Geleceğin Suriye Ordusu: Yeni bir bölgesel tehdit mi?
'Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri' ifadesi, artık Suriye’deki gerçekliği yansıtmaktan çok uzak. Zira harp tarihi boyunca en çok Suriyelinin hayatına kasteden birlikler son yedi senede Baas güçleri arasından çıktı.

Oluşturma Tarihi: 2017-12-08 21:17:01

Güncelleme Tarihi: 2017-12-08 21:17:01

CAN KASAPOĞLU* | AA

Baas rejiminin resmi askeri teşkilatı Suriye Arap Silahlı Kuvvetleridir. Öte yandan bahse konu ifade, artık Suriye'deki gerçekliği yansıtmaktan çok uzak. Bu ordunun önüne 'Suriye' sözcüğün konulması gerçekçi değil, zira harp tarihi boyunca en çok Suriyelinin hayatına kasteden birlikler son yedi senede Baas güçleri arasından çıkmıştır ve bu birlikler sivil yerleşimler üzerinde varil bombaları, balistik füzeler ve hatta kimyasal silahlar kullanmaktan imtina etmemişlerdir. Lübnan Hizbullahı Suriye'de belirli bölgelerin kontrolünü fiilen elinde bulundurmaktadır. Bugün birçok Suriyeli komutana isnat edilen savaş suçları, başka bir ülkenin ordusuna değil, bizzat Suriye vatandaşlarına karşı girişilen sistematik şiddet eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu durum, silahlı çatışmalar hukukunun ötesinde, askeri etik açısından da çok rahatsız edicidir.

Rejim kuvvetlerini tanımlarken 'Arap' nitelemesi yapılması da gelinen aşamada zordur, zira söz konusu birlikler, operasyonel ve hatta taktik düzeyde dahi Rus ve İranlı personelin komutası altında harekat icra etmektedir. Rusya Federasyonu'nun hava ve deniz köprüleri olmadan Suriye Ordusunun lojistik ihtiyaçlarını sağlaması mümkün değildir. Ayrıca, Rus hava gücü olmaksızın kendi ülke topraklarında harekat icra etme yeteneğinden de yoksundur.

Son olarak, Çöl Şahinleri Tugayı gibi elit birlikleri rejime yakın işadamları tarafından finanse edilen, kontrolsüz milis güçleriyle ilerleyen, kendi hava sahasını kontrol edemeyen bir teşkilatı ‘silahlı kuvvetler' olarak adlandırmak da askeri bilimler literatürü açısından pek inandırıcı görünmemektedir.

Rejim güçlerini tanımlamak

Peki, Suriye'de savaş hangi siyasi durum ile sonuçlanırsa sonuçlansın, rejim güçlerinin geleceği nasıl olacaktır? Bu soruya yanıt vermek için, öncelikle bazı temel parametreleri belirlememiz gerekmekte. Baas rejimi güçlerine tam bir silahlı kuvvetler diyemesek de, söz konusu parametreleri tartışırken doğru terminolojiden istifade etmek için yine de bu ifadeyi kullanalım ve kritik soruyu soralım: "Bir silahlı kuvvetlerin karakteristik niteliklerini neler belirler?"

Öncelikle, kuşkusuz ülkenin rejimi ile silahlı kuvvetler teşkilatının görevleri arasında ayrılmaz bir bağlantı vardır. Örneğin, Saddam Hüseyin dönemi Irak Silahlı Kuvvetleri ve özellikle de Cumhuriyet Muhafızları, milli savunma misyonlarının ötesinde rejimi ve bizzat Saddam Hüseyin'in kendisini korumakla yükümlü idiler. Benzer şekilde, Suudi Arabistan Ulusal Muhafızları da kralı ve monarşiyi gerektiğinde Suudi Arabistan Silahlı Kuvvetlerinden dahi korumak üzere görevlendirilmişlerdir. Söz konusu ayrım İran Devrim Muhafızları ile İran Silahlı Kuvvetleri arasında da bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Hafız Esed döneminden itibaren Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, ülke savunmasının yanı sıra rejim güvenliğini sağlamak için teşkilatlandırılmış bir güç olagelmiştir. Bu nedenle önemli tüm birlikler başkent Şam etrafında konuşlandırılmış, hatta başkentin demografisi de değiştirilmiştir. Dördüncü Zırhlı Tümen, Cumhuriyet Muhafızları, Hava Kuvvetleri İstihbaratı gibi birlikler mezhep ve siyasal hassasiyet esaslarına göre kurgulanmıştır.

