Cemiyet-i Akvâmın (Milletler Cemiyeti) kuruluşu dünya barışını korumak için Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından atılan ilk adımdı. Birleşmiş Milletlerin (BM) bugün Suriye'deki iç savaş karşısında yaşadığı iflasın bir benzeriyle de uluslararası arenadan silindi.
Almanya'nın 1939'da Polonya'yı işgali bu yapıyı uluslararası sahneden silse de aslında Milletler Cemiyeti'nin kepenk kapatmasına neden olan olaylar dizisi Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan Versailles anlaşmasının hemen ardından başladı. İtalyan milliyetçilerin 1919'da Yugoslavya'nın Fiume limanını işgalini, aynı yıl Polonya ve Çekoslovakya'nın zengin kömür yataklarına sahip Teschen bölgesi için yapılan çatışmalar izledi. 1920 yılındaysa Polonya bu kez önce Litvanya'nın Vilna kentini, ardından Rusya'nın 80 bin kilometrekarelik toprağını işgal etti. Bunları 1931 yılındaki Mançurya ve 1935 yılındaki Habeşistan krizleri takip etti. Tüm bu çatışma ve kriz süreçlerinde saldırgan tarafı durduracak güçten ve yaptırım kapasitesinden mahrum olması, Milletler Cemiyeti'nin sonunu getirdi. ABD'nin bu yapıyı terk etmesi de İkinci Dünya Savaşı'nın kapılarını açan önemli faktörlerdendi.
Uluslararası toplum gerek BM gerek Avrupa Birliği (AB) kurumlarının insani krizler ve çatışmalar karşısındaki etkisiz kalışlarına neredeyse bir asır sonra yeniden tanıklık ediyor. 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılışıyla sembolize edilen Soğuk Savaş'ın bitişi, hayal edilen küresel refahı temin etmek yerine, bir dizi çatışma ve krizin tetikleyicisi oldu: Birinci Körfez Savaşı, Yugoslavya iç savaşı, Çeçenistan savaşı, Yukarı Karabağ'ın Ermenistan tarafından işgali, Irak'ın işgali, Afganistan'ın işgali, Arap Baharının ardından Libya, Mısır ve Suriye'de oluşan istikrarsızlık alanları...
Bu çatışma listesindeki ülke ve bölgelerin ortaya koyduğu mutlak müşterek çıktı ise sayıları on milyonlarla ifade edilen düzensiz göçmenler oldu. Listelediğimiz bu çatışma alanlarından kaçan sivillerin ezici bir çoğunluğunun yolunun Türkiye'ye çıkması ise Anadolu'nun sahip olduğu jeopolitik konumun kaçınılmaz bir sonucuydu.
BM SON NEFESİNİ İDLİB'DE VERDİ
Bu savaşları durdurmak ve barışı korumak için kendisinden beklenen rolü oynamakta aciz kalan Birleşmiş Milletler bugünlerde son nefesini İdlib'de vermiş durumda. ABD'nin “Yüzyılın Anlaşması” adı altında sunduğu ve Filistin halkının haklarını savunan tüm BM kararlarının çöpe atılması anlamına gelen plandan sonra, İdlib'deki insani krizde düştüğü durum, 2020 yılı itibarıyla bu kurumun beyin ölümünün gerçekleştiğine ve artık fişinin çekilmesini beklediğine işaret ediyor. AB'yi de bu sürecin dışında tutmak mümkün değil.
TEMEL HEDEF: AVRUPA İLE SINIRLI BİR REFAH TOPLUMU
Yugoslavya iç savaşında Fransa'nın Sırbistan'ı, Almanya'nın Hırvatistan'ı kollayan politikaları, Libya'daki iç savaş başladığında Fransa'nın BM kararı olmadan bu ülkeyi havadan bombalamaya başlayarak savaşın tarafı haline gelmesi ve Arap Baharının ardından Avrupa'nın demokrasi talep eden kitlelere sırtını dönerek Mısır'da Sisi, Libya'da Hafter gibi diktatör eğilimli askeri aktörleri desteklemeye yönelmesi, Brüksel'deki karar mekanizmasının niyetinin küresel bir refahtan ziyade Avrupa ile sınırlı bir refah toplumu meydana getirmek olduğunu teyit etmiştir. Nitekim bu noktada İdlib, BM için olduğu kadar AB açısından da bir turnusol kâğıdı halini aldı. Ve bu turnusol kâğıdı bizlere, AB'nin, Suriye'nin bugün geldiği durumdaki rolünü inkâr ederek hiçbir sorumluluk almak istemediğini söylüyor.
