2020 yılı Ortadoğu açısından kaos potansiyeli barındıran gelişmelerle başladı. Yeni yılın hemen öncesinde Irak'ta uzunca bir süredir şiddetlenme eğiliminde olan sosyo-politik gerilim, ABD Büyükelçiliğinin Haşdi Şabi milisleri tarafından basılması ve ardından ABD'nin İran Devrim Muhafızları Ordusu Dış Operasyonlar Birimi (Kudüs Gücü) komutanı Kasım Süleymani'ye ve Haşdi Şabi'nin üst düzey komutanlarından Ebu Mehdi el-Mühendis'e yönelik suikastı ile çok farklı bir noktaya evrildi.
Bu iki önemli gelişmeye ilişkin ortaya konan değerlendirmelerde, Orta Doğu'da yeni ve şiddetli bir çatışma döneminin doğabileceği savunuluyor. Söz konusu değerlendirmeler, İran ve ABD arasında bir konvansiyonel silahlı çatışma ve savaş olasılığına işaret ediyor ve bölgede İran-ABD mücadelesinin etnik, siyasi ve mezhepsel kırılmalar meydana getirebileceğini iddia ediyor. Fakat iki ülkenin uluslararası pozisyonları ve bölgesel konjonktür göz önüne alındığında, bu bakış açılarının gerçeğin ve potansiyel senaryoların uzağında kaldığı görülüyor. Bu bağlamda, Orta Doğu'da İran-ABD geriliminin yeni bir boyuta geçip geçmediğini ve iki ülkenin hangi şartlarda ve formlarda çatışma veya mücadele içerisine girebileceklerini sorgulamak, bölgeye dair bir öngörü sunmak adına gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.
ABD: KONVANSİYONEL GÜÇ VE ULUSLARARASI HUKUK ARGÜMANLARI
ABD Büyükelçiliği baskını ve Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi El Mühendis'e yönelik suikast, her şeyden önce bir konvansiyonel müdahale olarak gerçekleşmiştir. ABD bu hamlesiyle, bizzat kendine bağlı resmi personel ve askeri araçlarla İran'a yönelik operasyonlar gerçekleştirme sürecini Irak ölçeğinde başlatmış bulunuyor. Hedef alınan kişilerin İranlı bir ordu komutanı ve Irak'ta resmi silahlı güç konumunda olan bir yapılanmanın komutanı olması, ABD'nin konvansiyonel mücadele tarzının parametrelerini de ortaya koyuyor. Bu bağlamda, ilerleyen süreçte ABD'nin Irak'taki ve bölgedeki İran varlığına yönelik benzer konvansiyonel güç kullanımlarını gözlemlemek sürpriz olmayacaktır.
Bu noktada, ABD'nin konvansiyonel güç kullanımı stratejisinin dayanakları sorunsalı ortaya çıkıyor. ABD, toprakları dışında, bir ülkenin resmi ordu personeline ve diğer bir ülkenin resmi silahlı güç temsilcisine karşı hangi çerçevede saldırı düzenleyebilmektedir? Bu sorunun cevabı, gerek yaşanan son gelişmelerin ve gerekse bundan sonraki süreçte yaşanabilecek gelişmelerin de zeminini oluşturacaktır. Söz konusu zemin, öncelikle 2019 yılı Nisan ayında ABD'nin İran Devrim Muhafızları Ordusu'nu terör örgütü olarak ilan etmesi ve Haşdi Şabi yapılanmasını oluşturan İran yanlısı grupların da (Ketaib Hizbullah, Bedir Örgütü vb.) terör örgütü olarak tanımlanmasıyla inşa edilmiştir.
Uluslararası hukuk açısından devletler, kendilerine yönelen terörizm hareketlerine sınırları içinde cevap verebildikleri gibi, sınırları dışında da karşılık verebilmektedirler. Bu itibarla devletler, ülke içinde veya ülke dışında, vatandaşlarına, resmî kurumlarına veya elçiliklerine yönelen her türlü terör saldırısına karşı güç kullanabilmektedir. BM anlaşmasının 51. maddesinde yer alan meşru müdafaa ilkesi, bu kapsamda temel meşruiyet argümanını sağlamaktadır. Bu maddeye ve ilkeye dayanarak devletler, başka bir devletin sınırlarında faaliyet gösteren ve kendisine tehdit oluşturan terör örgütlerine yönelik olarak, diğer devletlerin sınırları içerisinde de terörle mücadele harekatları düzenleme hakkına sahipler. Bu noktada, sınırları içinde terör örgütlerinin faaliyet göstermekte olduğu ilgili devletin bu örgütle mücadelede isteksiz ve yetersiz kalması, terörizme muhatap olan devletin kendisini kendi eliyle savunması zorunluluğunu ortaya çıkarmakta ve bu şekilde terörizme karşı ülke dışında meşru müdafaa hakkı kullanılmaktadır.