İkinci olarak, stratejik kültür ile birlikte doktrin ve konseptlerin belirleyici olduğu söylenebilir. 1973 Arap-İsrail savaşında Golan Tepeleri'ni geri almak için taarruz eden ordu, belirtildiği gibi resmi adıyla Suriye Arap Silahlı Kuvvetleridir. Ancak özü itibariyle Suriyelilerden oluşan, Arapça konuşan ancak her kara kuvvetleri taburunda ve her hava kuvvetleri filosunda Sovyet askeri danışmanları bulunan, doktrin ve konseptleriyle Sovyet etkisi altında, "Ortadoğulu bir Kızıl Ordu" olduğu rahatlıkla görülür. Özellikle 1967 Altı Gün Savaşı'nın hezimeti dolayısıyla Şam, kendini Moskova'nın askeri dizaynına bırakmıştır.

Silahlı kuvvetler açısından üçüncü temel belirleyen olarak askeri envanteri değerlendirebiliriz. Özellikle milli savunma sanayi imkanları kısıtlı olan ve savunma alımlarında arz kaynaklarını çeşitlendirememiş ülkeler ile arz edici konumunda bulunan gelişmiş devletler arasında sıkı bir bağımlılık ilişkisi bulunmaktadır. Bu açıdan, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri yaklaşık yarım yüzyıl boyunca Sovyet/Rus ekseninde bir profil çizmektedir. Konunun teknik boyutlarına ilgi duyan okurlar için bir örnek verelim; “Mig-29 avcı uçaklarının refakat ettiği Su-24'lerin hava bombardımanı sonrasında, TOS-1A termobarik çok namlulu rokeatar sistemlerinin ateş desteğinde T-72 ana muharebe tankları düşman mevzileri istikametinde ilerliyordu” cümlesinin 2008 yılında Gürcistan'ın Gori kentine ilerleyen Rusya Federasyonu Silahlı Kuvvetleri için mi, yoksa 2017 yılında Hama kırsalında Suriye Baas rejimi güçleri için mi söylendiğini ayırt etmek zordur. Suriye'de süregelen çatışmalar boyunca Moskova, Şam yönetimine silah sevkiyatını durdurmamış, hatta SS-21 taktik balistik füzeleri, T-90 ana muharebe tankı ve BMPT-72 zırhlı muharebe aracı gibi yeni sevkiyatlar da yapmıştır. Önümüzdeki on yıllarda da, Beşşar Esed yönetimin başında olsun veya olmasın, Suriye'de Baas rejimi iktidarda kaldıkça askeri envanteri ağırlıklı olarak Rus silah sistemlerinden oluşacaktır. Bir diğer kritik arz kaynağı ise oldukça tehlikeli biçimde Kuzey Kore'dir.

Suriye'de savaşın politik zemini, Rejim güçlerinin mezhep esasına göre teşkilatlanmayı sürdüreceğini göstermektedir. Şurası kesindir ki, yedi yıldır süren çatışmalar, Suriye'de mezhep temelli ayrılıkları daha da keskinleştirmiştir. Üstelik kimi uzmanlar, özellikle Sünni popülasyonunun yerlerinden olmasını ve mülteci durumuna düşmesini rejimin kurnazca değerlendirebileceğini düşünmektedir. Öyle ki 1980'li yılların başındaki Hama isyanı sonrasında ilk kez Suriye demografisi rejimin avantaj sağlayabileceği bir profile yaklaşmıştır. Baas iktidarının, evlerini terk edenlerin ülkeye geri dönüşüne yönelik bir güven ortamı oluşturması, hele ülkenin Sünni vatandaşlarını silahlı kuvvetlerin kritik birliklerine ve güvenlik servislerine kabul etmesi söz konusu olmayacaktır. Nitekim kimi Suriyeli yetkililer de iç savaş sırasında ülkeden ayrılanların asla geri gelmemesi yönünde açıklamalar yapmışlardır.

