Türkiye'de çok partili sisteme geçildikten sonra iktidarlar ya darbelerle ya da kirli operasyonlarla değiştirildi... İstisnalar bir yana, her operasyonun içinde de her zaman hem iç siyasi aktörler hem de ABD vardı.
Bu kirli oyun son 70 yıldır hiç değişmedi. Menderes'ten Demirel'e, Özal'dan Erbakan'a hepsi ya "diktatörlükle" ya "eksen" kaydırmakla, ya mafya babaları ve uyuşturucu bağlantısıyla suçlandı ya da yolsuzluk yapmakla...
Çok ilginçtir, hiçbiri de o suçlamalardan yargılanmadı. Bir süre sonra da o suçlamaların hepsi unutulup gitti. Neden dersiniz?
Nedeni çok açık, amaç mafya veya yolsuzluk, hatta diktatörlük bile değil, amaç; "Türkiye'nin bağımsız siyaset izlemesini" engellemek. Geriye dönün bakın, bütün siyasi operasyonların arkasında bu gerekçeyi görürsünüz.
Diktatörlük suçlaması, mafyayla ilişkiler veya yolsuzluk iddiaları sadece bir aparat olarak kullanılır, hedefe ulaşılınca da unutulur. Çünkü ne ABD'nin ne de içerideki ona destek olan güç odaklarının böyle bir derdi var.
Tek dertleri; Türkiye'nin bağımsız siyaset izlemesini engellemek... İşte ABD ile Atlantik Bloku ve onların içerideki uzantıları bunu durdurmak istiyor. Olan bu ve bunun için diplomatlardan emekli amirallere, iş dünyasından meczup mafya ve medya mensuplarına kadar herkes devreye sokuluyor.
Tabii bu ayrışma AK Parti ve devletin içinde de yaşanıyor. Burada da bazı siyasi aktörler, Türkiye'nin izlediği bağımsız dış politikadan "kaygı" duyuyor.
Bunlar sadece NATO'culardan oluşmuyor, aralarında gerçekten Türkiye'nin Batı blokundan ayrılmaması gerektiğine inananlar da var.
Ama ilginçtir hepsinin ortak beklentisi, bir an önce Başkan Erdoğan'ın durdurulması, S-400'den vazgeçilmesi, Suriye, Libya ve Karabağ'da izlenen siyasetin terk edilmesi... Bu yüzden bu kesimler acele ediyor ve hükümeti "erken seçime" zorlamak istiyor.
Bunun için de "güven" duygusunu zedelemek, siyasi aktörleri itibarsızlaştırmak gerekiyor. Tıpkı geçmişteki gibi her yol deneniyor. Baksanıza son 6 yıldır meydanlarda tek bomba patlamaması, PKK ve FETÖ'ye karşı müthiş mücadele verilmesi bile görmezden geliniyor... Bu tesadüf değil.
Aynı şekilde "milliyetçi" Meral Akşener'in bugüne kadar pek başvurmadığı Başkan Erdoğan'ı faşist Netanyahu'ya benzetmesi de tesadüf değil.
İş öyle bir noktaya vardırıldı ki bu kirli siyasi zeminde eski tüfek solcular bile bir mafya meczubuna "Che Guevara" muamelesi yapıp sabah akşam ondan gelecek siyasi söylemleri bekliyor. Halbuki onlar da biliyor, vekâlet savaşlarında bunlar sadece kullanılıp atılacak bir aparat.
Şimdi gelin bütün bu olup bitenlere bir de ABD Başkanı Joe Biden'ın söylediği "Erdoğan'ı devirmek için muhalefete destek vereceğiz" sözleri üzerinden bakalım.
Sahi Biden, bizdeki muhalefete nasıl destek verecek?
Mesela gazetelere ilan verip, "Kılıçdaroğlu Türkiye'yi uçurur" mu diyecek, yoksa "Siz İYİ'sini bilirsiniz, Meral'i seçin" mi diyecek?
Ya da Kılıçdaroğlu, Akşener, Demirtaş, Karamollaoğlu, Babacan, Davutoğlu fotoğrafını koyup, arkasına da subliminal mesaj verecek görüntüler ekleyip şöyle mi diyecek?
"Son şansınızı kaçırmayın..."
Doğrusu işin şakaya gelir yanı yok. Türkiye bir dayatmayla karşı karşıya... Ya otonom yani "bağımsız" dış politikaya devam edecek ya da eskisi gibi Atlantik Bloku içinde denileni yapan, son dönemdeki bütün tezlerinden vazgeçen bir ülke olacak?
Kısaca, Türkiye'nin eskisi gibi "oltada balık" olması isteniyor. Buna razı olanlar buyursun "yılana" sarılsın...