Bununla birlikte, bir terör örgütünün varlığının, ideolojisinin ve yapılanmasının doğrudan bir hükümete izafe edilmesi de terörizme karşı ülke dışında kuvvet kullanmaya zemin oluşturabilirken, diğer bazı doktrinel çerçeveler de bulunuyor. Buna göre, bir devletin bir terör örgütü üzerinde kaynak tahsisinden askeri eğitime, istihbarat desteğinden talimatlandırmaya kadar etkin bir denetime sahip olması, o ülkeye yönelik ve o ülke sınırları içinde bir terörle mücadele harekâtına zemin hazırlayabilecek olduğu gibi, ilgili ülkenin o terör örgütünü sadece sınırları içinde barındırmasının da bu zemini oluşturabileceğini savunan görüşler de var. Son olarak, 2001 tarihli “Devletlerin Haksız Fiillerden Kaynaklanan Uluslararası Sorumluluğu” başlıklı BM belgesine göre, devlet dışı aktörlerin davranışları devletlere izafe edilebiliyor. Özellikle, ilgili belgenin 8. maddesinde, herhangi bir devlet dışı silahlı aktörün, bir devlet tarafından etkin bir denetime, desteğe ve talimatlandırmaya tabi tutulduğu durumlarda, bu aktörün işlediği tüm fiillerden destekçi ve denetimci devletin sorumlu tutulabileceği belirtiliyor.
Uluslararası hukukun terörizme karşı kuvvet kullanımına ilişkin olarak sunduğu bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde, mevcut durumun ABD'ye İran'a yönelik ciddi bir avantaj sağladığı görülebilir. İlk olarak ABD, Devrim Muhafızları Ordusu'nu bir terör örgütü olarak tanıyarak bu yapının tüm mensuplarına karşı kuvvet kullanımını meşru hale getirebilecektir. Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi El Mühendis'e yönelik suikast, ABD tarafından “terörizme karşı kuvvet kullanımı” olarak sunulabilmektedir. Diğer yandan, ABD'nin Irak'ta kendi personeline ve elçiliklerine saldıran İran yanlısı Haşdi Şabi milislerine yönelik (29 Aralık'ta Ketaib Hizbullah'a yapılan hava saldırısı gibi) saldırıları da yine bu kapsamda “terörizme karşı meşru müdafaa” olarak değerlendirme hakkına sahip olacaktır.
Yine ABD, terör örgütü olarak tanıdığı Devrim Muhafızları Ordusu ve İran yanlısı Haşdi Şabi bileşenlerini İran devletine izafe edebilecek, bu yapılar üzerinde İran devletinin etkin denetimini argümanlaştırabilecektir. “Devletlerin Haksız Fiillerden Kaynaklanan Uluslararası Sorumluluğu” belgesinin 8. maddesi kapsamında ise İran yanlısı Haşdi Şabi milislerinin eylemleri, destekçi ve denetimci devlet olan İran'a izafe edilebilecektir.
Bu bağlamda ABD, bölgedeki yeni süreçte İran'a karşı “terörizmle mücadele” argümanıyla hareket edebilecektir. Bu strateji konvansiyonel güçler aracılığıyla gerçekleştirilecektir. Söz konusu strateji, bölgede İran'ın nüfuz genişletme hedefine muhatap her ülke için bir tehdit oluşturuyor. Bu nedenle, İran yanlısı milis grupları barındıran tüm ülkeler, bu milislerin faaliyetlerini sınırlandırmak veya kendi topraklarına ABD harekâtlarını celbetmek arasında bir tercihe zorlanabilecektir. ABD'nin farklı ülkelerdeki İran yanlısı ve İran destekli milis grupları terör örgütü olarak ilan etmesi, bu ülkelere yönelik olarak gerçekleştirilebilecek terörle mücadele harekatlarına uygun bir zemin oluşturacaktır.
Bu bağlamda ABD, bölgede İran'ın son 7-8 yıllık süreçte gelişen nüfuz arayışına karşı oluşan tepki konjonktürünü (Lübnan ve Irak'ta yaşanan gösteriler bu durumun en somut göstergelerindendir) değerlendirmek istiyor. Bu doğrultuda, ilerleyen süreçte, Haşdi Şabi başta olmak üzere, pek çok farklı ülkede İran yanlısı milisler bulundukları ülkelerde marjinalleştirilebilir ve ABD'yle uyumlu, ülke milliyetçiliğini esas alan gruplar güçlenebilir. John Bolton'ın istifasıyla “İran'da rejim değişikliği” projesini askıya alan ABD, bu yeni stratejiyle İran'ı nihai olarak bölgeden çekmeyi ve sınırlandırmayı amaçlıyor. İran'ın ekonomik krize ve toplumsal hoşnutsuzluklara rağmen her şartta desteklediği ve bölgesel nüfuzunun motor gücü olan paramiliter gruplar, yeni stratejiyle birlikte artık ABD'nin ana hedeflerinden biri haline gelmiş bulunuyor.