ESED HANEDANININ SUÇLARI HEP GÖRMEZDEN GELİNDİ
BM ve AB'nin İdlib'deki insani krize karşı sergilediği duyarsız yaklaşım, son dokuz yılla sınırlı değil. Yakın tarih incelendiğinde, 1960'lı yıllardan bu yana gerek Suriye'de gerek ise Lübnan'da yaşanan acılara damgasını vuran Esed hanedanının suçlarının Batı dünyası tarafından göz ardı edildiği görülür. 2011 yılında Arap Baharının etkisiyle Dera'da başlayan ayaklanma, Suriye tarihinde Esed rejimine yönelik ilk halk tepkisi değildi.
HAMA AYAKLANMASI
Bu tepkinin doruğa çıktığı noktalardan biri 1982'deki Hama ayaklanmasıydı. Son dokuz yıldaki iç savaşın da merkezlerinden biri olan Hama, 1982 yılının Şubat ayında Hafız Esed'e karşı başlatılan ayaklanmada, rejim güçleri tarafından yerle bir edildi. Üç hafta boyunca karadan ve havadan yoğun şekilde bombalanan kentteki can kaybının ne kadar olduğu bugün dahi bilinmiyor. Rejim güçlerinin (30 yıl sonra bir kez daha tekrarlayacakları şekilde) kimyasal silah kullandıkları Hama katliamında ölenlerin sayısının 10 ila 30 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bunlara ayaklanmanın bastırılmasının ardından gerçekleştirilen toplu idamların dahil olup olmadığı da net değil.
ESED HANEDANININ BATI İLE ÖRÜLMÜŞ İLİŞKİLERİ
Esed yönetimi bu süreçte, iç savaşı bitirme bahanesiyle girdiği Lübnan'da, çatışmaların tarafı haline gelerek bu ülkenin halkına da acılar yaşattı. Lübnan'ın tarihî ve jeopolitik önemi haiz Bekaa vadisinin, yine Suriye'nin bu ülkeyi işgal altında tuttuğu 1980'li yıllarda, PKK dahil uluslararası terör örgütlerinin yuvası haline gelmesi de tesadüf değildi. Fakat Esed rejiminin Suriye ve Lübnan topraklarında işlediği suçlar, 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgalini takiben ABD tarafından kurulan koalisyonda yer almasıyla, bir anda temize çekildi. Esed'in (1 milyar dolar karşılığında da olsa) Irak karşıtı koalisyona katılmış olması, Suriye ile Mısır ve ABD arasındaki iletişimin yeniden başlamasını sağladı. Hafız Esed'in 2000 yılındaki ölümü ve yerine Beşşar Esed'in geçmesiyle Suriye'nin demokratikleşmesi yönünde yeşeren umutlar kısa sürdü. Suriye ordusu 2001 yılında Beyrut'u terk etti, ama aynı yılın Eylül ayında reform yanlısı milletvekilleri tutuklandı.
HARİRİ SUİKASTİ
2002'de ABD Başkanı Bush tarafından “şer eksenine” dahil edilen Esed hanedanının etrafındaki çember, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri'nin 2005 yılında suikasta kurban gitmesinde yine Şam yönetiminin parmağının bulunduğu yönündeki iddialar nedeniyle daha da daraldı.
2007'DE SARKOZY YARDIMA KOŞTU
2007 yılında Deyr ez Zor'da Kuzey Kore yardımıyla inşa ettiği nükleer tesisi İsrail tarafından vurulan Esed rejimini uluslararası izolasyon ve baskıdan kurtarmak için yardıma koşan ise bu defa dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy oldu.
