İstiklal Marşı Derneği Başkanı şair İsmet Özel, günümüz toplumunun son şeklini almadan çok önceden işaretlerini vermeye başladığını belirterek devlet, insan ve toplum ilişkilerine dair değerlendirmede bulundu.
Özel, devlet ve toplumun mevcut şartlardan çıkış yollarını da sıraladı.
İnsanlara itidal tavsiye edilir ve yok yere feverana kapılan insanlar hakkında keskin sirkenin onu ihata eden küpe zarar verdiği ibaresi kullanılırdı. Doğrusu biz Türkler Cumhuriyet tarihimiz, bilhassa tarihimizin Cumhuriyet olarak adlandırılan dönemi boyunca hayatımızın seyri itibariyle mutedildik ve aramızda yok yere feverana kapılan insanlara da pek sık rastlanmazdı. Şarkıların, türkülerin vazgeçilmez mevzuu aşk da adım başı rastlanan bir şey değildi. Âşık erkeklerin ve maşûka kızların gurura kapıldıkları ne basın yayın âleminde, ne de gündelik akış sırasında gizlenirdi. Bu yüzden hiç kimsenin diline düşmeyen ve “gizli dert” olarak yaşanan aşk gerçek bir şeydi. "Gizlilikle gerçekliği birleştirmek bana mahsus bir meziyettir"
Gizlilikle gerçekliği birleştirmek bana mahsus bir meziyettir. Bu kendine dönük tutum beni hep bulunduğum yerden daha yukarı taşıdı. Mehmet Akif şiirin yaratılış sırrında saklı gizli ahenkle bağ kurmak olduğu görüşünden yana değil. O ne yazdıysa müşahede âleminin insan oğluna saldığı acıdan kuvvet alarak yazdığına inanıyor. Muhalefet ettiği ahenge numune sunduğu görüşüne yabancı kaldığı fikrine sıkı sıkıya bağlılığı başarı sayıyor. Hâlbuki dünya hayatının tebcil edilmesine dönük tavır Mehmet Akif'in şiir dünyasından uzak tutulmasına vesile oldu.
Edebiyat dünyası Nâzım Hikmet'in “Akif inanmış adam/Büyük şair” demesinden rahatsız. Memleketimden İnsan Manzaraları hâlâ tahrif edilmiş olarak, yani metinden “Büyük şair” ibaresi tard edilmiş olarak yayınlanıyor. Biraz dikkatli olsaydım Turgut Uyar'ın da Mehmet Akif'i şairden saymayışına hayret etmezdim. Turgut Uyar'ın şöhret yolunun ilk basamağında “Arz-ı Hal” şiirinin bulunduğu ve Akif'i şairden saymayan şairin daha kariyerinin en başında İslâm'ın en yalın görüntülerine bile ne kadar yabancı kaldığı dikkatimden kaçmış. "BATILI HAYAT TARZINDAN MEDET UMMAK"
Türk toplumunun başına felâketin nasıl musallat olacağını keşfeden Makyavel idi. Bir milleti zapt ü rapt altında tutan yetkenin akıbeti hususunda insanlığı uyaran o oldu. Avrupa milletleri sahip oldukları aristokrasileri sebebiyle kolayca sallantıya uğrayabiliyorlardı. Kralın gücünü aldığı soyluları yanına çeken güç kralı yerinden edebilirdi. Ne var ki kral dayandığı gücün devamını sağlamak için sürekli başarıya ihtiyaç duyuyordu. Müstemleke edinmek ve acımasız yönetme yollarını denemek Avrupa'da iktidarı muhafaza için kaçınılmazdı. Türk toprakları bütünlüğünü merkezi yetkenin dokunulmazlığına borçluydu. Türk toprakları medeniyetin av sahası haline bu sebepten geldi. Yani Türk hayatında balık baştan koktu. III. Selim saltanatı ilmiye sınıfının içini boşalttı. Ne için ne yapılıyordu? Bu suale cevap vermek her gün biraz daha zorlaşıyordu. Abdülmecit saltanatı sırasında İngiliz büyükelçisini “küçük padişah” olarak adlandıran Türk toplumu gündelik hayatın zorluklarını aşamayışın sıkıntılarından başını alamadı. Batılı hayat tarzından medet umulması sebebiyle kambur üstüne kambur gelmiş olmasına karşı bir çare bulmanın yolu var mı?
Böyle bir yolun varlığı ancak çareyi küreselleşmede arayan dünyayı hangi mekanizmanın ayakta tuttuğu fark edildiği zaman anlaşılır. Bir yandan tüketim alışkanlıklarımız devam ederken diğer yandan depremzedelere destek olduğumuz zannına kapılırsak kendimizi tatmin etmeden ileriye gidemeyiz. Nitekim gidilemiyor. Çocukluğumdan beri işittiğim “Dünya sana uymuyorsa, sen dünyaya uy” tavsiyesi kabul gördüğü nispette hayatımızın özünü kemirdi. Tek bir insan olarak türümüze mahsus bir özümüz yok. Buna mukabil mensubiyetlerimiz ve aidiyetlerimiz bizi birlikte yaşamanın kurallarına uymağa zorluyor. Yani insanlar olarak hayatımızın bir özü olduğunu kabul etmeksizin hayatta kalamayacağımızı biliyoruz. Biz Türkler de bütün mücavir milletler gibi beynelmilel uzlaşmalara dayalı sınırlar içinde yaşıyoruz. Bu husus üzerinde düşünmeğe değer bir husustur. Acaba beynelmilel uzlaşmalar hakla, hukukla uyumu gözeterek mi gerçekleşmiş? Yoksa istiklâllerine samimiyetle bağlı Türklere Dünya Sistemi kendi çıkarları doğrultusunda dayatmalarda mı bulunmuş? Misâk-ı Millî 'ye bir fantezi gözüyle mi bakacağız, yoksa onda Türk hayatının son sığınağını mı bulacağız? "VURDUĞU YERDEN SES GETİREN AKADEMİK ÇEVRE"
Vurduğu yerden ses getiren bir akademik çevre edinmezsek Misâk-ı Millî 'den bahsetmemiz irili ufaklı bütün devletlerde bir sinek vızıltısı intibaı uyandıracaktır. Bir milli pazar ihdas edemezsek ekonomik ve mali kölelikte süratimize hiçbir millet yetişemeyecektir. Kâr elde etmede akarsularımız devreye sokulmazsa dilenmekten zevk alan bir millet durumuna düşeceğiz. Bunlar ve daha niceleri birer vazife olarak bizi bekliyor. Mali sermayenin Türk hayatına şekil vermesine itiraz eden ve sıhhatli yolun hangisi olduğunu bize gösteren bir zümreden mahrumuz. Noksanlarımızı gidermek için kendimize eziyet etmemize gerek yok. Keskin sirke küpüne zarar. Değişti Türkler. Küp uğradığı zararın verdiği haz içinde yuvarlanıp gidiyor. Küp çatladığı zaman kimin eline ne geçeceği ciddi bir merak konusudur.
Kaynak: istiklalmarsidernegi.org