İşte İsmet Özel'in kaleme aldığı yazı:
Müslüman olmak dinler arasından kendine bir din seçmek veya tarihin teferruatında kendine bir yer beğenmek değildir. Geçim derdini başından savmak veya boynunu kılıçtan kurtarmak gayesiyle iman ehli içinde kendine yer açan herkes yani Kelime-i Şahadet getiren herkes bununla kendini tarihin merkezine taşımış olur. Çünkü tarihten söz etmek bizi bir milletin kaderinden bahsetmeğe götürmüyorsa bir zaman diliminde bilhassa çekilen sıkıntıları dile getiriyoruzdur. İnsanlık halidir tarihi biçimlendiren. Dolayısıyla tarih dediğimiz şey siz aklınızı neye takmış olursanız olun siyasetin ve felsefenin harman edilmiş halidir. Kur'an nazil oluncaya kadar tarihe meşru bir yer bulmamıza imkân yoktu. İslâm tarihin meşruiyetinin nerede aranacağını gösterdi. Yani bünyesinde siyaseti ve felsefeyi kaynaştıran şeye İslâm diyoruz. Neler olmuştu da bu ikisi birbirine kaynaştırılmıştı? Vukuat kaynaşmağa şahit olunduğu sırada Müslümanların bütün milletler karşısında muzaffer halini yansıtıyor. İleri gitmek veya geri kalmak bir alt üst oluşun, Batı Medeniyeti demek zorunda bırakıldığımız alt üst oluşun karın ağrısından başka bir şey değildir. Yakın zamanlara Batı Medeniyetinin siyasetin felsefeden kopuşuna sebep olduğu günlere gelindiğinde Müslümanlara geri kalma maskesi altında yaşatılan her şey bir mağlubiyet olmaktan ziyade bir göz yanılgısından ibarettir.
Efsanelerin hayatımızdaki yerini gözden kaçırdığımız nispette efsanelere kurban gittik, gidiyoruz. Bu kurban kanıyla mevki ve servet edinenler daha çabuk ve daha kolay istismar yolları keşfedebildi. Ham maddeyi üretimin vazgeçilmezi saydıranlar müstemlekeciliğin aklileşmesini işin tabiatı şekline soktu. Modernlik ileri gitme/geri kalma efsanesini emperyalizmin av alanı seçerek semirdi. Müstemlekeci zihniyet aldığı kiloları kaybetme korkusuyla efsanenin söylemini değiştirdi. Müstemlekeci var olma ve var kalma endişesi içinde komutası altına aldığı toprakları geride tutma fikriyle geri kalmışlık söylemine gerek duymuştu. 1960'lı yıllarda her ne sebeptense yükselen devrimci dalga geri addedilen ülkelerin intikam duygusunu alevlendirdi. Bu da müstemlekecileri söylemlerini gözden geçirmeğe zorladı. Geri kalmışlığın yerini kalkınmakta olan ülkeler aldı. Küreselleşme hepsinin üstüne tuz biber ekti. Bir zamanlar üçüncü dünya ülkesi sayılan Çin'in geleceğin süper gücü olacağı efsanesi dillere düştü.
Türkler Divan Edebiyatı'nı terk etmekle kavimler arasındaki itibarlı yerlerine veda etti. Neydi Divan Edebiyatı? Yunus Emre'nin aruzla yazdığını ve eserlerinin çoğunda Ayet ve Hadis tercümelerine rastlandığını göz önüne alırsanız Divan Edebiyatı büyük bütünün bir parçası, Âşık Edebiyatı'nın üst ucuydu. Esrarının cüzi bir kısmına dahi ermemizin imkânları elimizden alınan Divan edebiyatımız ve fakat bir de olanca esrarını çekip çevirmeğe kalkıştığımız Âşık edebiyatımız var. Bir milletin nasıl olup da iki edebiyat yürüttüğü dikkate değerse bu iki edebiyatın yekdiğerine yaklaşma teşebbüsleri de o derecede meraka değer. Mesele her sahada olduğu gibi sanatı ihata eden ortamda da günü birlik menfaatine esir olmuş kimselerle kendini ezelî ve ebedî varlığa adamış insanlar arasındaki seviye farkında düğümlenir. İşte burada edebiyatın insanı hayvandan ayıran bir uğraşı olduğu fikrine geçebilirim. Edebiyat nedir? Edebiyat Allah katından indirilmiş surelerin hakkı gözetilerek okunuşudur. Türk milleti edebiyata yer açan bir hayatı güttükleri dönem boyunca dünyanın en parlak milleti cesametindeydi. Türkler uykuları geldiği için değil Allah'a teslim olmanın en güvenli vaziyeti arz ettiğini bildikleri için uyuyorlar ve uyandıklarında zindan hususiyeti arz eden dünyayı iman nuruyla aydınlatma çabasıyla yaşıyorlardı.
O günler bir daha geri gelmemek şartıyla elden gitti mi? Eğer Müslümanların ezel bildikleri kal-ü bela olmakta devam ediyor ve o Müslümanlar ebed olarak din gününü bellemekten vaz geçmemişlerse elden giden bir şey yok. Bir uyanışı reddetmek ve kabul etmek her işin başıdır. Allah'ın rabbimiz olduğunu reddederiz veya kabul ederiz. Rabbimizi Allah kabul ettiysek ret cephesiyle savaş halindeyizdir. Hem Müslümanım demek, hem de en iyi İslâm'ın küfür hâkimiyeti altında yaşanabileceğini iddia etmek dünyayı bir zindan olmaktan çıkarıp orayı bir tımarhane olarak benimsemek anlamına gelir. Ne işimiz var o tımarhanede? Doktor, hemşire, hasta bakıcı olarak aklını kaybetmişlere yardım etme çabasında olanlar arasında mıyız; yoksa bize aklını kaybedenler gözüyle bakılması mı gerek? Bu iki sual de gereksiz ve yanlış tertip edilmiş suallerdir.
Dünya fanidir ve karanlıktır. Hiçbir zaman başka türlü olmadı. Dünyada aydınlığa iman vasıtasıyla kavuşabiliyoruz. Üstelik dünyada bulunmak aydınlığı cennet, cehennem, âraf arasında bir pazarlık sahasına dönüştürüyor. Çocukluğumu kaybederken kaybettiğim hidayete ermeden önce dünyada ışığın biz insanların bilgi dağarcığıyla parladığını sanırdım. Belki de modaya uyup kendimi hayvanlar dünyasının bir parçası saymamdan ötürü Yunus Emre'nin “Ölenler hayvan olur/Âşıklar ölmez” sözünün yerini kavrayamazdım. Ne zaman ki Kur'an-ı Kerîm'in tasdik ettiği şiirle kurduğum münasebet önüme ebediyet levhasını koydu, işte o zaman İsa'nın doğumunu 0 noktası sayanların insandan gayri bir âleme ait olduklarını fark ettim. Dünyada cennet arayanların hüsranı bana yabancı geldi. Beni dünyanın hiçbir veçhesine ısındırmadığı ve ölülerimi hayırla yâd etmeme fırsat verdiği için Rabbime şükrediyorum. Din gününde mizan gerçekleşecek. Neyin hayra, neyin şerre vesile olduğunu ancak o gün görebileceğiz. Terazinin hangi kefesi hangi tarafa kayarsa kaysın hakkımda varılacak sonuca şimdiden rıza gösteriyorum.