Sussak tesiri olmuyor, söylesek gönüllerimiz razı değil
Cem Küçük ya da muadillerinden daha büyük bir derdimiz olmasa yazmazdık. Mazur görülsün, yazmış bulunduk.

Oluşturma Tarihi: 2017-04-20 15:58:01

Güncelleme Tarihi: 2017-04-20 15:58:01

TIMETURK | EDİTÖR MASASI

Uzun süredir; biz diyelim beş yıldır siz deyin iki yıldır bir şey var, hissediyoruz. Renksiz, kokusuz, tatsız ama yapış yapış. Hani insanın yüzünü en çok buruşturan o hisse çok benziyor. Bir ağaca dokunursunuz reçinesi elinize bulaşır, su bulana kadar sabredemezsiniz. Bir an evvel toprağa sürersiniz ellerinizi. İşte üzerimizde uzun süredir buna benzer bir his var. Elimizi sürecek toprak arıyoruz. Vakıa şu ki bulamıyoruz.

Bu kadar metaforu birden kullanmak durumundayız çünkü çekiniyoruz. Dili dikiş tutmayanların sınırsızlığından yana endişeliyiz. Ancak bu kez, bu endişeye ve sıradan insanların ağzındaki acımtırak tada rağmen konuşmak istiyoruz. Konuşmak istiyoruz ki eğer yarın birileri bugünlerin tarihini yazacaksa derdimiz politik dehlizlerde kaybolmuş olmasın.

Bize kalsa adını anmazdık ama en çok kendisi adına üzüldüğümüz için bu kez bir istisna yapacağız ve adını da anacağız. Cem Küçük Beyefendi, uzunca bir süredir bir şeyler söylüyor, ısrarla duymuyoruz. En başta bahsettiğimiz o yapış yapış olma hissine duçar olmamak için gün doğuyor gözümüzü, akşam oluyor kulaklarımızı kapatıyoruz. Çünkü herkesin yüzünü ekşiten o yapış yapış havanın sebebi tam olarak Cem Küçük'ün sözlerinde tecessüm ediyor. Abartmak istemiyoruz ancak Türkiye'nin son iki yüz senede yaşadığı büyük buhranın hiçbir dönemi bu kadar hikmetsizlikle dolu değildi. Dört yanımızda tebarüz eden cinni halin tasviri için bir şey söylememize hacet yok ve hatta tasvire de teşbihe de ihtiyaç yok. Ancak krizimiz tam olarak bu değil. Daha dehşetli olan şu: Bu hikmetsizliğin artık ciddi bir alıcı kitlesi var bu ülkede. Vatan sevmenin, İslam'ı müdafaa etmenin Cem Küçük'ün yaptığı şey olduğunu zanneden bir fanatik kitle oluştu ki bu kitle yüz sene de geçse hata ettiğine dair bir endişe taşımayabilir.

HERKESİN SUSASI VAR

Uzun, derin ve yorucu bir kavganın içerisinde olduğumuzdan mütevellit herkesin susası var. Konuşmak istediğimiz için değil kendimizi savunmaya mecbur kaldığımız için yazıyoruz. Çünkü geri çekilecek bir yerimiz kalmadı. Sırtımızı, asırlardır inandığımız değerler manzumesinden mamul bir duvara dayadık ve gerçekten bu köşeye sıkıştırılmış durumdayız. Düşmanın maskesinin altında ne olduğunu bilmiyoruz ancak bir fikir olmadığı kesin. Daha açık söylemek gerekirse artık efendilik derdiyle susmak ile sırf cazgırlık olsun diye konuşmak arasındaki çizgi iyice inceldi. Sussak da aynı bedeli ödüyoruz konuşsak da. Asli söylenişi 'Sussam gönül razı değil söylesem tesiri yok' şeklinde olmalıydı ama biz tam zıddı bir haldeyiz: Sussak tesiri olmuyor, söylesek gönüllerimiz razı değil.

SİZ ÖFKE ZANNEDİYORSUNUZ AMA DEĞİL

Son kez diyelim ve bir kez daha söyleyelim öyleyse: Cem Küçük Beyefendi, kendi namımıza değil sizin namınıza üzülüyoruz. Sizi bu hale düşüren döngüye direnememiş olmanıza üzülüyoruz. Fikir telif ettiği zehabıyla gürültüden başka bir şey üretemeyen eşhasın adına sizin için gerçekten dertleniyoruz. Siz öfke gibi görüyorsunuz ama öfke bu değil. Bizim öfkemiz gerçekten böyle bir şey değil. Erbabı bilir, basitlikler bizi öfkelendirmez.