Kritik askeri yetenekler ve bölgesel tehdit unsurları

Suriye Arap Silahlı Kuvvetlerinin olası bir siyasi çözüm sonrasındaki muharip yeteneklerine ilişkin ilk planda akla gelen birkaç önemli husus var. Bu hususlardan ilki, stratejik silah sistemlerinin varlığını hangi ölçüde sürdüreceği. Bu kapsamda da karşımıza Suriye'nin balistik füze envanteri, biyolojik harp programı ve ihlal edildiği istihbarat çevreleri tarafından artık genel kabul gören kimyasal silahsızlanma anlaşması bulunuyor.

2013 yılında yaşanan kimyasal saldırılardan sonra uluslararası toplum ve özellikle de Batı dünyası iki büyük hata yaptı. Bunlardan en önemlisi iç savaş koşullarında keşif ve denetleme mekanizması ile sistematik savaş suçları işleyen bir rejimin deklerasyonlarına dayalı bir kimyasal silahsızlanma planının uygulanabilir olduğunun düşünülmesiydi. Nitekim, ve elbette ki maalesef, anlaşmayı takip eden yıllarda rejimin kimyasal harp faaliyetlerini durdurmaması yukarıda belirtilen çekinceleri doğrulamış oldu.

Yapılan bir diğer hata da, Baas rejimi köşeye sıkıştırılmışken, Irak'a yönelik Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 687 sayılı kararı benzeri (bütün kitle imha silahları programları ve 150 km menzilin üzerindeki tüm balistik füzeleri yasaklayan karar) bir strateji geliştirilmemiş olmasıdır. Dolayısıyla, Suriye Arap Cumhuriyeti bugün biyolojik silahların üretilmesi ve stoklanmasının önlenmesi rejimine tabi olmadığı gibi balistik füze envanterini de korumaktadır. Oysa ki bahse konu balistik füzeler savaş süresince sivil halka yönelik biçimde kullanılmış, ciddi can kayıplarına neden olmuştur. Daha da vahim olarak, yüksek komuta kademesinin neredeyse tamamı, kimyasal silah kullanımı başta olmak üzere işledikleri savaş suçlarından ötürü çeşitli yaptırım listelerinde bulunan bir ordunun biyolojik harp kapasitesine sahip olması uluslararası ve bölgesel güvenlik açısından kabul edilemez bir durumdur. Baas rejimine bağlı güçleri balistik füze taaruzları alanında edindiği tecrübeler ve gelişen genetik mühendislik bilgisi sonucunda biyolojik silahların yakın gelecekte oynayabilecekleri yıkıcı roller de göz önünde bulundurulduğunda, Ankara'nın, Suriye'deki olası siyasi çözüm ne olursa olsun, Şam yönetiminin stratejik silah sistemlerine sahip olmayı sürdürmesine şiddetle karşı çıkan bir diplomatik tavır içinde olması gerekmektedir.

Moskova ve Tahran arasında

Suriye Arap Silahlı Kuvvetlerine ilişkin bir diğer önemli konu da, önümüzdeki yıllarda doktrin, muharebe düzeni, stratejik kültür ve konseptleri açısından daha çok Rusya'nın mı yoksa İran'ın mı etkisi altında kalacağıdır. Bu noktada Moskova'nın ve Tahran'ın kendilerine has avantajları bulunuyor. 

