Prof. Dr. Hakan OLGUN, kaleme aldığı yazısında “İsrail, Ortadoğu'da gerilimi artırdıkça, sınırlarını genişletip Mescid-i Aksa'yı tehdit ettikçe, hatta yıkılmış mabedi yeniden inşa etmeye kalkışınca doğal olarak Müslümanlar ile Yahudiler arasında büyük bir savaş yaşanacak, bu da Hıristiyanlar için gelecek olan Mesih'in yolunu açmış olacaktır." ifadelerini kullandı.
Prof. Dr. Hakan OLGUN'un yazısının tamamı
Ramazan ayının son günlerinden başlayarak önce Kudüs'teki Harem-i Şerif'e saldıran ardından Gazze'deki Filistin halkı üzerine bomba yağdıran İsrail'in bütünüyle uluslararası hukuku hiçe sayan aymazlığının kaynağı hep merak edilmiştir. Esasen İsrailoğulları, tarihlerinin pek çok döneminde Mısır, Asur, Babil ve Roma gibi devrin büyük devletleri tarafından esir ya da sürgün edilmişlerdir. MS. 70 yılında Roma İmparatorluğu tarafından Kudüs kentinin ve mabedinin yakılıp yıkılmasından sonra yaklaşık iki bin sene mabetten yoksun bir şekilde yeryüzünün farklı bölgelerine dağılarak yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Kendilerini Tanrı'nın seçilmiş halkı olarak gören bu toplumun asırlar boyunca esir ve sürgün hayatı yaşamak zorunda olmaları onlar açısından gerçekten dünya tarihinin en önemli paradokslarından birisidir. O halde neredeyse Hıristiyanlığın doğuşundan beri Hıristiyan Avrupa ülkelerindeki antisemitik uygulamalarla ezilmiş ve horlanmış bu halkın, hukuk kuralları bir yana insanlık onurunu dahi dikkate almadan Filistin halkı üzerindeki zulmü nasıl açıklanabilir? Çok değil, yüzyıldan az bir süre önce Almanya başta olmak üzere Hıristiyan Batı ülkelerinin baskısı altında ezilen bu halkın bugün bir avuç nüfusuyla dünyaya meydan okuyan hukuksuzluğu nasıl anlaşılmalıdır?
Pek çok kişinin zihnini meşgul eden bu sorunun cevabı aslında bir başka soruya bağlıdır: Başta ABD olmak üzere çoğu Batı ülkesi Hıristiyan inancına mensup olmasına rağmen bir Yahudi devleti olan İsrail'in hukuksuzluğunu neden destekler ve onun insanlık suçuna neden ortak olmak ister? Dünyaya özgürlük, eşitlik ve demokrasi kurgularını ihraç etmeye çalışan bu ülkeler, Kudüs ve Gazze'de işlenen günahlara karşı neden bu kadar kör ve sağır olabilir? Bu ve benzeri soruların cevabı oldukça eskiye uzanan tarihsel ve teolojik köklerde aranmalıdır.
Hz. İsa peygamberlik ile görevlendirilip tebliğe başlayınca Yahudiler tarafından pek de memnun karşılanmamıştır. Çünkü Hz. İsa, Yahudilerin bir Mesih'ten beklediği gibi zırhını kuşanıp kendilerini esir alan Roma İmparatorluğu ile savaşmak yerine Yahudilerin günahlarını yüzlerine vurmakta; onların gerçek imandan uzak şekilsel softalıklarını eleştirmekteydi. Bu tebliğden hoşlanmayan Yahudiler onu Yahudiye eyaletinin Roma valisine şikâyet ederek çarmıhta ölüm cezasına sürüklemişlerdi. Hıristiyan inancına göre İsa Mesih çarmıhta öldürülmüş ve doğal olarak Yahudiler bunun sorumlusu sayılmışlardı. Dolayısıyla Yahudiler Orta çağlar boyunca İsa Mesih'in ölümünün tek müsebbibi, yani “Tanrı katili” olarak görülmüşlerdir. Hıristiyan teolojide bu Yahudi düşmanlığı zaman içinde güçlenmiştir. Öyle ki bu bakış açısı, Roma Kilisesi'nin kararıyla Yahudilerin kollarına Davud yıldızı işareti takılarak Hıristiyanlardan ayrıştırmayı içeren antisemitik politikalara dönüşmüştür. Ardından Yahudiler Fransa, İngiltere ve İspanya'dan kovulmaya başlanmıştır. Yahudi karşıtlığı Nazi Almanyası'nda zirveye ulaşmış, sadece Almanya'da değil, XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyılın ilk yarısına kadar Rusya, Macaristan ve Polonya gibi neredeyse Avrupa'nın bütün Hıristiyan ülkelerinde baskı ve dışlamayla kendisini göstermiştir.
