Kulakları çınlasın… Değerli hocam Ekrem Sarıkçıoğlu “şu tefsir hocalarını önce dinler tarihçisi yapacaksın” derdi. Bununla Kur'an tefsiri alanında çalışanların öncelikle iyi bir dinler tarihi nosyonuna sahip olması gerektiğine dikkat çeker ve ancak bundan sonra sağlıklı bir tefsir çalışmasının yapılabileceğini vurgulardı.
Hoca, bu tespit ve önerisinde yerden göğe haklı… Zira önyargılar bir tarafa bırakılıp sağlıklı bir şekilde düşünüldüğünde dinler tarihine dayalı veriler, bilgiler olmaksızın Kur'an'ın ilgili ayetlerinin anlaşılmasının mümkün olmayacağı ortadadır. Kur'an'ın başta kıssalar, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa ait veriler ve cahiliye döneminden bahseden Mekke döneminde nazil olan kısımları olmak üzere yaklaşık üçte biri dinler tarihine ilişkin veriler içerir. Hatta bu durum dikkate alınarak dinler tarihinin Kur'an bilimleri arasında bir bilim dalı olduğu bile söylenebilir. Zaten bu nedenle olsa gerek, oldukça erken sayılabilecek bir dönemden itibaren Müslüman alimler dinler tarihine yakın ilgi duymuşlar, bu konuda birçok müstakil eser üretmişlerdir. Hatta erken dönemlerden itibaren milel ve nihal literatürü gibi olağanüstü bir yazın geleneği oluşturmuşlardır.
Kaldı ki dinler tarihi yalnızca tefsir alanında değil, hadisten, İslam hukukuna, tarihten felsefeye ilahiyatla ilişkili diğer tüm alanlar için de oldukça önemlidir. Müslümanların erken dönemlerden itibaren başta Helenizm, Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere farklı geleneklerle yakın temas içinde olmaları ve bu kültürlerle karşılıklı etkileşim içinde bulunmaları bir şekilde bu kültürel yapılara ait unsurların İslam kültürü içinde yansıtılmasına neden olmuştur. Böylelikle yazılı ve sözlü kültürel yapıda farklı kültürlere ait birçok unsur doğrudan ya da dolaylı olarak bir şekilde tabir caizse İslamileştirilerek korunup yaşatılmıştır. Çeşitli kaynaklarımızda yer alan ve İsrailiyyat olarak adlandırılan malzeme bunun çarpıcı bir örneğidir.
Tüm bu hususlar İslam dışı dinleri konu alan dinler tarihinin ilahiyat eğitimi açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte Türkiye'deki din eğitiminde kimi çevrelerce dinler tarihi eğitimi karşıtı bir tutum ve tavır öteden beri dikkat çekicidir. “İlahiyat fakültelerinde dinler tarihi dersine ne gerek var” söylemi bu çevrelerce sıklıkla dillendirilmektedir.
Esasen, daha önceki dönemlerde örneklerine rastlansa da genelde 80'li yıllarda ilahiyat fakülteleri müfredatına yönelik olarak belirli çevrelerce yıllarca dillendirilen sorgulama ve itiraz buydu. Hatta sadece ilahiyat programları bağlamında değil imam-hatip liseleri müfredatı çerçevesinde de aynı itiraz yapıldı. Buna göre İslam ilahiyatını esas alması gereken bir kurumda Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, kadim dini gelenekler, yeni dinsel akımlar ve benzeri İslam dışı dinleri ve kültürleri öğretmenin/öğrenmenin ne gereği vardı. Sadece İslam'ın hakikatlerini, doğrularını öğretmek dururken öğrencilerin dimağlarını birçok “sapkın” inanca, ibadet biçimine ve geleneğe yönelik bilgiyle kirletmenin ne faydası vardı. “Bize tefsir, hadis, fıkıh, kıraat yetmez mi” söylemine dayalı bir kulis, yıllar yılı belirli mahfillerinde ilahiyat fakültelerinin ve imam-hatip liselerinin müfredatları bağlamında sürdürüldü. Gerçi yalnızca dinler tarihi değil felsefe ve din bilimleri bünyesindeki birçok ders bu söylemde dillendirilen itirazdan nasibini aldı. Bu çerçevede aslında itiraz “din eğitiminde felsefe ve din bilimlerine ne gerek var!” şeklinde yürütüldü.
Farklı dinleri ve kültürleri tanımaya ve öğrenmeye karşı bu yaklaşımın, sığ bir din ve dindarlık anlayışından beslendiğini ve özü itibarıyla başta Kur'an olmak üzere temel İslami kaynaklardan uzak olduğunu bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
Böylesi bir sığ yaklaşım hem başta Kur'an olmak üzere temel İslami kaynaklara hem de erken dönemlerden itibaren İslam bilim anlayışına aykırı… İfade ettiğimiz gibi bizzat Kur'an, Yahudilikten, Hıristiyanlıktan, Sabiilikten, cahiliye dönemi Arap dini geleneğinden bahsetmektedir. Bununla insanlara doğruyu ve yanlışı tanıtmaktadır.