Öncelikle Rusya'nın Suriye'deki askeri varlığının uluslararası hukuk açısından daha sağlam temellere dayandığı belirtilmeli. Son olarak, 2017 yılı başında, Tartus Deniz Üssü ve Lazkiye'deki Hmeymim Hava Üssü'nün kullanım hakları 49 yıllığına uzatıldı. Oysa, İran ile Suriye arasında böyle bir anlaşma bulunmuyor. İki ülke arasındaki askeri işbirliğini düzenleyebilecek tek döküman, ayrıntıları tam olarak bilinmeyen, 2005 yılında imzalanmış olan savunma paktı. Bahse konu savunma paktı kapsamında, İran Suriye'ye bazı silah sistemlerinin transferini ve Rusya, Ukrayna, Çin gibi ülkelerden silah alımlarının finansmanını taahhüt ediyor. İran Silahlı Kuvvetleri ve Devrim Muhafızları personelinin Suriye'de konuşlandırılmasına ilişkin bir düzenleme, bilindiği kadarıyla, bulunmuyor. Hatta o dönemde, Suriye makamları böyle bir olasılığı reddetmişlerdi. Dolayısıyla, "teknik olarak” Rusya, Suriye'de İran'dan daha kalıcı duruyor. Ayrıca, Şam'ın Sovyet Kızıl Ordusu'ndan bu yana Moskova ile geliştirdiği yakın işbirliği sonucu güçlü stratejik kültürel bağlar da oluşmuş durumda. İran'ın bölgedeki varlığı ise Akdeniz'den Afganistan'a uzanan geniş bir coğrafyada mobilize ettiği Şii milislere, Suriye savaşının “"gerçek kazananı" konumunda bulunan Lübnan Hizbullahı ile kurduğu vekaleten harp ilişkisine ve Devrim Muhafızları Kudüs Güçlerinin Suriye güvenlik teşkilatlarına nüfuz etme becerilerine dayanıyor.

Sonuç olarak, İran ve Lübnan Hizbullahının temel dezavantajları Suriye'deki çatışmalar bir şekilde son bulduğunda ülkede kalmalarını garanti edecek uluslararası hukuki zeminden mahrum olmaları, dolayısıyla bir fiili duruma dayanma zorunluluklarının bulunması. Ruslar ise Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ile köklü ve kurumsal ilişkilere sahipler, ayrıca rejim ayakta kaldığı ve Birleşmiş Milletler'de temsil edildiği sürece Lazkiye ve Tartus'daki üslerini garanti altına alacak ikili anlaşmalardan yararlanıyorlar.

Bu noktada, özellikle son dönemde, İran'ın dikkat çekici biçimde Suriye'de kalıcı üs oluşturma çabaları göze çarpıyor. Geçtiğimiz günlerde, İsrail'in bir hava saldırısı düzenlediği iddialarıyla gündeme gelen Şam'ın hemen yakınlarında bulunan el-Kisva askeri tesisi, söz konusu üs çabalarına kritik bir örnek teşkil ediyor. Bir diğer örnek de, açık kaynaklı uydu görüntülerine yansıyan, Banyas yakınlarında inşa edilen -iddialara göre- füze üretim tesisi.

Ufuktaki yeni riskler

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız durumun ötesinde Suriye'nin askeri geleceğine ilişkin tartışmalı diğer hususlar da var. Bunlardan en önemlisi, son dönemde dile getirilen YPG'nin Suriye Ordusuna entegre olması tartışmaları.

Böyle bir gelişme, Türkiye açısından, 1990'larda Suriye'nin terör örgütü PKK aracılığıyla yürüttüğü vekaleten harp faaliyetinden daha ciddi sonuçlar doğurabilir. Açıkçası, Türkiye için Suriye'nin askeri geleceğine dair ideal senaryo YPG'nin izole edildiği, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri'nin stratejik silah sistemlerinden mahrum bırakıldığı -bu kapsamda kimyasal silahsızlanma anlaşmasının daha sıkı uygulandığı ve biyolojik harp programı ile balistik füzelere ilişkin yeni kısıtlamaların da gündeme geldiği- ve rejimin Suriye'nin demografik yapısını kendi lehine değiştirmesine izin verilmediği bir durumun oluşturulmasıdır. Açıkçası, mevcut koşullarda bu sayılanların gerçekleştirilmesi imkansız değil ancak zor. Dolayısıyla Ankara'nın milli güvenliğini sağlamak için dikkatle belirlemesi gereken bir yol haritasına ihtiyacı var.

(*) Dr.; Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi'nde (EDAM) savunma analistidir.