2008 yılında Esed'i Paris'te ağırlayan Sarkozy, Hariri suikastının ardından uluslararası toplumdan yalıtılan Suriye'ye Batı'nın kapılarını bir kez daha açtı. Sarkozy bunun öncesinde benzer bir jesti, 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçildikten kısa bir süre sonra dönemin Libya lideri Muammer Kaddafi'yi Paris'te ağırlayarak yapmıştı. Kaddafi'nin devrilmesi için Fransız savaş uçaklarını BM kararını beklemeden havalandıran Sarkozy'nin, 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası için Kaddafi'den 8 milyon dolar bağış(!) aldığı iddiası ise 2019'da su yüzüne çıktı.
Beşşar Esed henüz devrilmediği için, Suriye liderinin Sarkozy ile ya da bir başka Batılı liderle bu tür bir ilişki içine girip girmediğini henüz bilemiyoruz. İşte Şam'da neredeyse yarım yüzyılı geride bırakan Esed hanedanının Batı ile çifte standartlarla örülmüş ilişkilerinden bir kesit. Esed hanedanının bugüne kadar Batı ile yaptığı anlaşılan kirli anlaşmalar yoluyla, içine yuvarlandığı tüm krizlerden kendini temize çıkarma kapasitesine baktığımızda, İdlib'de yaşanan insani krize uluslararası toplumun gözlerini neden yumduğunu da anlamak zor olmuyor.
MÜNİH GÜVENLİK RAPORU'NDA İDLİB'E YER VERİLMEDİ
Bu göz yummanın somut işaretlerinden biri, aslında henüz bir ay önce kendisini göstermişti. Şubat ayının ikinci haftasında 56.'sı düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı öncesinde yayımlanan Münih Güvenlik Raporu 2020'de, Türkiye açısından dikkat edilmesi gereken bir husus göze çarpıyordu: Raporun 15. sayfasında 2020 yılı için izlenmesi gereken kriz bölgelerine dair hazırlanan bir liste bulunuyordu. Ne var ki Burkina Faso ve Etiyopya'nın dahi içinde olduğu bu listede Suriye'nin ya da İdlib'in adı geçmiyordu.
Münih Güvenlik Konferansı için çalışan uzmanların ve listeyi hazırlayan Uluslararası Kriz Grubu'nun (International Crisis Group) değerlendirmelerinde, Suriye ve İdlib bir kriz bölgesi olarak görülmüyordu. Peki, bu ne anlama geliyordu? Konferansın hemen ardından yine Anadolu Ajansı'nda yayımlanan değerlendirmede, en basit yorumla, içerdiği karmaşık problemler ve göçmen sorunu nedeniyle Suriye'nin Avrupa ve uluslararası toplum için bir tabu haline gelmiş olabileceğine işaret edilmişti. Nitekim AB ve BM'nin İdlib'de yaşananlar karşısında sergilediği tepkisizlik, Suriye konusunun artık uluslararası toplumun radarından çıkartılarak, ABD ile Rusya arasındaki bir meseleye indirgendiği izlenimini uyandırıyor.
YENİ GÖÇMEN AKINI NEDENİYLE AB PANİKTE
Fakat rejimin 2020 yılının ilk günlerinden itibaren İdlib vilayetinin tamamını ele geçirme hedefiyle başlattığı saldırı ve yeniden alevlenen sığınmacı sorunu, bu meselenin ABD ile Rusya arasında çözülemeyecek kadar karmaşık olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Yaklaşık 4 milyon Suriyelinin daha Türkiye sınırlarına dayanmasıyla beraber Ankara, 18 Mart 2016'da imzalanmasından bu yana AB'nin üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmediği Mülteci Mutabakatı Anlaşmasını rafa kaldırdı ve sınırlarını düzensiz göçmenlerin geçişine açtı. AB'nin bu hamleye tepkisi ise bugüne kadar sağlamadıkları maddi yardımın 1 milyar avroluk kısmını vermeyi ve Suriye'nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturulmasını teklif etmek oldu.