Osmanlı imparatorluğunun zayıflamasıyla birlikte bağımsız bir İsrail devleti kurma hayaliyle ortaya çıkan Siyonizm hareketi, II. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki kaotik ortamda uluslararası politik dengelerin imkânıyla Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı başarmıştır. Ancak başlangıçta çok küçük ölçekli olan bu devlet yapılanması, aradan geçen yetmiş yıl içinde işgal ettiği Filistin topraklarında adım adım sınırlarını genişletmiştir. Bu genişleme elbette herhangi bir uluslararası meşruiyet temeline sahip değildi. Daha da önemlisi işgal politikası, el koydukları toprakların sahiplerini evlerinden sürerek ya da katlederek büyük bir insanlık suçu işlenerek sürdürülmüştür.
O halde, işlenen bu insanlık suçu karşısında Müslümanların ve dünyanın akl-ı selim ve hakkaniyet sahibi toplumlarının elini kolunu bağlayacak kadar İsrail'i güçlü kılan nedir? Bu sorunun muhtemel iki cevabı vardır: Birincisi, Orta çağlarda yapılanlar unutulmuşluğa bırakılsa da en azından XX. yüzyılda Yahudilere yapılan baskı ve dışlamalardan dolayı Hıristiyan ülkelerin günah çıkarma gayretidir. Nitekim 2000 yılında İsrail parlamentosunda konuşan Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau, Alman Nazizmi'nin antisemitik suçlarından dolayı İsrail halkından özür dilemişti. Aynı yıl Katoliklerin ruhani lideri Papa II. Jean Paul, ardından da halefi XVI. Benedict, Hıristiyanların Yahudilere yaptıkları suçlardan dolayı Tanrı'dan af dileyip İsrail halkına özür beyan etmişlerdi. Böylece Filistin toprakları üzerinde İsrail devleti kurulurken Filistin halkının gözden çıkarılıp yok sayılmasına sessiz kalınmasının, Avrupa adına antisemitik politikaların adeta tazminatı olduğu ortay çıkmaktadır.
İkinci gerekçe ise daha teolojik bir temel üzerinde ve daha çok ABD'deki Hıristiyan düşünce zemininde gelişmiştir. Uzunca bir süredir ABD politikalarına da yön veren bu Hıristiyan yorum, evanjelizm temelinde kurgulanmış olan “Hıristiyan Siyonizm” düşüncesidir. İki farklı dini geleneğe ait bu kavramların bir araya gelmesi Kudüs'ün teolojik bir kurgu içinde büyük bir tehlikeye sürüklendiğine işaret etmektedir. Genel olarak Hıristiyan Siyonizmi, bağımsız bir İsrail devletinin kurulup geliştirilmesini hedefleyen Siyonist programına yönelik Hıristiyan inancının desteğini ifade etmektedir. Bu teolojik yaklaşıma göre İsa Mesih'in gelişiyle birlikte Yahudiliğin tasfiye edildiği ve İsrail toplumunun artık Hıristiyan kilisesinin şahsında tezahür ettiği anlamındaki geleneksel Hıristiyan yorum reddedilmektedir. Ayrıca “Tanrı katili” olarak suçlana gelen Yahudiler, Tanrı'nın ilahi planı olarak Mesih'in çarmıhta ölümünün Yahudilerin eliyle gerçekleştiği yorumuyla aklanmışlardır. Böylece Hristiyan Siyonizmi açısından Yahudilere İsrail devletini kurup mabedi yeniden inşa etmeleri için destek verecekleri ortam tesis edilmiştir.
