben böyle bir şey demem ama şimdi moda; çocuklara bile söylettiriyorlar" diye birtakım laflar etmiş ya, ondan.
Bir de "bilme" tekelini asla başka kesimlere bırakmak istemezler, malum...
Ataklı da hemen yalan yanlış eklemiş: "O sözün esasını Yahudilere sorun, anlatsınlar, niye Arapça söylüyorsun, iyi günler de!"
Peki özünde neyin nesidir bu?
Bitmeyen 28 Şubat özlemi falan mı?
Söyleyeyim...
Birincisi...
Başka ülkelerdeki İslamofobiye bakmak bazen hem yanıltıyor, hem de aldatıcı oluyor.
Çünkü İslam'dan korku, hatta İslam karşıtlığının en derin, en sabit hali doğrudan bizim toplumumuzda yer etmiştir.
Talim terbiye ürünüdür.
Yerleşiktir, sabittir, kuşaktan kuşağa aktarılır.
Bu kesim çok sıkışırsa Macron'laşır: Yani "Bizim İslam'ımız olmalı, İslam halkın eline bırakılmamalı" havası çalmaya başlar.
İkincisi...
İçimizdeki İslamofobi sınıfsaldır.
Daha açıkçası...
Halk düşmanıdır.
İster "selamlaşma"ya, ister Kuran eğitimine, ister başka bir konuda malum sosyal kesimden gelen itirazlara dikkatle bakın, göreceksiniz.
Halkın "burunlarının dibine kadar" sokulmasına gıcık olmalarındandır bütün bu çıkışlar...
Sabah