Faruk Bildirici'nin kendi sitesi farukbildirici.com'a dün koyduğu “Sedat Peker vakasında gazetecilik bilançosu”, o tipolojiler içerisinde hâlâ gazetecilik yapanları, bağımsızlıktan ve eleştirel akıldan beslenenleri, halkın bilgi edinme hakkını kullanabilmesi için çabalayanları da içeriyor.
Benim dikkatimi diğer taraftaki dört farklı tipoloji çekti!
İlk dökülen yaprak diyebileceğimiz Hadi Özışık, uzun suskunluktan sonra net bir taraf belirleyerek Soylu'dan özür diledi ve yaptığını “mesleğe yakışmayan bir işgüzarlık” olarak tanımladı. Kendine, kendince en ödeyebileceği türden bir fatura kesti!
Veyis Ateş, önce biraz konuşur gibi, konuşacakmış gibi yaptı; sonra yapacağım dediği açıklamayı yapmadan, izin falan denilerek sırra kadem bastı. Aynı kanaldan Fatih Altaylı ısrarla “açıklama gerekir” dese de Ateş'ten ses yok.
Bir de Cem Küçük var. Önce “Elinden geleni ardına koyma. Senin gibilerle sonuna kadar mücadele etmek benim ruhumda var. Bu işler bittiğinde kim nerde olacak göreceğiz” diye posta koyup, sonra yazdığı tiviti silen…
Ve Abdülkadir Selvi… Peker diye biri yokmuş ve onun adını hiç anmıyormuş gibi davranıyor. Taktiği harika!
Madem başlıkta imtihandan söz ettik, bir dersle bitirelim:
1970'li yılların başlarında, televizyonda siyasilerle söyleşilerin yaygınlaştığı dönemde, Fransız Basın ve Enformasyon Enstitüsü'nde hocalık yapan Express Dergisi Editörü Georges Suffert, habercilik tekniklerini anlatırken, siyasetçi ya da bürokrat yanıtı sündürüp, eğip bükmesin diye çok kısa, net yanıt gerektirecek sorular sorulmalı der. Yanıtları önceden hazırlanan soruların gazetecilikten sayılmayacağını anlatır. Sonra, bir seçim kampanyası sırasında öğrencilere anlattığının örneğini bizzat verir. Kendisinin de desteklediği Cumhurbaşkanı Giscard d'Estaing'e “Paris'te ekmeğin fiyatı nedir, biliyor musunuz?” diye soruverir.
Adeta apışıp kalan Giscard çok puan kaybeder, ama gazetecilik kazanır!