Karaçam'ın “Voltaire Neyi Başardı?” başlıklı dikkat çeken yazısı;
Hiçbir başarı kendiliğinden ortaya çıkmıyor.
İster kişisel, ister kurumsal veya toplumsal başarı olsun bunların alt yapısında mutlaka birilerinin ya da birçoklarının emeği, alın teri vardır.
Günümüzde çevreden, insan haklarına üst üste yığılıp kaos oluşturmuş birçok ciddi sorundan dolayı batı medeniyetini sık sık eleştirir, hatta bazen yerden yere vururuz.
Son derece haklıyız da.
Fakat çoğunlukla bu medeniyetin nasıl ortaya çıktığına ve nasıl bu kadar uzun süre devam edip başarılı olduğuna pek kafa yormayız.
Oysa bunu anlamak, bize yol arkadaşlığı yapması için önemlidir.
Bu sebeple, Batı medeniyetini doğuran süreçlere, hususiyle aydınlanma denen sürece; gerek kendi içindeki kavgalarına, gerekse dünyadaki yansımalarına ve sonuçlarına daha bir dikkatle baktığımız zaman özellikle sosyal, siyasal ve hukuki açıdan büyük değişim ve dönüşümleri ortaya koyduğunu da görürüz.
Bu değişim ve dönüşümlerin dinamosu olan çabaların
Her birinin temelinde vicdanları harekete geçirici özelliği olan küçük küçük hikâyecikler yatmaktadır.
Bu hikâyeciklerin en bariz özelliği, söylediğimiz gibi; vicdanları harekete geçirme konusundaki başarılarıdır ve bu başarılar aynı zamanda meselenin temellerini de oluşturan ana sütunlar gibidir.
Tıpkı, İslam Medeniyetinin taşıyıcı ve koruyucu gücü olan devletlerin ortaya çıkışındaki emek ve alın teri mahsulü hikâyeciklerin ve gayretlerin olması gibi.
Günümüz batı dünyasında hala gençliğin kültür ve eğitim motivasyonlarında gerek teatral, gerekse sinema ve daha başka edebi yöntemlerle bu ve benzeri “hikâyeciklerin” çok ciddi roller yüklendiğini söylemek isterim.
Mesela Voltaire'in, büyük bir emek mahsulü ile ortaya koyduğu Calas Davası ve yine Voltaire'in çabaları ile bir başka gerçeğin ortaya çıkarıldığı Sirven Davası ya da bizdeki hukuk fakültelerinde ders olarak dahi okutulan Emil Zola'nın müdahil olduğu Dreyfuz Davası yukarıda söylediğim, Batı dünyasının bugünkü medeniyeti oluşurken yaşanan hikayecikler için “Adalet hassasiyetleri” taşıyan, vicdanlara hitap eden çok bariz ve etkili örneklerdir.
Açıkçası, Voltaire'in dahil olduğu Calas davası, bu bakımdan incelenmeğe değer bir davadır.
1760'lar Fransa'sının Toulouse şehrinde yaşayan ve ailenin Calas ( Kalas) soyadından dolayı, Calaslar olarak bilinen, Protestan mezhebine mensup beş çocuklu Hristiyan bir aile vardır.
Bu aile, kumaş ticaretiyle uğraşmakta olan, bizim küçük esnaf dediğimiz bir ailedir.
Calas'ın büyük oğlu Marc Antoine'ın bir arkadaşının, başka bir şehirden misafir geldiği gün, baba Jean Calas aileye, hep birlikte dükkânlarının üstündeki dairelerinde yemek hazırlatır.
Herkes yemek için toplandığı sırada Calas'ın 28 yaşındaki büyük oğlu Marc Antoine dükkâna iner.
Aile, epeyce geciken Marc'ı merak eder.
Gecikme uzayınca, Calas'ın diğer oğlu Filippee ile misafir olarak gelen Gaubert Lavayssee dükkâna inerler ve Marc'ın, açık bir kapının iki kanadı arasında asıldığını görürler.
Hemen ipi keserler, babayı çağırırlar, fakat Marc ölmüştür.
Derhal hekime haber verirler.
Hekim gelir, görevini yapmaya başlar, fakat o sırada Baba, büyük bir hata yapar; yürürlükteki bir kanuna göre, kendi canına kıyan bir kişi, bir kalbura konur ve bir beygire sürükletilir, halk, ölünün üstüne taş ve çamur atar.
Sonra da asılır ve tüm mallarına devletçe el konulur.
Baba bunu bildiği için, ölümü doğal ölüm olarak yazdırır.
O sırada bir görevli gelir, kendisine anlatılanları dinler, ölenin boynundaki ip izlerini görür ve Calas'ları, her birini ayrı ayrı hücrelere konulmak üzere hapse attırır.
Ertesi gün sırasıyla sorguya çekilirler.
Hepsi de ölümün doğal bir ölüm olduğundan vazgeçip bir intiharın söz konusu olduğunu itiraf ederler.
Ne var ki, Zaptiye amiri onların söylediklerine inanmaz.
Protestan inancına sahip olan babanın, oğlunu, Katolik olmakta ısrar etmesi üzerine öldürmekle suçlarlar.