Bu durumda bir Hıristiyan, Yahudilerin kendi devletlerini kurup mabetlerini yeniden inşa etmeleri için geleneksel teolojik söylemini neden değiştirsin sorusu akla gelmektedir. Evanjelik Hıristiyanlığın ahir zaman inancı bu sorunun cevabını oluşturmaktadır. Bu inanca göre Mesih'in yeryüzüne geleceği ortamın tesis edilmesi için Kudüs merkezli Ortadoğu coğrafyasının büyük bir kaosa gark olup kan gölüne dönmesi gerekmektedir. Mesih'in bu kaotik ortamda gelerek Deccal ile Armagedon Savaşı'nı yapacağı ve sonunda muzaffer bir şekilde kendine iman edenlerle altın bir çağ kuracağı beklentisi Hıristiyan ahir zaman inancının temelini oluşturmaktadır. Yani İsrail, Ortadoğu'da gerilimi artırdıkça, sınırlarını genişletip Mescid-i Aksa'yı tehdit ettikçe, hatta yıkılmış mabedi yeniden inşa etmeye kalkışınca doğal olarak Müslümanlar ile Yahudiler arasında büyük bir savaş yaşanacak, bu da Hıristiyanlar için gelecek olan Mesih'in yolunu açmış olacaktır. Mesih geldiğinde altın çağ idaresine Hıristiyan olmayanları, yani Yahudileri de almayacaktır elbette. Nihayet Yahudiler de Deccal'in taraftarları gibi yok olup gidecektir. Dolayısıyla Hıristiyan Siyonizmi'nin ya da ABD politikalarının Yahudi sevgisi teolojik bir istismardan başkası değildir ve Yahudiler, evanjelik Hıristiyanların ahir zaman projesinin sadece bir aktörü olarak kullanılmış olmaktadır.
İşte bu sebepten dolayı Hıristiyan Siyonizmi, İsa Mesih ile yeni bir ahit yapıldığını savunup Yahudi mirasını reddetmek yerine Tevrat'ta İbrahim peygamber ile yapılan ahdin geçerli olduğu inancına meylederek Tevrat kehanetlerini kendi Hıristiyan meşruiyeti için gerekçe tutmakta ve bunları ahir zaman inancını destekleyen bir dünya görüşü haline getirmektedir. Bu görüş nedeniyle Hıristiyan Siyonistler İsrail'in eski başbakanlarından Ariel Şaron'un Gazze şeridinden ayrılma planını ve Ehud Olmert'in Batı Şeria'daki yerleşimleri boşaltma niyetini en az Siyonist Yahudiler kadar eleştirmişlerdir. Hatta Filistin'den yani kutsal toprakların bir bölümünden vazgeçmenin Tanrı'nın gazabına yol açacağını savunan Hıristiyan Siyonistler söz konusudur.
İsrailoğulları seçilmiş soylarını İshak peygamber üzerinden sürdürerek Hz. İsmail'i bu mirastan mahrum bırakmaya çalışsalar da Hz. İsmail soyundan gönderilen son peygamber İsra suresindeki gibi Kudüs ile ilişkilendirilmiştir. Hz. Muhammed'i Kudüs'e götüren İsra mucizesi, onun ve ümmetinin İsrail peygamberlerinin nübüvvet mirasını üstlendiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla Müslümanların Kudüs için Yahudi ve Hıristiyanlardan daha güçlü bir teolojik motivasyonu vardır. Ancak İslam dini, Siyonist ideolojiyi savunan Hıristiyan ve Yahudi çevreler tarafında “terörize” edildikten sonra Kudüs planları, Yahudi seçilmişliği ya da Hıristiyan eskatolojisi gibi bir takım teolojik kurguların eline kalmıştır. Bunlar Kudüs'e dair teolojik tasavvurlarını güçlü bir politikaya dönüştürülürken, Müslümanların politik bağlamı olan “ümmet” kavramını kullanmasına bile tahammül edilememektedir. Herhalde Gazze ve Kudüs ateş altına alındığında Müslüman toplumları Mescid-i Aksa'ya uzaktan baktıran çaresizliğin izahı bu olsa gerek.
**