Dolayısıyla farklı dinleri öğrenmeyi öğretmeyi amaçlayan dinler tarihi bilimine yönelik önyargılara dayalı bu olumsuz yaklaşımın kaynağının İslam olması mümkün değildir.
Her ne kadar bazı çevreler dinler tarihi karşıtı bu sığ duruşu devam ettirseler de dinler tarihi eğitimine yönelik bu önyargısal tutum ve tavrın genelde etkisini yitirmiş olduğunu görmek de sevindiricidir. Dünya genelinde hızla gelişen iletişim ve ulaşım imkânları, küreselleşen dünyada insanlar arasındaki bariyerlerin hızla ortadan kalkması, internetin ve sanal dünyanın insanlar etrafına örülen duvarları işlevsiz hale getirmesi gibi durumlar kaçınılmaz olarak Türkiye'ye de yansımıştır. Dışa açılma ve uluslararası toplumla bütünleşme çabaları dış dünyayla daha fazla iletişim içinde olması gibi fiili bir durum oluşturmuştur. Bu durum doğal olarak kendi dışımızdaki dünyanın ve bu dünyaya ait kültürel yapıların, yani farklı inançların, geleneklerin ve düşünce sistemlerinin tanınıp bilinmesinin zaruri bir durum olduğu gerçeğini bize hatırlatmıştır. Böylelikle genelde felsefe ve din bilimlerine özelde ise dinler tarihine yönelik önyargıların kısmen de olsa kırılmasını sağlamıştır. Din bilimleriyle uğraşanlara, bizim dışımızda, bizden farklı düşünen, inanan insanların varlığını ve bunları anlamak tanımak, etrafımızdaki dünyayla yüzleşmek kaçınılmazlığını hatırlatmıştır.
Dinler tarihi eğitimine yönelik önyargıların kırılmasında dinler tarihi bilim dalının gelişmesinde ciddi katkısı olan dinler tarihi hocalarının çabalarını da ayrıca vurgulamakta yarar vardır. Bu çabalar, özellikle 90'lardan itibaren dinler tarihine yönelik kimi çevrelerce pompalanan olumsuz propagandanın etkisini kırmış; özellikle ilahiyat fakültelerinde öğrencilerin dinler tarihine ilgisini artırmıştır. Bu ilgi; yalnızca lisans döneminde dinler tarihine yönelik bir ilgi ve alaka ile sınırlı kalmamış, lisansüstü seviyede alana yönelik yoğun ilgi ve alaka ile de sürdürülmüştür. Bugün Türkiye genelinde yüksek lisans ve doktora programlarında dinler tarihi alanına yönelik yoğun ilgi bunun en önemli kanıtıdır ve ilahiyat eğitimi adına önemli bir kazançtır.
Kaldı ki yalnızca üniversite ortamında, ilahiyat fakültelerinde değil, son dönemlerde toplumun hemen her kesiminde globalleşen dünyada farklı inanç ve gelenekleri tanımaya yönelik bir ilgi ve alakanın oluştuğunu görmek de sevindiricidir.
Bununla birlikte son yıllarda ilahiyat eğitimine ve müfredata yönelik kimi tasarruflar, dinler tarihiyle ilgili bu gelişmeleri maalesef gölgeler mahiyettedir. İlahiyat eğitiminde yaşanan sorunların ve eğitimdeki kalite yoksunluğunun faturası belirli çevrelerce maalesef felsefe ve din bilimlerine ve bu arada dinler tarihine kesilmeye çalışılmaktadır. Genellikle tepeden inme bir tutumla yapılan tasarruflarla dinler tarihi alanının da dahil olduğu felsefe ve din bilimleri derslerinin müfredat içindeki ağırlıkları azaltılmaya ve yerleri değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu tasarruftan dinler tarihi alanı da nasibini almıştır. Birçok fakültede kredi saati düşürülmüş, bir döneme sıkıştırılmış ve ilahiyat eğitiminde son sınıfa kaydırılmıştır.
Tefsir, hadis ve fıkıh da dahil tüm ilahiyat alanına adeta bir alet ilmi gibi malzeme sunan dinler tarihi alanının kredi saatinin azaltılmasına ve eğitimin en son sınıfına atılmasına dair bu uygulamanın yanlışlığını bilmem söylemeye gerek var mı? Eğitim öğretim faaliyetlerinin başlayacağı bu dönemde bunun bir sorun olarak dikkate alınması ve “ilahiyat fakültelerinde dinler tarihi dersine ne gerek var” zihniyetinin din eğitimini iğdiş etmesine izin verilmemesi gerekiyor.