Tüm kiliselerde arka arkaya üç pazar okunan bir duyuru yapılıp, ölenle ilgili bilgisi olanlar tanıklık etmeye çağrılır.
Birçok kişi gelip tanıklık ederler.
Bir berber ant içerek olay akşamı Calas'ların evinden “Ah! Tanrım, boğuyorlar beni”, diye bir ses işittiğini ifade eder.
Başkaları da, benzeri yalanlarla böyle çığlıklar duyduklarını söylerler.
Mahkeme 10 Kasım 1761 günü yapılan duruşma sonunda Jean Calas'ı, eşini ve oğulları Pierre'yi, ölümden suçlu bulur ve idama mahkûm eder.
Mahkûmlar, Toulouse Parlömanı nezdinde kararı temyiz ederler; bu mahkeme de 13 üyeli bir jüri tarafından görülür, altmış üç tanık daha dinlenir, fakat bütün tanıkların söyledikleri uydurma ve dedikodulara dayanmaktadır.
Dava üç ay sürer.
Sonunda Mahkeme ailenin diğer üyelerinden birine beş yıl hapis, birine de kürek cezası verir, ancak 64 yaşındaki babayı idama mahkûm eder.
Hiç kimse o yaşta bir insanın, tek başına 28 yaşındaki bir genci yere yıkıp boğabileceğini veya yalnız başına onun boynuna ip geçirip asabileceğini düşünmedi.
Mahkeme baba Calas'ı işkence ile itiraf etmeye zorladı ve tekerlek işkencesine mahkûm etti.
Oğlunu asmakla suçlanan baba calas, sahne gibi yüksek bir platformda bir araba tekerleğine bağlandı, herkesin gözü önünde bir piyesin sahneye konulması gibi tekerlekle sıkıldı, öte yandan elinde bir demir çubuk bulunan cellât tarafından dövüldü.
Kolları bacakları eklem yerlerinden çıkarıldı.
İtirafta bulunmaya her çağrıldığında, oğlunun intihar ettiğini tekrarladı.
Sonra katedral önünde bir meydana götürüldü.
Bir haça gerildi; Yaşlı adam, suçsuzluğunu tekrarlayıp durdu.
İki saatlik can çekişmeden sonra 10 Mart 1762 yılında asıldı ve cesedi bir odun yığını üstüne atılarak yakıldı.
Voltaire, bu olaydan 22 Mart 1762 de haberdar oldu.
29 Mart 1762 de Avrupa'nın vicdanını harekete geçirmek üzere başka yazarların kendisine yardımcı olmaları için yazdığı bir mektupta “Haykırınız, her yerde haykırılsın.
Yalvarıyoruz size, Calas'lar için ve bağnazlığa karşı, her yanda haykırınız”, dedi.
Daha sonra Calas'lar ailesi üzerinde, bir inceleme yaptı Voltaire. İnceleme sonunda ailenin, çocuklarına karşı çok iyi davrandıklarını ve şefkatli bir ana- baba olduğunu öğrendi.
Ayrıca Calaslarda kalmış iki Cenevreli tüccarla görüştü.
Onlar da Voltair'le aynı düşüncedeydiler.
Voltaire, dul kalan eşe de bir mektup yazdı.
O da aynı şekilde açıklamalarda bulundu.
Voltaire, iki yıl sonra Traite de la tolerance (Hoşgörü Üzerine İnceleme) (1763) adlı kitabını yazarak bir kampanya başlattı.
Bir yıl sonra 1764'te, davanın yeniden görülmesini sağladı ve Calas'ı, kurulan büyük mahkeme önünde bizzat savundu. Suçlamaların asılsız olduğunu kanıtladı ve beraat ettirerek işkence ile öldürülüp asılan Jean Calas'ın onurunu tarih önünde iade ettirdi.
Calas Davası bize çok önemli birkaç hakikati söylüyor:
Birincisi, Batı Medeniyetinin temellerinde vicdanlara hitap ederek toplumu değiştirip, dönüştürücü örnekler mevcuttur.
İkincisi, Batı Dünyası kendi içinde çok kanlı mezhep kavgalarına sahne olmuş, bunlardan ders çıkararak tekrarlamamış, ancak bu tecrübeyi en büyük düşmanı olarak gördüğü İslam Dünyasında kullanarak hem düşmanı parçalamış, sömürmüş ve hem de medeniyetlerini ayakta tutmayı başarmışlardır.
Üçüncüsü, Batı Dünyası bugün hala bu ve benzeri hikâyeciklerden bir “Kültür Politikası” oluşturmuş, çeşitli yöntemlerle okullarında çocuklarına öğreterek, uygarlık motivasyonlarını sürdürmeyi hatta ihraç etmeyi bile başarmışlardır.
Dördüncüsü, bizim medeniyetimizde bundan daha etkili olan yüz binlerce örneğimiz olduğu halde, biz bunları birer “Kültür Dersi” olarak okullarda çocuklarımıza okutup, vicdanlara hitap etmesini beceremiyoruz.
Beşincisi de, ne yazık ki, bu ve benzeri hikâyeciklerimizi derli toplu hale getirerek müfredatlara işlettirecek hala bir “Kültür Politikamız” ve bu politikaları hayata geçirecek bir Kültür Bakanlığımız yoktur.
Haber 7