2015 yılında 856 bin 723 düzensiz göçmenin Avrupa ülkelerine Türkiye üzerinden ulaşmış olmasının AB üyesi ülkelerin başkentlerinde yarattığı travma bir kez daha canlandı. 2015'te Avrupa'ya ulaşan bu göçmenlerin yüzde 56'sı Suriye, yüzde 24'ü Afganistan, yüzde 10'u ise Irak vatandaşıydı. Bugün düzensiz göçmen kaynağı olan bu ülkelerde 5 yıl öncesine göre istikrarsızlık daha da artmış vaziyette.
ASIL ENDİŞE İDLİB'DEKİ GÖÇMEN NÜFUS
Üstelik AB liderlerinin de itiraf etmek zorunda kaldıkları gibi, onları asıl endişelendiren halihazırda Yunanistan sınırına ulaşan düzensiz göçmenler değil, Rusya ve Esed rejiminin saldırılarıyla Türkiye sınırına baskı yapan 4 milyon kişilik göçmen dalgasının Avrupa'ya ulaşma ihtimali.
TÜRKİYE'NİN UYARILARI DİKKATE ALINMADI
Oysa Türkiye henüz 2012 yılında, can kayıpları 5 bin civarındayken, Suriye'deki iç savaş birinci yılını doldurduğunda, bu ülkenin kuzeyinde uçuşa yasak bölge oluşturulması yönünde uluslararası topluma ilk çağrılarını yapmıştı. O dönemde başbakanlık görevinde bulunan Recep Tayyip Erdoğan 1 Eylül 2012'de, Suriye'nin kuzeyinde oluşturulacak uçuşa yasak bölge ile sivillerin sığınabileceği bir tampon bölgeye ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekmişti. Fakat (İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinden olma ve nükleer silah sahibi olma parametreleriyle inşa edilmiş) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden (BMGK) olumlu yanıt alınamamıştı.
Savaşın giderek ivme kazandığı 2013 yılının Temmuz ayında ise Washington'da dikkat çekici bir gelişme yaşandı. Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey ABD Kongresine ve dönemin Başkanı Obama'ya, ülkesinin Suriye'ye yönelik askeri seçeneklerinin neler olabileceğine dair bir mektup yazdı. Kamuoyuna yansıyan bu mektup o dönemde Türk basını tarafından yetersiz şekilde değerlendirilerek “ABD'nin Esed rejimini devirmek üzere harekete geçeceği” şeklinde yorumlandı. Oysa Dempsey'in mektubu, Batı'nın Orta Doğu'daki meselelere bakış açısının tipik bir yansımasıydı. Dempsey, Beyaz Saray başta olmak üzere ABD yönetimine bir maliyet hesabı çıkarmış, askeri operasyonlara dair beş seçenek sunmuştu.
Dempsey'in önerdiği ilk seçenek, Suriyeli muhaliflere yıllık 500 milyon dolara mal olacak silah, mühimmat ve eğitim yardımıydı. Ne var ki Amerikan Genelkurmay Başkanı Dempsey, bu seçeneğin uygulanması halinde Amerikan silahlarının istenmeyen grupların eline geçebileceği riskine dikkat çekiyordu. İkinci seçenek Esed rejiminin ömrünü kısaltacak türden, rejim güçlerinin askeri kapasitesini sınırlayacak saldırılar yapılmasıydı. Dempsey'e göre bunun maliyeti milyarlarca doları bulabilirdi. Dempsey'in ABD yönetim kademelerine sunduğu üçüncü seçenek “uçuşa yasak bölge” ilanıydı. Ancak bunda hem ABD askerlerinin yükleneceği risk hem de maliyet artacaktı. Dempsey'e göre “uçuşa yasak bölgenin” 2013 yılındaki aylık maliyeti 500 milyon dolar ile 1 milyar dolar arasında değişmekteydi. Dördüncü seçenekte ise Türkiye ve Ürdün sınırlarında, Suriyeli sivillerin sığınması için tampon bölgelerin oluşturulması yer alıyordu. Ki bu da hem askeri risklerin hem de maliyetin üçüncü seçenekteki düzeyi bulması demekti. Dempsey'in önerilerindeki beşinci ve son seçenek ise hem uçuşa yasak bölge ilanını hem füze saldırılarını hem de Suriye topraklarına binlerce Amerikan askerinin indirilmesini kapsıyordu. Bu seçeneğin ise ayda 1 milyar doların üzerinde maliyeti olduğunun altını çiziyordu.