Geri adım, özür ve tazminat belki dünya için yaşayanların ve dünya demokratlarının nezdinde önemlidir. Ancak bizim için bir şey ifade etmiyor. Siz öyle düşündüğünüz için pişman değilsiniz, kendinize hakim olamayıp düşündüğünüzü izhar ettiğiniz için pişmansınız. Buradan bakınca da bu pişmanlık değil daha çok pişkinlik gibi görünüyor. Yanlış anlamayın, bu pişkinlik üzerinize yakışmıyor diye söylemiyoruz bunu. Biz dünya için yaşayan insanlar değiliz ve bu anlamda sizinle aynı boyutta yaşamıyoruz. Demokrasi için, reel politik için, stratejik hedefler için de yaşamıyoruz. Sizin manyaklık olarak addettiğiniz şey bu. Hasan-ı Basri (r.a.) bunu şöyle ifade ediyordu: "Vallahi, Bedir ashabından yetmiş kişiye yetiştim, çoğu kez giydikleri sof idi. Eğer siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizin iyilerinizi görselerdi 'bunların ahirette bir nasibi yok' derlerdi". Bizim delilik derecemiz Allah en doğrusunu bilir ama "ahirette bir nasibi yok" denileceklerden belki. Bu gerçeği bilmemize rağmen sizinle aynı boyutta yaşamayı reddedecek kadar da bu dünyadan uzağız.

HİCAB DUYUYORUZ

Bu nedenle son birkaç yıldır size yol verenlerin, size emir verenlerin, size yürü diyenlerin oluşturduğu bu yapış yapış havada konuşmaktan hicab duyuyoruz. Hicab duyuyoruz çünkü ağzınızdan kaçırdığınız birkaç cümleden ibaret olmayan bir kötülüğün büyütüldüğünü görüyoruz. Adı 28 Şubat olmayan bir 28 Şubat için televizyon ekranlarında kurduğunuz ikna odalarının şahidiyiz. Ancak konuşmaya çekiniyoruz çünkü söyleyenin siz olduğunu biliyoruz da söyletenlerin kim olduğuna ne yapsak emin olamıyoruz.

BİR FİKRİN GEMİSİ

Elbette sizler bizim stratejiden anlamadığımızı düşünüyorsunuz. Çünkü, sizin gibi birkaç yıllık hikayesi olan hadiseleri stratejik gelişmeler zannetmekten daha geniş bir perspektifle bakıyoruz tarihin akışına. Ancak stratejik kavramları kullanarak size cevap vermenin gerçekten israf olan bir yanı var. Hatta sadece bir yanı yok. Çok yanı var. Hatta israftan ibaret. Eğer anlayabileceğinizi hatta bırakalım anlamayı ne cevap vereceğinizi tasarlamaksızın can kulağıyla dinleyebileceğinizi bilsek size Mavi Marmara'nın fikir sahiplerinin gemisi olduğunu izah edebilirdik. Mavi Marmara o gemiye binenlerle, o gemiye binmek isteyip binemeyenlerle, binemediği için pişman olanlarla ve binenlerin yüzüne bir ömür bir parça mahcup bakmaya hüküm giyenlerle birlikte bir fikrin gemisiydi. O fikir, hak sahibine hakkını iade etme gayretinden ibaretti ve anın vacibiydi. Üstelik stratejik bir vacipti. 1974'te Anadolu'dan çıkan gemiler neden Kıbrıs'a çıkarma yaptıysa Mavi Marmara da o yüzden Gazze'ye doğru sefer eyledi. Gemilerimiz Kıbrıs kıyılarında hangi hakkı sahibine iade ettiyse Mavi Marmara da aynı hakkı sahibine iade edebilme kaygısıyla Filistin kıyılarına gitmeyi denedi. O sefer, Anadolu kıtası büyüklüğünde dava taşını omuzlayanların Filistinliler adına ve Filistinliler ile birlikte son hak iddiasıydı. 1969'tan bu yana bu ülkede bağımsızlık davamızın en büyük davacısı Erbakan Hoca idi. Kıbrıs'a çıkarma gemileri gönderen de Gazze'ye insani yardım gemileri gönderen de işte bu mukaddesatın en büyük davacısı olan Erbakan Hoca idi.

Bu fikri anlamanızı bekleyemeyiz. Bu fikri anlayamıyor oluşunuzu mazur görürüz. Bu fikri imha etmek isteyişinizi de anlarız. Ancak bir fikriniz olmadığı halde fikir sahibiymiş gibi konuşmanıza saygı duymamızı beklemeyin bizden.

SON KEZ DENİYORUZ

Pek olanak vermiyoruz ama belki Sayın Cumhurbaşkanı da görür, belki birileri Reis'in önüne koyar diye derdimizi son kez anlatmayı deniyoruz.

Hepimizin içini sıkıştıran bu yapış yapış havayı dağıtın lütfen. Siz ki İstanbul'a şehremini olarak geldiğiniz vakitler nefes almayı imkansız kılan karbonmonoksitten ibaret havayı birkaç senede oksijenden geçilmez hale getirmiştiniz. Yine yapabileceğinize inanıyoruz, umut fakirler kadar delilerin de ekmeği.

Biz sizden umut kesmeyiz, inanıyoruz ki kalbinizde Mavi Marmara ve Filistin bahis konusu olduğunda tekrar tekrar yeşeren merhamet adlı bir çınar vardır. İnanmak istiyoruz, eğer bütün şartlar sizin için uygun olsaydı siz de o gemide olurdunuz.

Cem Küçük ya da muadillerinden daha büyük bir derdimiz olmasa yazmazdık. Mazur görülsün, yazmış bulunduk.