İRAN: PARAMİLİTARİZM SIĞINAĞI VE STRATEJİK ÇIKMAZ
ABD'nin konvansiyonel güç alternatifi ve uluslararası hukuk argümanlarına karşın, İran'ın yeni süreçte ciddi bir sıkışmışlık yaşayacağını öngörmek mümkün. Öncelikle İran, içinde bulunduğu derin ekonomik kriz, toplumsal bunalım ve askeri gücündeki eksiklikler dolayısıyla, ABD'ye karşı bir konvansiyonel çatışma gerçekleştirebilecek imkana sahip değil. Bu nedenle İran, İslam Devrimi'nden bu yana tecrübe ettiği ve Suriye krizinin ardından bölgesel nüfuz aracına dönüşen paramilitarizm alternatifine yönelim gösterebilir. 1979 devrimi sonrasında rejim ihracı, Suriye krizi ile birlikte ise DEAŞ ile mücadele argümanıyla, bölgede kendi desteğiyle oluşturduğu paramiliter grupları yönlendiren İran'ın, ABD'ye karşı bölgede başvurabileceği seçenek bu olacaktır. Bu durum Lübnan Hizbullah'ı, Haşdi Şabi'nin İran yanlısı bileşenleri ve İran Devrim Muhafızları yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarda da kendini gösteriyor. Söz konusu açıklamalarda, bölgede hiçbir ABD askerinin ve kurumunun artık güvende olmadığı ve intikam amacıyla hedef konumunda oldukları vurgulanıyor.
İran'ın, yoğun tecrübe sahibi olduğu paramiliter şiddeti ABD kurumlarına ve askeri personeline yönlendirmesi, ülke içinde tesis edilebilecek kısa vadeli “intikam” iklimini besleyecek olsa da son derece ciddi maliyetler ortaya çıkarabilir. İlk olarak, kısa bir süre için, “intikam” söylemi doğrultusunda doğacak sosyo-psikolojik atmosferle ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz geri plana itilebilir. Fakat kısa bir süre içinde, halihazırda ekonomik krizin sebeplerinden biri olarak görülen ve büyük bir toplumsal tepkiye yol açan “paramiliter gruplara mali destek ve işbirliği”, toplumsal anlamda çok ciddi kırılmalara yol açabilir. Öte yandan, paramiliter grupların bölgede farklı ülkelerde bulunan ABD kurumlarına yönelebilecek olan saldırıları, bu ülkeler açısından ciddi bir endişe oluşturabilir; ABD'nin bu ülkelerde “terörizmle mücadele” argümanıyla harekât gerçekleştirebileceği kaygısıyla, paramiliter grupları önleyici tedbirler almaya yöneltebilir. Bu durum, aynı zamanda bölgede ve uluslararası kamuoyunda ortaya çıkan “İran yayılmacılığı” algısını güçlendirebilir ve buna yönelik tepkilerin artmasını beraberinde getirebilir.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde, İran'ın tam bir stratejik çıkmaz içinde olduğunu söylemek mümkün. Mevcut durum itibarıyla İran, 7-8 yıllık dönemde paramiliter gruplar aracılığıyla tesis etmeye çalıştığı bölgesel nüfuzundan, yine aynı aktörler bağlamında feragat etme seçeneğiyle karşı karşıya. Paramiliter gruplara destek vererek bölgede ABD'ye yönelik saldırılar gerçekleştirmek ve bunun sonucunda bölgede ve uluslararası kamuoyunda “terör ve istikrarsızlık kaynağı devlet” olarak anılma tehlikesiyle yüz yüze olan İran için, Kasım Süleymani suikastını “karşılıksız” bırakmak da bir o kadar sarsıcı olacaktır. Bu durumda İran, hem ülke içinde rejim yanlısı kesimler nezdinde hem de dış politikada büyük bir prestij kaybına uğrayacaktır. İran'ın en önemli müttefikleri olan Rusya ve Çin'in son gelişmelerde büyük ölçüde düşük seviyede gösterdikleri tepkiler de İran'ın söz konusu stratejik çıkmazını derinleştiriyor. Zira Rusya ve Çin'in, bölgede İran nüfuzunun sınırlandırılması adına ABD müdahalelerine göz yumması, İran'ı tamamen savunmasız bırakacaktır.