İDLİB'DE İNSANLIK İFLAS ETTİ
Resmi olarak ortaya konmasa da, dönemin ABD Başkanı Obama'nın bu önerilere yanıtı, 2009'daki küresel ekonomik krizle mücadele eden ülkesinin böyle bir maliyeti karşılayamayacağı yönünde oldu. Obama'ya göre hâlâ Birinci Körfez Savaşı'nın borçlarını ödemekte olan ABD'nin, küresel ekonomik kriz ortamında Suriye için böyle bir harcama yapması mümkün değildi. Bu yanıt, Esed rejiminin kimyasal silah saldırılarına karşı yine Beyaz Saray tarafından çizilen kırmızı çizgilerin defalarca delik deşik edilmesini beraberinde getirdi. ABD'nin 2013 yılında bir ticari işletme mantığıyla yaptığı bu kâr-zarar hesabı, bugün İdlib'de telafisi hiçbir parayla karşılanamayacak boyutta insanlığın iflasına dönüştü.
TÜRKİYE GÜVENLİ BÖLGE ISRARINI SÜRDÜRDÜ
Ne var ki Türkiye o dönemde ABD'nin bu basit kâr-zarar hesaplarına rağmen işin peşini bırakmadı. 2015 yılında, bu kez terör örgütü DEAŞ'ın Irak ve Suriye'de artan etkinliğinin kırılması için, ABD hava gücünün İncirlik üssünden operasyon düzenlemesi gündeme geldi. Türkiye Suriye'nin kuzeyinde güvenli bölgeler de oluşturulması talebiyle konuyu müzakereye açtı. Fakat hem ABD'nin İncirlik'i terör örgütü PKK/YPG'ye destek sağlamak için kullanmak istemesi hem de Obama'nın Suriye topraklarında güvenli bölge kurulması için ABD askerlerini kullanmaktan imtina etmesi, bu çabaların bir kez daha sonuçsuz kalmasına neden oldu. Nitekim Türkiye-Suriye iç savaşının beşinci yılında hem sınırlarını terör tehdidinden korumak hem de sivillerin evlerine dönüşünün yolunu açmak için, ülkenin kuzeyinde güvenli bölgeler oluşturma misyonunu kendi imkanlarıyla başlattı. Fırat Kalkanı harekâtı, Türkiye'nin gerek NATO müttefikleriyle gerekse AB üyeleriyle anlaşamadığı çözümün ilk halkası oldu. 24 Ağustos 2016'da ABD Başkan Yardımcısı Biden'ın Ankara ziyaretiyle çakışan harekâtı Cumhurbaşkanı Erdoğan şu sözlerle uluslararası topluma izah ediyordu: “Tüm liderlere Suriye'de güvenli bir bölge oluşturulmasını, burada mülteci sorununu çözebileceğimizi ısrarla söyledik”.
GÜVENLİ BÖLGE İÇİN KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ
Türkiye'nin Zeytin Dalı harekâtı ve Barış Pınarı harekâtıyla devam ettirdiği bu güvenli bölge oluşturma misyonu, bugün İdlib'de Bahar Kalkanı harekâtıyla yeni bir aşamaya ulaştı. Güvenlik Konseyi'nin beş daimî üyesinin elinde fonksiyonunu yitiren Birleşmiş Milletler'den bir şey beklemek artık mümkün değil. Bununla birlikte, mevcut durum hem 2016'da imza koyduğu mutabakatı uygulamak hem de 50 yıldır Esed hanedanına temin ettiği korumanın yol açtığı hasarları gidermek adına, en azından güvenli bölge oluşturulması yönünde ortaya koyacağı diplomatik bir inisiyatifle, hatalarını telafi etmek için Avrupa Birliği'ne son bir şans sunuyor.
* Ara başlıklar editör tarafından eklenmiştir. Makalenin orijinalinde yer almamaktadır.