İstiklal Marşı Derneği'nin resmi sitesinde yazılarına devam edine şair Özel, “Müminin Firaseti” başlığı altında gençlik ve olgunluk çağına dair düşüncelerini yazdı.
“SAĞCILAR SAMİMİYETSİZ GÖRÜNÜYORDU”
Eğer mü 'minin firâseti bahsinde ihata edici bir kavrayış sahibi olmasaydım, Müslüman olarak anılmak hiç hoşuma gitmezdi. İçinde ruhen çocukluğumdan itibaren bulunduğum vakıa bunun tam tersidir. Yani İslâm'a doğru attığım ilk adımdan itibaren iman gücünün herhangi bir güce galebe çalacağından emin yaşadım. Giderek gençliğimin ilk yıllarında sosyalizme ilgimin iman gücüne olan derin bağlılıkla izah edebileceğimi 80 yaşımda halen düşünüyorum.
Genç idim ve kendimi siyasi bir konum seçme zorunda hissediyordum. Ya sağı veya solu seçecektim. Sağcılar bana her konuda (sağcılık konusunda bile) samimiyetsiz görünüyordu. Solcular hakkında ne düşündüğümü tam olarak hatırlamıyorum. Sol kelimesi tekin bir kelime değildi. Solcu denince ne anlaşılıyordu? Bu kimse içimizdeki bir casus, beşinci kola mensup birisi, açıkçası bir vatan haini miydi? Aziz Nesin Tanin'de yer alan bir fıkrasında “Ben solcuyum” deyince kafamda bu cümleyi telâffuz etmenin cesaret istediği düşüncesi belirdi. Sözün kısası, sağcıların sırtlarını devlete dayamış olarak yaşamalarına mukabil solcuların devlete güvensizlik telkin eden kimseler olduğu kafamda sarahat kazandı.
DEVLET TEKELİNDE SİYASET
Hâlâ böyle mi düşünüyorum? Hayır, hiç de değil. Sosyalist düşünceye yakınlık duyan insanların başlarına gelenler beni bazı gençlik düşüncelerimin çok uzağına taşıdı. Türklerin hayat sahasında siyaset III. Selim saltanatından itibaren devletin tekelindedir. Mehmet Ali Aybar devletin kendini korumak kaydıyla ördüğü surlarda bir delik açmıştı. Nasıl? 13 Şubat 1961'de sendikacılar tarafından kurulan TİP bir yıl sonra Genel Başkan olarak Mehmet Ali Aybar'ı benimsedi. Kuruluşu ile M. A. Aybar'ın Genel Başkanlığı arasında niçin bir yıl var? Çünkü kurucu sendikacılar kabul edilebilir bir genel başkan arıyorlardı. Türkiye'de sosyalizme bulaşmış ne kadar ünlü varsa hepsiyle görüştüler. Bunların Mehmet Ali Aybar hariç hiçbiri bu rizikolu makama talip olmadı. Aybar'ın teklifi kabul etmesinin bir şartı vardı: Kimin Parti üyesi olacağına üye olmak isteyenin dışında kimse müdahil olmayacaktı. İşte Mehmet Ali Aybar'ın devletin surlarında açtığı delik buydu.
"AYBAR-AREN-BORAN OPOTÜNİZMİ"
Her ne kadar bu serbestiyet gelişen olaylar içinde Aybar'ın Genel Başkanlığının sonunu getirdiyse de kendi sosyalistliğine leke sürmemiş aydınların TİP çatısı altına sığınmalarına engel olmadı. Gelişen olayların başında SSCB tanklarının Prag caddelerini doldurmaları gelir. O günlerde solcu diye bilinen Akşam gazetesi haberi okuyucusuna iri harflerle attığı “Aybar Sovyetlere Çattı” manşetiyle duyurdu. Prag Baharı'na SSCB'nin tepkisi “Türkiye'ye Özgü Sosyalizm” şiarının şampiyonu tarafından menfi karşılanınca sol çevrelerde şiddetli bir Aybar aleyhtarı rüzgâr esti. Artık Aybarcılık utanılacak bir kusurdu. Hep yukarıdan bakan ve her şeyi biliyormuş gibi davrananların gözünde Aybar-Aren-Boran oportünizmi gitmiş, yerine hiçbir şey gelmemişti.
“ATATÜRK DEVRİMİ” VE “SİYASAL İSLAM TUZAĞI”
Türkiye Cumhuriyeti mide bulandıracak kertede bir pisliğin içinde çırpınıyordu. İnkılâplar 27 Mayıs 1960 darbesiyle ad değiştirmiş ve bunların her birinin “Atatürk devrimi” olduğu fikri ilericilik sayılmağa başlanmıştı. Devletin tekelciliği ilericilikle kenetlenince hakka ve hakikate imtiyaz tanıyanlar bir iletişimsizliğe mahkûm oldular. Onların iletişimsizliği Türk hayatında imana giden yolu açtı ve genişletti. Evet, Müslüman olmamız hasebiyle Allah'tan ümit kesmeyecek ve Allah'tan emin olmayacaktık. Bu ilke şahıs olarak benim siyasal İslâm tuzağına düşmemi engelledi. Tuzaktan kurtulmak kendi başına bir işe yaramıyor. Önünde ele geçirilecek bir kazanç olmayan insan tuzaktan kurtulunca her kötü niyetlinin kurbanı olabilir. Batı kültüründe “Erdemin kendisi kendi başına mükâfattır” mealinde bir hükme rast gelebiliyoruz. Mü'minin firâseti bu meyanda kavranabilir. Daha doğrusu mü'min müminin aynası olma vasfına ancak teveccüh ettiği temizlik kadar ulaşabilir.
“HARAM YİYEN GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI”
Ömrü boyunca İsa'yı hiç görmemiş Pavlus Yunanlıları kendi inancına çekmek için Tanrı'nın insanları mükemmel bir şekilde yarattığına inandığı için ve hem Yahudi, hem de Müslüman erkeklerin maruz kaldıkları kırpılma işleminin zorunlu olmadığını savundu. Savunmakla kalmadı, domuz çobanı olmakla övünen Yunanlıların gönlünü hoş etme kaygusuyla domuz yemenin inanca zarar vermeyeceği iddiasına sahip çıktı. Müslümanların gayri-Müslimlerden farkı Yahudi ve Hıristiyanların yekdiğerinden farkının çok ötesindedir. Mü'minin firâseti “Müslümanın Müslümana canı da malı da haramdır” ilkesine odaklanmasıyla bir cevher haline gelir. İtiraf edelim ki, günümüz Müslümanları bu cevherden mahrumdur.
istiklalmarsiderneği.com