Bunu kendimize yapmasak mı artık?
Geçen yüzyılda, 1993'te geldim ben İstanbul'a. İlahiyat okumak için. Okulum Üsküdar'da, öğrenci evimizse Kadıköy'de idi. Sonradan film afişleri ve kitaplar sattığım dükkânım da Kadıköy'de nasip oldu.
İki farklı anlam dünyası vardı iki semtin. Bunu çok çabuk kavramıştım. En basitinden Üsküdar'ın anlam dünyasını karşılıklı iki cami, yani Yeni Cami ve Mihrimah belirliyordu. Kadıköy'de ise bu semboller Boğa Heykeli ve Haldun Taner sahnesi idi.
Yaklaşık 25 senedir bu iki anlam dünyası arasındaki yakınlaşmaların ve uzaklaşmaların yakın tanığıyım. Kendimce sonuçlara vardım bu hususta.
Yine de kimse kırılmasın, kimseyi fazladan üzmeyeyim diye kıyıp yazmadım, yazamadım bunları.
Fakat iş artık bizatihi Kadıköylülerin “yeter artık” serzenişlerine, hatta isyanlarına gelip dayanınca, nasıl demeli, “vakit erişti.”
Üsküdar 25 yılda kendine ait, elbette mükemmel olmayan ve fakat “gayet yaşanabilir” bir yaşam kültürü üretti. Büyük bir devingenlikle de üretmeye devam ediyor.
Üsküdar'da artık tamamı kafe olan sokaklar, bütünüyle sivil inisiyatiflerle hayata geçmiş onlarca sanat atölyesi, hatta “mekanda ortaklaşa hesap ödeme kültürü” bile var. Bir de bunun yanına yerel yönetimin ekledikleri var. Pandemiden hemen önce biz Üsküdarlılar Mahsa Vahdet gibi dünyaca ünlü sesler dinledik mesela ücretsiz olarak. Belediye etkinliği idi. Hangi kültürel etkinliğe yetişeceğimizi şaşırdık. Sporun her türlüsü için imkan var semtin her yanında. Bunun yanısıra onlarca STK, yüzlerce ders halkası kurdu, kuruyor Üsküdar'da. “Seç, beğen, kendini geliştir” konusunda müthiş bir atmosfer oluştu.
Bu da açık konuşmak gerekirse 90'larda “köhne” bulduğum Üsküdar'ı bugünlerde “parıl parıl parlayan” bir yer haline getirdi.
Buna muadil olarak 90'larda “yahu keşke bizim (sosyolojik) mahallenin de böyle bir yaşam kültürü olsa” diyerek hayıflandığım Kadıköy'ün seneler içindeki gelişimi ise çok ama çok acıklı. Artık “kocaman bir açık hava meyhanesi”ne dönüşen semtte, semtin sakinleri “kırık bira şişelerinden, idrar kokusundan, gürültüden bıktık” diyor da başka bir şey demiyor. Bu güya “özgürlük kavgası” çok ama çok pahalıya patladı Kadıköy'e. “İçkiyi kulağından döküp sokağa işemenin, insanları uyutmamanın ne alakası var özgürlükle, muhalif olmakla?” diye sormak için çok geç kalındı.
Dahası, Kadıköy Belediyesi tabiri caizse senelerdir taşın üzerine taş koymadı. Kadıköy günden güne “köhne ve kaderine terk edilmiş bir yer' haline geldi. Gelmeye de devam ediyor. Dahası sadece Kadıköy merkez de değil. Güzelim Moda da neredeyse işgal edildi.
Kabukta bir muhalefet, içki içip insan rahatsız etmeyi özgürlük sayan tuhaf bir anlayış ve meselenin ne olduğunu asla anlayamayan yerel yonetimler sayesinde Kadıköy artık sadece çiş kokuyor ve ben çok ama çok üzgünüm.
Ne oldu peki sonunda? İşte şişenin dibini bulmuş, özgürlük simülasyonunda yaşayan iki ayyaş, bir mabetin, bir kilisenin üzerine çıkıp tepindiler. Yarın bunun camiye, okula, devlet dairesine yapılmayacağının da bir garantisi yok üstelik. Çünkü özgürlük, çünkü “alkolü yasaklıyorlar” çığırışları, çünkü “bilmem ne kuşağı” falan.
Eşimle 6-7 ayda bir “hadi gençliğimizin geçtiği sokaklara, caddelere gidelim” deyip Kadıköy'e yine de gidiyoruz ve her seferinde üzgünlüğümüzü biraz daha koyultarak dönüyoruz Üsküdar'a...
Şimdi geleyim asıl derdime... Bence İstanbul da, Türkiye de hem Kadıköy'le hem de Üsküdar'la güzel. Birbirinden farklı ama benzer semtleriyle yani. Fakat semtlerin biri “ben her şeyi yanlış anlayacağım”, semtlerin diğeri de “bana ne, ne halin varsa gör” demeye devam ettiği sürece Üsküdar da, Kadıköy de çok güçsüz düşecek.
O politik karşıtlık sürsün, sürmeli hatta. Ben başka, bambaşka bir şey söyleme derdindeyim. Bu dert üzere konuşmaya, bu derdi derinleştirmeye devam etmeliyiz.
YeniŞafak