Egemen Filistin’in başkenti İstanbul'da ilan edildi
Vaktiyle Filistin halkına intikal ettirilmek üzere Türkiye’den terki istenip askıya alınan Kudüs üzerindeki hukuki egemenliğin İsrail’e devri girişimi, bir asır önceki rolleri değiştiren bir denklem ortaya çıkardı.

Oluşturma Tarihi: 2017-12-14 12:22:54

Güncelleme Tarihi: 2017-12-14 12:22:54

MEHMET AKİF OKUR* | AA

ABD başkanı Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıyan kararı üzerine toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi, İstanbul'a tarih yazdığı günlerinden birini yaşattı. Zirvenin sonuç bildirisi, Filistin meselesini yeni bir kulvara taşırken, İslam coğrafyasını sarsan çatışma ve bölünmüşlüklere rağmen diplomatik inisiyatif sergilemenin mümkün olduğunu da gösterdi. Bildirinin tahliline, İstanbul'da Türkiye'nin öncü inisiyatifiyle “Kudüs-ü Şerif”in ele alınışının çağrıştırdığı bazı düşüncelerden kapı açarak geçmek istiyorum. Böylece, yazının başlığı da daha anlaşılır hale gelecek.

Askıdaki egemenlik

Filistin meselesinin tarihi evrim sürecini uluslararası hukukun merceğiyle inceleyen çok sayıda uzman, Kudüs dahil Filistin topraklarındaki hukuki egemenliğin yaklaşık bir asırdır “askıda” olduğunu ileri sürüyor. Tezlerini ise I. Dünya Savaşı'nın ardından egemenlikle ilgili meselelerde uluslararası hukukun kazandığı yeni çehreye ve manda sisteminin doğasına dayandırıyorlar. Milletler Cemiyeti'yle başlayan dönemde, fetihle egemenlik değişimi hukuk dışı sayılmış, mandater devletler de yönettikleri toprakların egemeni statüsünü kazanamamışlardır. Dönemin temel uluslararası hukuk metni olan Milletler Cemiyeti Misakı'nın 22. Maddesinde, belgenin orjinal dilindeki ifadesiyle, “Türk İmparatorluğu”nun toprakları üzerinde kurulacak manda yönetimlerinin bu statüsüne yer verilmekteydi. Hukuken, Türkiye'nin haklarından feragata mecbur edilmesiyle askıya çıkan egemenlikler, manda yönetimleri sona erip self determinasyon süreci Milletler Cemiyeti'ne üye bağımsız bir devletle tamamlandığında askıdan inerek yeni sahiplerini bulmuştu. Suriye, Irak ve Lübnan bu işleyişin örnekleri arasındadır. Sürecin bugüne dek tamamlanmamış tek istisnasını ise Kudüs dahil Filistin toprakları oluşturuyor.

Türkiye'nin Filistin topraklarındaki egemenliğini hukuken sonlandırmayı hedefleyen ilk metin, ölü doğan Sevr Anlaşması'dır. Ülkemizde daha çok bugünkü sınırlarımıza bakan yönleriyle hafızalarda kalan Sevr Anlaşması'nın 95. maddesi, Balfour Deklarasyonu'na doğrudan atıf yapıyor ve manda idaresinin Filistin'de “kavm-i Yahud için millî bir yurt tesisi” ile vazifeli olacağı hükmünü içeriyordu. Ancak, Mehmetçiğin süngüsü Anadolu yaylasında Sevr'i dayatan iradeyi kırdı. Her ne kadar manda yönetimi daha önce tesis edilmiş olsa da, Türkiye'nin Filistin üzerindeki hukuki egemenliği de Lozan 6 Ağustos 1924'te yürürlüğe girene kadar devam etti. Sevr'deki Balfour Deklarasyonu vurgulu hükme benzemeyen 16. madde, Türkiye'nin sınırları dışındaki tüm haklarından feragat ettiğini genel bir ifadeyle kayıt altına alıyordu.

Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı

Filistin'deki İngiliz mandasının hukuki vazifesi, varlığını meşrulaştıran gayeyi gerçekleştirmekti. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nden koparıp işgal ettikleri toprakları, bu coğrafya üzerinde yaşayan halkları kendi kaderini tayin imkanına ulaştırma gerekçesiyle yönetiyorlardı. Eski egemenin Boğaz'daki uzak başkentinin yerine, yeni bir milli başkent vadediliyordu. Geçtiğimiz yüz yıl boyunca, bu vaadin niçin gerçekleştirilmediği hep soruldu. Verilen resmi cevaplardan biri, 1947 Eylül'ünde Özel Komisyon'un BM Genel Kurulu'na sunduğu raporda yer almaktadır. Komisyon, Filistin'de diğer Arap topraklarında olduğu gibi self determinasyon ilkesinin uygulanmama sebebi olarak “burada Yahudi milli yurdunun yaratılmasını mümkün kılma niyeti”ni göstermiştir.

İngiltere'nin bu süreçteki rolünü II. Dünya Savaşı'ndan sonra devralan ABD, Trump'ın Kudüs kararıyla Filistinliler nezdinde noktalanan “arabuluculuk” yılları boyunca büyük bir ikileme imza attı. Bir tarafta kurucu liderliğini ve sponsorluğunu üstlendiği BM Sistemi, diğer tarafta ise bu sistemin en temel ilkelerini ısrarla çiğneyen İsrail'i destekleme politikası vardı. BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurulu'nun çok sayıda kararına rağmen Kudüs üzerindeki İsrail işgalinin tescillenmesi çabası, uluslararası hukuk düzenini zehirleyen bu sürecin en son halkası. Vaktiyle Filistin halkına intikal ettirilmek üzere Türkiye'den terki istenip askıya alınan Kudüs üzerindeki hukuki egemenliğin İsrail'e devri girişimi, bir asır önceki rolleri değiştiren bir denklem ortaya çıkardı. Türkiye, Filistin topraklarını kendisinden koparan aktörler ve sistemin Filistin halkına söz verip sonraki yüz yıl boyunca ise fiilen uygulanamaz hale getirmek için uğraştığı vaadin günümüzdeki en büyük ve samimi destekçisi olduğunu ilan etti. Başkenti Doğu Kudüs olan, tam egemenliğe sahip Filistin Devleti'nin herkes tarafından tanınması çağrısı, Türkiye'nin inisiyatifiyle İstanbul'da insanlığın önüne konuldu.

İstanbul-Kudüs hattı: Başka bir dünya mümkün

Bu çağrı ve gerçekleşme şekli, son asırda Arap dünyasındaki kimlik tasarımlarının merkezine Türkiye karşıtlığını yerleştiren anlayışın sarsılması için önemli bir fırsat penceresi açıyor. Kudüs ve Filistin meselesiyle ilgili haksızlıklar sebebiyle İslam coğrafyasını kuşatan öfkenin, sonuç almayı hedefleyen diplomatik kanallar aracılığıyla yapıcı bir enerjiye dönüştürülebileceğini gösteriyor. Söz konusu öfkeyi terörle özdeşleştirip arkasındaki haklı infiali insanlığın vicdanından gizlemeyi hedefleyen provakasyon mühendisliğine karşı da meşruiyetin gücüne yaslanıyor. İstanbul Deklarasyonu'nun somut gayesine ulaşması, İslam dünyası ile birlikte küresel düzenin mantık ve dengelerinde köklü bir değişimin yaşandığına işaret eden önemli bir gösterge olacak. Elbette, böylesine büyük bir değişimin ansızın ve tek hamleyle gerçekleşemeyeceğini, risk , gerilim ve çatışmalarla dolu zorlu bir yolculuğa adım attığımızı da hatırda tutmak gerekiyor. Bu seferin muhtemel tesir menzilini merak edenler ise dünden bu yana İstanbul ve Kudüs'ü birlikte anan yüzlerce değişik dildeki milyonlarca cümleyi gözlerinin önüne getirebilirler.

(*) Prof. Dr.; Mehmet Akif Okur, Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır.